Medya
  • 24.6.2007 15:21

AYŞE ARMAN'IN RÖPORTAJI SAHTE ÇIKTI

İŞTE AYŞE ARMAN'IN İTİRAFI

Hayatta bir şey daha geldi başıma.

Bir şey daha öğrendim.

İnanılır gibi değil.

Yıllar önce Stern Dergisi'nde olanlara, "Yok artık daha neler!" demiştim.

Hitler'in anılarını satın alıp yayınlamışlardı, sahte çıkmıştı.

Özür dilemişlerdi okurlardan.

Hayretlere düşmüştüm.

Düşmeyeceksin demek ki...

Başıma geldi.

'Ortalıkta çok konuşulan, her yerde sözü edilen Secret kitabının yazarıyla röportaj yapmak ister misin?" diye sordu Türkiye'de kitabı basan yayınevi.

Owo Mia. Sahibi, Birol Gündoğdu.

Daha önce de "Ferrari'sini Satan Bilge"yi yayınlamıştı.

Etrafımda küçük bir araştırma yaptım; dalga geçenler de vardı, ciddiye alanlar da ama kimse kayıtsız değildi, herkes için şöyle ya da böyle Secret, bir şey ifade ediyordu.

Ben de "İsterim" dedim.

DHL ile kitabın Türkçesi ve cd'si geldi. Ve yazar hakkında tüm dünyada çıkmış dokümanlar.

Ayrıca Amerika'daki PR şirketi Edelman'la, Birol Gündoğdu'nun yaptığı yazışmalar.

Dünyada pek çok gazeteci Rhonda Byrne ile röportaj yapmak istiyordu ve onlara değil, bana kısmet oluyordu.

Talih kuşu ayağıma gelmişti.

Oturdum, çalıştım. Sorular çıkardım, tercüme ettim, Birol Gündoğdu'ya yolladım.

Ve beklemeye geçtim.

Birkaç gün içinde cevaplar Türkçe'ye çevrilmiş olarak geldi.

İki, üç soru haricinde hepsi cevaplanmıştı.

Doğrusu huylanmadım.

Çünkü cevaplar İngilizce verilmiş sonra Türkçe'ye çevrilmişti. Yer yer Türkçesini düzelttiğim bile oldu. Hatta metnin sonu, "Seninle uzun bir yolculuğumuz oldu..." (We had a long journey with you) diye bitiyordu. Türkçe'de böyle bir veda şekli olmadığından, tamamen çeviri olarak algıladım.

Şüphelenmedim.

*

Allah'tan arkadaşlarım var...

Kolu dünyanın her tarafına uzanabilen arkadaşlarım...

Birkaç gün önce Gonca'dan (Karakaş) bir telefon geldi, "Ayşeciğim sana bir şey söyleyeceğim ama sakin ol tamam mı, istersen bir yere otur ve beni dinle" dedi "Hani sen Secret röportajı yaptın ya, o röportajda yanıt veren Rhonda değildi..."

Nasıl yani?

Başıma biri kurşun sıksa daha iyiydi.

"Senin soruların Amerika'ya gitmiş, bunlar çok fazla denmiş, Rhonda da zaten seyahatte miymiş neymiş, cevaplanmadan, aynen iade edilmiş..."

"Nasıl olabilir ki, sorular bana yanıtlanmış olarak geldi..." dedim.

"Valla, birileri kitabı önüne almış, kendisini Rhonda yerine koyup, bir güzel cevaplamış..." dedi. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü tabii.

Derhal Birol'u aradım.

"Böyle böyle diyorlar. Nedir bu durum?"

"Allah aşkına, böyle bir şey mümkün mü Ayşe?" dedi, "Bu, beni alenen dolandırıcılıkla suçlamak. Oysa, benim alnım açık..."

O kadar sakindi ki...

Açıkçası adama haksızlık yapıyormuşum duygusuna kapıldım.

Hem nasıl açığa çıkmayacağını düşünebilirdi ki?

Ölümüne susamak gibi bir şey. İnsanın yayıncılık kariyeri biter.

Rezil olur, insan içine çıkamaz, kimsenin suratına bakamaz.

Bunları da söyledim Birol'a, "Haklısın" dedi, "Deli saçması bir şey..."

Ama "Arkadaşım Gonca, senin Edelman'la aranda geçen birtakım yazışmalardan söz ediyor" dedim, "Sen kitabın mümkün olduğu kadar çok insana ulaşmasını istediğin için böyle bir yola gittiğini kabul etmişsin. Edelman da Gonca'ya bu mail'leri forward etmiş..."

"İyi de senin arkadaşın o mail'leri bana forword etmiyor, şirket içi yazışma diyor, ne ile suçlandığımı bile bilmiyorum" dedi.

*

Araştırma, bir iki gün "O böyle diyor", "Bu böyle diyor" diye, işin aslını öğrenmeye yönelik konuşmalarla geçti.

Bu arada ben Edelman'ın ikinci başkanı Gerry Tschoop'a ulaşmaya çalıştım. Mail'ler yazdım, cevapsız kaldı.

Derken, "Yanıt veremedim özür dilerim, seyahatteydim" diye bir mail ve telefon numarası geldi, hemen aradım...

Ve gerçeğe ulaştım... Acı gerçeğe...

Telefondaki adam da en az benim kadar şaşkındı, "Sadece sizin değil, bizim de başımıza böyle bir şey ilk kez geliyor" dedi, "Ne yapmamız gerektiğini kara kara düşünüyoruz. Ama 3 Haziran günü gazetenizde yayınlanan röportaj, tamamen hayal mahsulü bir röportaj..."

Allak bullak oldum. Aldatıldım. Kandırıldım. Dolandırıldım.

Dolayısıyla, ben de size sahte ve ayıplı bir mal sunmuş oldum, özür dilemekten ve kanuni haklarımı kullanmaktan başka yapabileceğim bir şey yok.

Beni affedin lütfen.

*

Bu arada Birol Gündoğdu, aynı serinkanlılıkla beni aramaya devam ediyordu, "Bu meseleyi çözeceğim merak etme. Sana Rhonda'dan röportajı onaylayan kanıt getireceğim. Sen rahat ol, problem yok..."

Ve bana Edelman'ın çalışanlarından Katia'nın telefonunu verdi, "Ara. Ben konuştum kendisiyle, telefonunu bekliyor" dedi, "Ama telesekreter çıkabilir, çünkü New York'ta 13 günlük bir kitap fuarında..."

Arıyorum, mesaj bırakıyorum... Hiç bana geri dönen yok.

İkinci başkan Gerry Tschoop'u arıyorum, mail'ler atıyorum, ıh ıh.

O da herhalde yine seyahatte, artık ona da ulaşamıyorum.

Ben röportajlarımı güven esası üzerine kurmuş biriyim, eğer ortada bir sahtekarlık söz konusuysa bunu önce benim açıklamam gerekir, o yüzden bu işin üzerine bu kadar düşüyorum.

Ama herkes kapı duvar.

Sonunda sevgilim bana diyor ki, "Birol Gündoğdu, sana yanıtları Türkçe yolladı değil mi? Onun iddia ettiği gibiyse, bu yanıtların İngilizce orijinalinin Amerika'dan gelmiş olması lazım. Ondan İngilizce orijinal mail'i iste..."

"Aklınla bin yaşa!" diyorum. Arıyorum, "Birol, sana inanmak istiyorum. Bana bu yanıtların İngilizcesini yollasana..."

"Ama ben sana yolladım" diyor, "31 Mayıs'ta sana ve sizin katta birine daha..."

"Zahmet olmazsa bir daha yolla" diyorum.

"Evdeyim, yarın olabilir mi? O mail işteki bilgisayarda" diyor.

O arada, taze yalancı bir metnin oluşturulmasını engellemek için, "Hayır, bana şimdi lazım" diyorum.

Apar topar işine gidiyor, gecenin bir yarısı bana 31 Mayıs tarihli bir metin gönderiyor.

Allah Allah, gerçekten Amerika'dan Edelman'dan gönderilmiş. İngilizce yazdığım sorulara İngilizce cevap verilmiş. Tam karşımda duruyor. Üstelik şirket içinden başka birine de cc'lenmiş. Tepesinde de, "Her şeyi bir günde organize etmek kolay olmadı ama başardık" filan gibi laflar var.

Haydaaaa...

Ayıkla pirincin taşını...

Gonca'yı arıyorum, anlatıyorum "Ama benim elimde de, Birol Gündoğdu'nun yalan söylediğini kanıtlayan mail'ler var" diyor, bu arada söylemeyi unuttum, arkadaşım Gonca, Edelman'ın Türkiye'deki temsilcisi.

Kafam karışıyor yine.

*

Yine olayda adı geçen herkese mail yazıyorum. "Nedir bu ya!" diye. "Beni zan altında bırakıyorsunuz. Gerçeğe ulaşmak istiyorum, ulaşamıyorum. Türk yayıncı, sizin şirketinizden gönderilmiş bir mail attı bana. Hani bu röportaj sahteydi, cevaplar sizin şirketinizden ya da Rhonda'da gelmemişti... İddianızı kanıtlamanızı istiyorum..."

Birol Gündoğdu'nun bana yolladığı, orijinal dediği röportaj mail'ini de ekliyorum.

Acı cevabı o zaman öğreniyorum.

"Sizi yollanan mail de sahte. Ve bu, çok ciddi uluslararası bir suç. Biz dünyanın en büyük PR şirketlerinden biriyiz, adımız kullanılarak, sahte evrak üretilmiştir. Hukuki yollara baş vuracağız. Çok üzgünüz, hem sizin adınız hem de bizim adımız düzgün olmayan bir işe karışmış durumda..."

Ben bu yazıyı bitirmek üzereyken, Gerry Tschoop'tan yazılı bir açıklama da geldi.

Evet buraya kadar. Artık bu işin araştırılacak bir tarafı kalmadı.

Ben de işin gerçeğini en yakınlarıma, yani sizlere açıklıyorum.

Kandırıldığım ve dolandırıldığım için tekrar özür diliyorum.

Birol Gündoğdu'nun bundan sonra başına gelecekleri bilmiyorum.

Sadece şunu biliyorum:

Bir röportaj için, bir kitabı daha fazla sattırmak için değmezdi...

Ey ölüm... Erkeksen burada çık karşıma...

Birkaç ay önce, hayatını değiştirmeye karar veriyor. Bir yelkenli ile bir Citroen Deux chevaux alıyor. Bir de köpek. Ver elini Bodrum. Rakı, balık, deniz vazgeçemediği keyifler. İnanılmaz, neşeli, dinamik ve diri biri. Hayatla ve kendisiyle dalga geçen biri. Küpe takmak istiyor. Çünkü onun için küpe, özgürlük, bağımsızlık demek. Bundan sonra yaşamak istediği hayatın simgesi. Artık başkaları için değil, sadece kendi dilediği gibi yaşamak istiyor. Saçını da at kuyruğu yapmak istiyor. Bir saçın o kadar uzaması, 3-4 yıl anlamına geliyor. Aslında yaşam süresini uzatabilmek için, saçını uzatmak istiyor. Bir günlük hayatı 3 günmüş gibi yaşıyor. Sabahları 6'da teknesinin kıçına oturuyor,

güneşin doğuşunu seyrediyor, ne kadar muhteşem olduğunu yeniden keşfediyor. Her şeye ama her şeye farklı bir gözle bakıyor. Yapamadığı ne kadar çok şey varsa, yapmak istiyor... Neden? Çünkü 99'da bağırsak kanserine yakalanıyor, arkasından da kanser neredeyse bütün organlarına sıçrıyor. 6 ameliyat geçiriyor. Dalağı böbreği, ciğerlerinden biri ve karaciğerinin 5'te 4'ü alınıyor. Şu anda geride sadece bir akciğeri var. Ve kanser, ona da sıçramış durumda. "4 ay hastane odalarında yaşamaktansa, 2 ay burada Bodrum'da olmayı tercih ederim" diyor. Bütün tedavileri reddediyor. Ölüme meydan okuyor. "Ey ölüm, gel beni burada al kolaysa" diyor...

Bu röportaj için sizi beklemek zorunda kaldım... Hangi meyhanedeydiniz... Ne yediniz?

- Yusuf'un meyhanesindeydim, Bodrum'un en iyilerindendir. Tavsiye ederim. Karşıdaki balıkçıdan, balığı seçiyorsun, dilediğin gibi pişirtiyorsun. Aşçı Ağrılı ama sorun değil, çünkü balıkları Girit usulü pişiriyor. Parmaklarını yersin, o kadar nefis oluyor. Ben Kaya buğulama yedim. Kaya, buraya özgü, inatçı bir balık. Ben balığın bile inatçısını severim. Gider kayaların içinde saklanır, ölür ama yine de çıkmaz. İşte onun buğulamasını yedik. Bizzat gittim içeri baktım nasıl pişiriyorlar diye. Tabii ki defne yaprağını unutmadık, hafif bir zeytinyağı, domates, patates, sarmısak ve çok az soğan. Aman ha, kendi suyunda pişecek. İçine yarım bardak beyaz şarap da koyarsan, mükemmel olur...

Peki ne içtiniz?

- Sorulur mu? Herhalde rakı canım. Bodrum burası, Bodrum!

Sizin için hayatın keyifleri neler?

- İşini iyi yapmak, tekne, yelken, dostlar ve deniz tabii...

Oldum olası iyi miydi deniz ile aranız....

- Yok, hayır. Ben Maraş'ın bir köyünde doğdum. Deniz yok, nehir yok, dere yok. Bir tek suların doldurduğu kanallar vardı. İlk gürül gürül akan suyu Ceyhan Nehri'nde gördüm. 10 yaşında filandım. Küçücük çocuklar tepelerden atlayıp yüzüyorlardı, bana da sordular: "Yüzme biliyor musun?" Utandım, bilmiyorum demeye. "Tabii" dedim ve bir ağaçtan suya atladım, sonra kendimi hatırladığımda bana suni tenefüs yapılıyordu...

Peki deniz tutkunuz ne zaman başladı?

- Ortaokulu ve liseyi İskenderun'da okudum. Denizi ilk defa 15 yaşında gördüm, şok oldum. Saatlerce denize baktım ve seyrettim. Yakın arkadaşlarım vardı. İşte onlarla fırtınalı havalarda sandallarla açılır, yelken yapmaya çalışırdık. Herkes teknesini karaya çıkarmaya çalışırken, biz küçücük sandalımızdaki suyu boşaltırdık. Gençlik işte. Taa o yıllardan beri, aşırı bir deniz tutkum var. Hayatım boyuncada deniz kenarında evler tuttum. Yeter ki, biraz da olsa denizin, gemilerin, teknelerin sesini duyabileyim...

Bu arada bir de tekne almışsınız hayırlı olsun....

- Sağ olun. Birkaç ay evvel tamamen farklı bir hayat yaşamaya karar verdim. Daha doğrusu hayallerimi gerçekleştirmeye karar verdim. Hayatın en acımasız şeylerini yaşadım, şimdi de hayallerimi yaşıyorum. Var mı? Gittim kendime bir yelkenli satın aldım, bir de serseri arabası döşavo. Köpeğim de var. Kim tutar artık beni. Karım da yanımda, dostlarım da var. Artık Bodrum'da Allah ne kadar ömür verdiyse yaşayacağım. Ama istediğim gibi yaşayacağım...

KİM UĞRAŞACAK ŞİMDİ BU KANSERLE

Siz daha önce nasıl yaşıyordunuz ki?

- Kafama göre yaşadığımı söyleyemem. Ben hep geleceğe yatırım yaptım. Zaten gazeteci adam nasıl yaşayacak? Bir sürü gerilim. Herhalde onlar beni fazlasıyla yıprattı. Mesleğimi hep çok sevdim ama sıkıntılarını da çektim. Haftanın 6 günü maç var, masaların üzerinde uyurduk, teknoloji nerede o zaman, en zor koşullarda haberleşirdik. Rahatlık yeni yeni oldu. Tabii bu arada ben ailemi çok ihmal ettim, çocuğum hastalandı onun yanına gidemedim. O zaman para yüzü de görmezdik. Bir gazeteci tekne alacak parayı nereden kazanacak? Sadece evin kirasını ver, mutfak masraflarını ver, kimseye muhtaç olma. Sonra, sonra biraz değişti. Tam mesleğin keyfini sürme yaşındayken de başıma bu hastalık geldi...

İlk kanser teşhisi ne zaman, nasıl kondu?

- 99'da annem Bodrum'da tatildeydi. Abime "Benim kalbim rahatsız, beni İstanbul'da doktora götür" diyor. Benim yanıma İstanbul'a geldi. Hemen gittik hastaneye, annem muayene oldu, testler yapıldı hiçbir sorun yok. Ben de hastaneye gelmişken, "Benim de bir problemim var" dedim, "Beşiktaş kampında top oynarken kıçımdan kan geldi..." "Futbol oynarken yırtılmış, sert hareket yapmışsın" dediler, "Bu gece hastanede kal, dikelim..." Fakat bir gariplik var, herkesin suratı bir karış. Yanlışlıkla odaya gelen temizlikçi söyledi, "Abi haberin yok mu? Sen kanser olmuşsun! Bağırsak kanseri..." Nasıl yani? Sonra karım ve oğlum kendini koyverdi. Herkes ağlıyor. Arkadaşlar gelmiş, aşağısı ağlama duvarı. "Bir dakika sakin olun kardeşim!" dedim. Onları sakinleştirmeye çalışıyorum ama bir taraftan da "6. kattayız, acaba atlasam da kurtulsam mı?" diyorum, kim uğraşacak şimdi kanserle?" Bir ara sabaha karşı odada yalnız kaldım, pencereyi açtım, tam karşımda bir camii var ve birden ezan okunmaya başlandı. Bu sanki bana bir mesajdı: "Bu canı sana Allah verdi, o geri alacak!" Pencereyi kapattım ve sonuna kadar savaşmaya karar verdim.

Sonra?

- Ameliyat oldum. 9 saat süren bir ameliyat. İyi de geçti. Tüm Türkiye'ye "Kanseri yendim" dedim. Gazeteye diziler yazdım. Acayip iyiyiz, mutluyuz. Bir yıl geçti, bende tuhaf bir şeyler var, sanki vücudum bakır gibi, geceleri iyi değilim, ayaklarım ağrıyor. Tekrar doktora gittim, "Bir senedir test yapılmadı mı?" dedi, "Hayır." "Gel bir bakalım." Testler bir yapıldı ki, durum felaket. Karaciğere sıçramış. Doktorun suratı allak bullak. "En iyi ihtimalle yaşama sürem nedir?" dedim. "6 ay" dedi. "Ameliyat?" "Valla, mucize olur, çünkü hastalığın sınırları aşmış." Karı koca çıktık dışarı Cerrahpaşa'da bahçede bir taşın üzerine oturduk. Karım bir sigara yaktı, "Bir tane de bana ver" dedim, tereddüt etti, çünkü sigarayı bırakmıştım, "Ulan zaten 6 ay ömür biçiyorlar. İçmesem kaç yazar?" dedim. Ama bir nefes aldım, "Hadi kalk, savaşa devam. İçmeyeceğim..." dedim. Sonra, karaciğerden akciğere sıçradı. Ben yine ölmedim. Akciğerimi aldılar, karaciğerimin 5'te 4'ünü aldılar. Sonra böbreğe sıçradı, sağ böbreği aldılar. Son durum şu: Tek akciğerim kaldı... Ve ona da sıçramasın mı?

PORTAKAL ALIRKEN KIÇI KIRIK YAZAR OLDUM

Çok fena, çok fena...

- Ama hayat bu. Doktora gittim "Şansım ne?" dedim. "İyiyi mi kötüyü mü istiyorsun?" dedi. "Kötüyü söyle önce" deyince, "Yaşama şansın yüzde 1" dedi. "İyi ne peki?" "Yüzde 4." "Ne yapacağız?" "Savaşa devam." Kemoterapi oldum. Mucizeler yarattık, yüzde 80'e çıktı yaşama umudum, sonra birden tekrar kötüledim, 3 aylık bir kür daha yaptılar, "Son umudumuz bu" dediler. O arada, balkondan portakal alayım derken kalçamı kırdım. Ayağım kaydı, havada uçtum, kıçı kırık yazar oldum. Haydaaaa, yine ameliyat. 6 ay hastanede kaldıktan sonra, "Yeter!" dedim. Madem kanserimle ilgili de yapılabilecek bir şey yok artık, o zaman ver elini Bodrum... Şimdi bağrımı açtım, rüzgara karşı bekliyorum. 6 ay doktorlarla hastanede yaşamaktansa, 2 ay ben rakı balık ve dostlarımla yaşarım...

99'da kansere yakalandınız. Bu süre zarfında ne öğrendiniz?

- Hayat o kadar güzelmiş ki, ben hayatın ne kadar değerli olduğunu anladım. Her gün yeni bir şey öğreniyorum, tatmadığım ne duygu varsa tatmaya çalışıyorum. Ufuk'u eleştiriyorlardı nasıl gidip hayvanları öldürüyor diye, ben onu en iyi anlayanlardan biriydim, çünkü ben de yapılabilecek ne varsa, çılgınca yapmak istiyorum. Beni mutlu edebilecek her şeyi keşfetmek istiyorum. Ben hayatımın en sağlıklı dönemlerinde bunları nasıl göremedim? Şimdi yelkenlimi açıp arkadaşlarımı gezdirirken, o kadar mutlu oluyorum ki. Bir günü 3 gün gibi yaşıyorum. Güneşin doğuşunu, batışını, dolunayı, balıkları, kuşları, rüzgarın, denizin sesini farklı algılıyorum. Rüzgarı hissediyorum. Rüzgarın yettiği yere kadar zaten. Rüzgar bittiği zaman yelken de iniyor....

Ufuk'un ölümü sizi çok mu sarstı?

- E tabii. İki kanser türü var, pankreas ve akciğer, sonunda götürüyor. Onu yenen yok. Hep konuşuyorduk Ufuk'la. Ama ben zannediyordum ki, ikimiz de yeneceğiz. Ufuk savaşı kaybetti. O yüzden ben de buraya geldim. Dedim ki "Kanserle savaş alanımı kendim seçeyim. Düşmanımla kendi güçlü olduğum yerde savaşayım. En güçlü olduğum yer de burası, denizin üstü..."

Tören-mören bir şey düşündünüz mü?

- Tabii ki arkamdan neler konuşulacağını merak ediyorum. Dinleyemeyeceğim, orada olamayacağım için de üzgünüm. Ufuk'ta gördüm çünkü, cenaze günü arkasından ağlayanların yarısı, hayat boyu onun aleyhine konuşmuştu. Kesinlikle benim ölümümde de böyle olacak. Ama önemli değil...

KİMMİŞ APTAL

Ben tembel bir öğrenciydim. Düşünün matematiğim 1, liseyi bitiremiyorum. Matematik hocamızın adı Molla Bey'di. Bir gün elinde kırmızı boya okulun duvarına, "Bu okulun en aptal öğrencisi Kazım Kanat" yazdı. Kendimi nasıl kötü hissettim, anlatamam. Ama sağ olsun beni seven arkadaşlarım vardı, gece gündüz çalıştırdılar, matematikte okul birincisi olarak mezun oldum. Molla öğretmen, "Eğer sen bu okulu bitirebilirsen, ben bu yazıyı dilimle silerim" demişti. Bütün okul adamın bunu yapmasını istedi, çıktı sadece dilini değdirdi. Ama o da bir şeydi. Ben Molla Öğretmeni öldürmek için planlar yapmıştım. Motosikleti vardı, gizlice frenlerini boşaltacaktım ya da dinamit bağlamayı düşündüm, motoru çalıştırdığında havaya uçacaktı. Ama sonra fark ettim ki, o öğretmenin o yazısı, benim için hayatımın dönüm noktası oldu. O gün anladım, bir şeyi başarmak istiyorsan, çalışacaksın. Armut piş ağzıma düş yok...

BIRAK KENDİLİĞİNDEN DÜŞSÜN

Hayır teslim olmak yok. Ama yapılabilecek hiçbir şey de kalmadı. Adamın biri doktora gitmiş, "Neyim var?" demiş. "Frengi" demiş doktor. "Peki ne yapacaksınız?" "Keseceğiz." "Olur mu öyle şey" demiş. Bir başka doktora gitmiş, "Nedir durumum?" Yine "Frengi, keseceğiz." Başka bir doktora gitmiş, "Sen de mi keseceksin?" "Hayır, hayır" demiş, "Niye keseyim, harikasın." "Peki ne olacak?" "Merak etme, kendiliğinden düşecek..." Benim durumum da işte böyle...

UĞURUM KARIMIN KOLYESİ

İlk ameliyatta, karım boynundan kolyesini çıkarttı, koluma taktı, öbür tarafa gidiyorum ya, istiyor ki ondan bir şey olsun yanımda. Ameliyat çok iyi geçti, o kolye benim uğurum oldu. Bir tek ameliyatta takmadım, onda da az kalsın ölüyordum...

ÖLÜMLE TANIŞIRIM

Ölüm beni tanır, arkadaşım gibidir. Pek çok kez beni yoklamış, ama hep yanımdan teğet geçmiştir. Çocukken kamyon geçti üzerimden. Ben tam ortasında kaldım, mucize eseri bir şey olmadı. Sonra askerde paraşüt komandosuydum, paraşütü yanlış bağlamışım, öyle atlasam bittiydi, son anda fark edildi. 99'dan beri kanserim. Neredeyse, bütün organlarımı aldılar. Geriye bir akciğerim kaldı. Kanser ona da sıçradı. Hálá hayattayım. Bende oldum olası bir gariplik vardır yani

MEDYA FARESİ

Güncellenme Tarihi : 24.3.2016 18:04

İLGİLİ HABERLER