Asayiş
  • 13.7.2009 09:51

YENİ ŞAFAK YAZARI KORKUDAN ÖLECEKTİ!

Salih Tuna'nın yazısı...

Sayın İçişleri Bakanımız da lütfen bu yazıyı okusun!

Karakol amiri “Kes sesini!...” diye öyle bir bağırdı ki; o an, İstanbul'un bütün semtlerinde (genel bir elektrik kesintisi gibi) bütün seslerin kesildiğini düşündüm.

Hatta

Marmara Bölgesi'nde.

Güler yüzlü, babacan valimiz Sayın Muammer Güler ve çiçeği burnunda Emniyet Müdürümüz Sayın Hüseyin Çapkın dahil herkesin sesi kesilmişti sanki!

Zaten

Herkesin sesi kesilmeseydi, İstanbul'un göbeğindeki bir karakol amirinin bağıran, çağıran sesi bu kadar şedit, bu kadar ürkütücü çıkabilir miydi?

Bu ses nasıl tarif edilebilir Allah'ım!..

Necip Fazıl üstadımızın “Zindandan Mehmet'e Mektup”unda “çatık kaş” ifadesiyle ölümsüzleştirdiği “imajın” sese dönüşmüş halini hangi kelimeler anlatmaya kifayet eder?

Mustafa Sağyaşar'ın “Karam” desibeline, “Der Untergang” filmindeki Hitler'in öfkesini yerleştirebilirsek bir nebzecik de olsa yaklaşabilir miyiz bu sese?

Abarttığımı sanıyorsunuz değil mi?!

Ah, keşke öyle olsa!

Ne ki, 09 Temmuz 2009 Perşembe tarihli, 20.00 ile 22.00 saatleri arası karakolun kamera kayıtlarını izleyebilseydiniz, vahameti yeterince anlatamadığımı görürdünüz.

O akşam, Fevzi Paşa Caddesi'nde, Fatih Şehit Tevfik Fikret Polis Merkezi'ne yaklaşık on metre mesafede, spor salonuna gidecek olan oğlumu indirmek için duraksadım.

Hayır, ne durdum ne de park ettim; hepi topu bir insanın arabadan ineceği süre kadar duraksadım sadece.

Karakolun önünde nöbet bekleyen genç polis memurunun arabamın camına ani ve sert bir şekilde vurmasıyla irkildim.

“Buyurun” yerine, “Ne var?” karşılığını verdim. Bunun üzerine oldukça sert bir vurgulamayla, “İn aşağıya!..” komutunu yedim.

Ergenekon soruşturması vesilesiyle zihnimde oluşan “nazik ve entelektüel polis” imajına zarar veren “İn aşağıya!..” emrine takılmıştım tabii.

Lakin

“İner misin?”i tercih etmesinin daha şık olacağını hatırlatmam, ortamı germekten başka işe yaramadı.

Çaresiz indim.

“Sorun nedir bilemiyorum ama” dedim, “Ben ne serseriyim, ne de terörist. Gazeteciyim”

“Ne yapalım gazeteciysen!” dedi, “Sürdürecek misin beni?..”

Haydaaa!

Arkadaşla konuşmak mümkün değildi.

İki kolumu iki yana açarak, “Buyurun arayın!..” dedim. “Ya da ne yapmak istiyorsanız yapın da, yoluma devam edeyim...”

Cadde üzerindeki tanıdık bir esnaf “Abi ne oldu?” diyerek yanıma seğirtti. Ardından birkaç meraklı vatandaş etrafı çevirdi; derken, hatırı sayılır bir kalabalık oluştu.

Sanırım kalabalığın da verdiği coşkuyla, oldukça genç bir polis karakoldan koşar adım üzerime yürüyerek, “Alın şunu içeri” diye bağırdı.

Bir yığın polis etrafımı çevirdi ve beni “içeri” aldılar.

Hayatım boyunca ilk kez bir karakola adımımı atmamın ürkekliğine, haksızlığa uğramanın, aşağılanmanın verdiği bulantı eklenince elim ayağım boşaldı.

Titremeye başladım!

Neden sonra karşımda olgun yaştaki karakol amirini görünce biraz rahatladım.

Karakol amiri beni odasına aldı. Kapıyı kapattı ve gitti masasının başına oturdu.

Adımı, ne iş yaptığımı sordu.

Yeni Şafak Gazetesi'nde köşe yazdığımı falan söyledim.

Polislerin yaptığı kabalığı iş stresine bağlayıp onlar adına benden özür dileyecek galiba, diye düşündüm.

Hâlâ titriyor, ayakta zor duruyordum.

Masanın hemen önündeki koltuğa oturmaya yeltendim.

Bir dudağı yerde bir dudağı gökte, “Oturmaaaaaaa!...” diye haykırdı.

Anlayabilmek için gayriihtiyari koltuğa baktım.

Yeni boyanmış ahşap bir koltuk değildi; bilakis deriydi. Üstelik üzerinde pimi çekilmiş bir bomba da yoktu.

Daha sert bir şekilde sürdürdü: “Sana otur diyen oldu mu?..”

Ben kimim?..

Burası neresi?..

Çinlilerin eline düşmüş bir Uygur muyum yoksa?...

Odaya, odanın duvarlarına baktım.

Duvarlar dönmeye başladı.

Tansiyonumun felaket bir hal aldığını hissediyordum. (İlaçlarım arabada kalmıştı)

“Sayın amirim” dedim yalvarırcasına, “Lütfen oturmama izin verin. Hastayım. Ayakta duramıyorum”

“Bayılırsan doktor çağırırız.” dedi, son derece kararlı ve kayıtsız bir vurgulamayla.

O an öleceğimi, henüz sekiz aylık olan kızımı bir daha göremeyeceğimi düşündüm!

Bayılmaktan değil ölmekten bahsediyorum, dedim.

Şekerim yükselmiş, dudaklarım kurumuş, dilim tastamam dönmez olmuştu.

Odasında ölmemden mi korkmuştu bilemiyorum; birdenbire kapıyı açtı ve diğer polislerin bulunduğu alana çıktık.

Bağırmaya başladı: “Kameralar orda, konuş!..Darp mı yapıyoruz söyle!..”

“Psikolojik darp” yaptığını anlatacak halim yoktu. Anlatsaydım da, anlayacak halde değildi.

Kısa süre önce ameliyat geçirdiğimi ilave ederek; artık ayakta duramadığımı, oturmama izin vermelerini rica ettim.

Hiçbir polisten çıt çıkmıyordu.

“Sayın amirim.” dedim, son bir gayretle!

“Kes sesini.” diye bağırdı, yazının başında da anlatmaya çalıştığım “frekansta.”

İşte o zaman Chuck Plahniuk'tan okuduğum bir cümle geldi aklıma: “Kendinizi güçsüz göstererek diğer insanların kendilerini güçlü hissetmelerini sağlayabilirsiniz.”

Amiri kendisini iyi hissetsin diye, hemen yanı başımda dikilen, karakol nöbetçisinden özür diledim; hem de tam üç kez.

İşe yaramıştı ama tam rahatlamamıştı.

Tam rahatlayabilmesi için meşru yolları kullanarak “psikolojik işkenceye” devam etmesi gerekiyordu.

Yani, Aksaray'a darp, Yeni Bosna'ya alkol muayenesine gitmem gerekiyordu.

Doktor “Darp var mı?..” diye sordu. “Fiziki darp yok.” dedim.

Kayıtlara “Darp yok!..” geçti.

İyi de, o an karakolda ölseydim, hangi “darp” neden olacaktı buna?

Güncellenme Tarihi : 25.3.2016 16:17

İLGİLİ HABERLER