Medya
  • 6.10.2006 06:20

BEN NE AYŞE'YMİŞİM ANLAMADIM!..

AYŞE ÖZYILMAZEL'İN SABAH'TAKİ YAZISI:

Utanmadın mı Mansur?

Bu kadar yalanı, bu kadar iftirayı bir araya getirmeye utanmadın mı? (Bu da bir yetenek tabii) Yoksa kafanda tekrarlaya tekrarlaya sonunda kendi yalanına mı inandın? Hangi yalanından başlasam bilemiyorum, o kadar çok ki... Misal Aktüel'den kovulmam meselesi. 2004 başında Hıncal Uluç'un köşesinde 'Sevgi'nin Günlüğü'nü yazıyordum. O zaman Aktüel'in başındaki Mahmut Övür beni işe aldı. İki sayfa 'Sevgi'nin Günlüğü'nü yazıyordum. Sonra sen geldin ve maaşımı yarıya indirerek bana 'git' dedin. Ben de gittim. Yalan mı? Dünkü yazında "Git muhabirlik yap, haber yap, bizle sabahla, takımın bir parçası ol ancak o zaman bu işin tadını çıkartabilirsin şeklinde 'saf' nasihatlerde bulundum" demişsin. Pes! Derginin başına geçtiğin andan itibaren çıkmadığın telefonlarıma rağmen, ha aradı arayacak diye saf saf bekleyen bendim. Dahası var, bir de demişsin ki; "Dergideki hal ve tavırlarını anlatmak bile istemiyorum." Mansur sen iyi misin? Seni bu hale getiren nedir? Bilmediğimiz dertlerin mi var? Ben sen devraldıktan sonra Aktüel'in kapısından içeri girdim mi Allah aşkına? Hayatımda iki kere Aktüel binasından içeri girdim. Birincisi Mahmut Övür çağırdığı, ikincisi de daha yeni, bu olayların patlamasına, herkesin içindeki taşları dökmesine neden olan kapak çekimi için. Pişmanım alın yazım!!! Ne senin ekibinle tanıştım, ne de sen bana "Gel bizimle sabahla" dedin. Ve şimdi kalkmış anlam veremediğim bir hınçla bütün bunları yazmışsın. Neden Mansur? Roskilde festivaline ben gittim diye mi? O sırada bana kızmış olsan bile, bu hesabı kapatmak için böyle çirkinliklere baş vurman ne kadar yakışıksız. Bu kadar küçük hesaplarda kalmış olamazsın, olmamalısın. Bana "Senden Ayşe Arman olmaz" demişsin. Ben de "Ayrıcalığım var" cevabını vermişim. Peki bu diyaloğu hangi ara kafanda yazdın Mansur? Ben sana ne diyeyim ki... Ben ne Ayşe'ymişim anlamadım. Dört sene İletişim Fakültesi'nde okumuşum, her genç gibi okuduğu dalda çalışmak istemişim... Babamdan bir gün bile yardım istememiş, kendi ayaklarımın üzerinde durmakta ısrar etmişim... İş görüşmelerine gitmişim olmamış... Elinde diploması açıkta kalan bir sürü genç gibi... Hıncal Uluç, bir kapı açmış. İçeri girmişim. Girmese miydim? Evlenip çoluğa çocuğa karışsam, 'cici kız' ilan edilecektim değil mi? Çok çalışmışım, "Ben gazeteci olmak istiyorum" demişim. Dergi çıkarırken sabahlamışım, işe en erken ben gelmişim. Sonra Dinç Bilgin yazılarımı okuyormuş, bana inanmış ve Günaydın'da köşe verilmiş. Ve ben çalışmaya devam etmişim. Röportajlar yapmışım, izlenimler yazmışım, elimden geleni ardıma koymamışım. Şimdi Aktüel'e kapak olduk ya, şu yaşadıklarıma bakın. Bütün içindekileri kusmaya başlayanlara soruyorum: Neyim battı size? Günaydın'daki köşem mi? Sevgilimle aynı meslekteyiz diye bütün bunlar bana reva mı? O Vatan'da ben Sabah'ta çalışırken... Ne kadar haksız ve haince bir şamatadır bu kopan. Koskoca basını pis bir geyiğe alet ettiniz. Bütün bunlar ayıp, yazık, ziyan değil mi? Gençsek, kadınsak çalışmayalım; bir yerlere gelmeyelim yani, öyle mi?

REHA MUHTAR'IN VATAN'DAKİ YAZISI:

O iş cinsel değil, sınıfsal Hasan Abi!

 
Dört gündür, Türk basınında sadece Ayşe (Özyılmazer) konuşuluyor...

Kıbrıs Barış Harekatının kod adı olan Ayşe bile (ki Turan Güneş’in kızıydı. “Ayşe tatile çıksın” sözü Türk birliklerinın Kıbrıs harekatının şifresiydi) bu kadar konuşulmamıştı...

Dışişleri Bakanı Turan Güneş’in kızı Ayşe’den bu Ayşe’nin farkı, ünlü sanatçı Neco’nun kızı olmasıdır...

Neco’nun kızı Ayşe’nin günlerdir konuşulmasının nedeni üstad Hasan Pulur’un bir yazısı...

“Gazetecilik ve köşe yazarlığı meslek değil” iştir iş!

Nasıl bir iş?

Sinemanın kadın ve kız oyuncularına yakıştırılan hoş olmayan bir deyim vardır... “Onların yolu yönetmenin yatak odasından geçer” diye...

“Artık bu iftiradan vazgeçsek iyi olacak...” diyor Hasan Pulur...

Ayşe’nin, Haşmet’le (Babaoğlu) yaşadığı ilişkiyi köşe yazarlığının bir tramplen tahtası olarak görmüşse, Hasan abiyi çok kötü doldurmuş birileri...

Doldurmuşlar çünkü...

Ayşe Günaydın’da yazıyor...

Haşmet Vatan’da...

Haşmet Ayşe’nin ne patronu ne müdürü...

Ayşe’nin Haşmet’le ilişkisi onu nasıl köşe yazarı yaptı ben anlayamadım...

Haşmet’in Hıncal abi üzerindeki etkisiyle Ayşe’nin köşe yazarı olduğunu düşünsek, bu da olmaz çünkü Ayşe’yi Haşmet’e gönderen zaten Hıncal abinin kendisi...

O zaman geriye ne kalıyor?..

Ayşe’nin yükselişinde, Mansur’un yazdığı gibi Hıncal abinin etkisi...

İyi de benim bildiğim bu Hıncal abinin, Türk basınında zaten tarikatı vardır...

Her Salı, Ertekin’in Ortaköy’deki mekanında buluşanlar artık bunu saklamıyorlar, hattakendilerine Hıncal Uluç’un başharflerinden oluşan HU tarikatı diyorlar...

Bu tarikata üye olmak için, yatak odasından falan geçmek gerekmiyor...

Hıncal abinin frekans boyunu tutturmak gerekiyor...

Yaşamdan Dakikalar’da Hıncal Abi ve Haşmet’le beraber program yapan Sunay Akın isimli entellektüel kardeşimiz de Sabah’ın ekinde yazıyor...

Büyük olasılık o da Hıncal Abi referansıyla Sabah’ta yazıyor...

O da mı yatak odasından geçti?..

Hiç böyle şey olur mu?..

Ayşe Sevgi’nin Günlüğü’nünden bu yana, güzel ve ilginç yazılar yazan bir kız arkadaşımız...

Gazetecilikte çok hızlı yol aldı...

Doğru...

Çok çabuk köşe yazarlığına terfi etti, bu da doğru...

Ama Ayşe’nin bu şansının nedeni cinsel değil sınıfsal...

Ayşe çok yetenekli, ama aynı zamanda ünlü sanatçı Neco’nun kızı...

Ünlü gazetecilerin çocukları da bu mesleğe baba ya da anne avantajıyla başlamıyorlar mı Hasan abi?..

Ayşe’nin durumunun bundan ne farkı var?..

Haa... Yazının bir yerinde diyorsun ki, “Gazetecilik bir meslek değil, bir iştir...”

Eşhedübillah doğru!..

Meslek olsa misal doktorluk gibi sadece doktor olanlar mesleği icra ederlerdi...

Bizim gazetecilikte herkes bu mesleği icra eder, edebilir...

Yatak odası şart değil... Birinin eşi dostu olması yeterli...

Onun için bizde bir gün genel yayın müdürü olan ertesi gün aniden işsiz kalır...

Siz hiç bir başhekimin büyük bir hata yapmadıkça, bir günde doktorluktan men edildiğini gördünüz mü?..

Gazetecilikte görürsünüz...

Meslek değil “iş”tir gazetecilik... Bunda haklısın Hasan abi...

Ama Ayşe’nin yatak odasında doldurmuşlar seni...

O iş cinsel değil, sınıfsal Hasan abi...

 

HINCAL ULUÇ'UN SABAH'TAKİ YAZISI:

Sen neymişsin be Ayşe?..

SABAH'IN köründe Ayşe aradı.. Hüngür şakır.. "Mansur'u okudun mu" diyor.. Ben sabahları sadece Sabah okurum. Ötekiler öğleden sonra..
Efendim "Kovulduğu dergiye kapak olan kız" diye yazmıştım ya bir gün evvel.. Orada Mansur Forutan'ın adı geçmişti. Aktüel'e yönetmen olunca üçümüz oturmuştuk. Ayşe'nin o sırada dergide iki sayfası var.. Mansur'a "Eti senin, kemiği benim, tepe tepe kullan. Köşe yazısında kalmasın. Onu işten işe gönder, koştur, gazeteciliği iyi öğrensin. Müthiş yetenek" demiştim. Mansur ses çıkarmamış, sonra da kızı kovmaktan beter edince "Hemen istifa et" demiştim Ayşe'ye..
Mansur yazısında Ayşe'yi niye kovduğunu anlatıyormuş.. Ayşe hıçkırıklar arasında "Hepsi yalan" diyor..
"Yani, hakkında her yazı çıkışında böyle kendini kaybedeceksen bu mesleği hemen bırak.. Gazetecilikte ne kadar dikkati çeker, ne kadar okunur olursan, o kadar aşağı çekerler seni.." dedim.. Anlattım..
"Demek benim yerimde olsan, intihar falan edersin.. Hakkımda yazılmadık gün, yazılmadık konu kalmadı.. Eşcinselliğimden, iktidarsızlığıma kadar.. Şimdi de bu hallerime bakmayıp 'Bakire' Şebnem'in peşine düşmüşüm de kızı annesi kurtarmış elimden.. Bunlara gülüp geçmeyi öğrenemezsen, yarın depresyona girersin. Sana saldıracaklar. Her saldırı, sana onları ne kadar geçtiğini, onları ne kadar kıskandırdığını, nasıl deli ettiğini anlatacak.. Her saldırıda başını biraz daha dik tutmaya başlayacaksın.. Ağlarsan ezilirsin.. Seni ezmeye çalışanlar zafere ulaşırlar.."
Sevgili Mansur'a da bir çift lafım var..
Yazını okumadım, bunları yazarken.. Yalan mı, doğru mu bilemem.. Bildiğim, senin üzerinde hatrı olan bir ağabeyin bir kız için sana "Müthiş yetenek, tepe tepe kullan" diyorsa, bütün bunlar olup biterken, insan bir kez olsun açıp "Hıncal Ağabey, senin kız şu şu yanlışları yapıyor, düzeltemiyorum. Onunla çalışamayacağım" demez mi?. Niye bir telefon etmedin Mansur?. Niye içindekileri dökmek için bugünleri bekledin..
Mansur'a da şiddetle sahip çıkanlardanım ben.. Vatancıların ayrılıp gittiği, Sabah'ın o dehşet sabahında Dinç Bey ile oturmuş neler yapılabileceğini konuşuyoruz. Yazar kadrosunda büyük boşluk olmuş..
"Patron dışardan adam almayalım. İçerde fırsat verilmesini bekleyen çok iyi gençler var, onlara köşe açalım" dedim.. Emre Aköz ve Mansur Forutan'ı anlattım, Dinç Bey'e..
İkisi de köşe yazarı oldu.. Birkaç ay geçti.. Dinç Bey odama uğradı..
"Hıncal iki adam tavsiye ettin. Birisi, Emre çok iyi oturdu, ama ötekini okuyamıyorum" dedi.. Mansur gidecek yani..
"İyi ya işte patron" dedim.. "Mansur'u senin, benim yaşımdakiler okursa asıl, ziyan.. Ona gençler bayılıyor.. O genç okurumuzun köşe yazarı.. Mansur kaldı..
Ben Mansur'un hep iyi bir gazeteci, çok da iyi bir dergici olduğuna inandım. İşte bizim Mert (Aydın) ile çıkardıkları 4-4-2!.. Başlarken bana gelmişlerdi, fikrimi almak için.. Benim düşündüğümden de ötesini çıkardılar.. Harika bir dergi yaptılar.
Mansur iyi de insan olmalısın!..

 


Bu arada.. Basın Konseyi Genel Sekreteri Gökalp Yazır'dan bir faks mesajı aldım. Hasan Pulur'un, Ayşe, Haşmet ve benim hakkımda yazdığı "Köşe Yazarı Nasıl Olunur" konulu yazısı ile ilgili yaptığım açık başvuruyu işleme koymuşlar.
Teşekkürler.. Önce uzlaşma ile çözmeye çalışacaklar, olmazsa, Yüksek Kurul'da karar bağlayacaklarmış.
Uzlaşma için tek şartım var. Pulur'un ayni köşede, ayni okur önünde özür dilemesi. Bu özrü kabul edersek, dilekçemi geri çekerim, Sayın Gökalp Yazır. Başkaca bir uzlaşma yolu yok.


ORAY EĞİN'İN AKŞAM'DAKİ YAZISI:

Bence Ayşe masum ya diğer kadınlar? 
 
Dün Mansur Forutan dişlerini çıkarmış, Roskilde hesaplaşmasının son perdesinde Hıncal Ağabey'e 'Bu işi fazla eşeleme sonra Hasan Pulur abimizden özür dilemek zorunda kalırsın' diyor ya... 'Eyvah' dedim kendi kendime 'Tartışma iyice alevleniyor, bambaşka yerlere doğru kaçıyor.' Ve maalesef Ayşe Özyılmazel de arada kurban ediliyor. Kim tahmin edebilirdi bir gecede onun kadar zararsız bir figürün medyayı dağıtan kadın olabileceğini. Ama bu vesileyle, karşılıklı imalar, silah çekmeler arasında herkesin üzerini örttüğü bir tabunun kapağı açılıyor sanki.

Pulur'un satırları sadece Ayşe'ye mi hakaret yoksa bütün kadınlara mı?

Dün, Vatan'da Tuğçe Baran 'Yeterli veya yetersiz binlerce erkeğin oralara nasıl geldiği, nasıl durduğu hiç umursanmazken kadınların yükseliş hikayeleri neden hep yatak hikayeleriyle süslenir, hakikaten derin ve üzücü bir mevzu' diyor, 'Beğenilmeyen malın çorap da olsa, köşe de olsa en kısa zamanda kalkacağını bildikleri halde, bunu ısrarla zevzekliyor olmalarının kadın düşmanlığından başka hiçbir açıklaması olamaz.'

Hakikaten başka bir açıklama yok mu, böylesi keskin bir yargıya varılabilir mi bilmiyorum. Medyada da, tıpkı magazinde, ya da iş dünyasında ya da akademide olduğu gibi yatak ilişkileri var elbette. Bunlarla bir yere gelmek de mümkün, iyi kötü kalmak da. Ama kadınların salt kendi cinsiyetlerinden doğan bir avantajları olduğu da gerçek bu meslek dalında.

Erkek egemen dedikleri medyada sadece kadınlara tahsis edilmiş, kadınlara mahsus, erkeklerin giremediği pek çok alan da var çünkü. 'Kadın yazar' kategorisi bunun en iyi örneğidir mesela.

İYİ YERİNE KADIN

Gazete tasarlayan insanlar 10 tane yazar arıyorsa, kriterleri 10 tane iyi yazar değil, içlerinde illa ki birkaç kadının da bulunduğu 10 yazardır. Eğer 10 iyi yazarın hepsi erkekse, birkaç tanesi illa ki kadınlara yer açmak için elenir. Ve medyada yükselen kadınlar da bunu bilirler. İşin tuhafı, kadınlar son sözü söyleyecek konuma geldiklerinde de genellikle iyi gazeteciliktense vakitlerini sadece kadınlıklarına vurgu yapmayı yeğlerler. Diyelim gazete yönetiyorlar, içini 'iyi' gazetecilerdense 'kadın' gazetecilerle doldururlar.

Kadınlara karşı ayrımcılık da çoğu zaman 'pozitif ayrımcılık' olabilir herhalde. Ben hiçbir erkeğin iç çamaşırını gazeteye ödeteceğini zannetmem, ama bir kadının Victoria's Secret faturasının muhasebeye yollandığını herhalde duymayan kalmamıştır.Meydada, erkekler için de kadınlar için de tek bir kriter var aslında: Dürüstlük ve namus. Hayatının ve yaptıklarının arkasında durabiliyor musun, yoksa bunu gizlemek için kadın düşmanlığı, erkek egemenliği gibi uzaktan çok hoş görünen ama aslında içi tam da dolmayan süslü kelimeler mi kullanıyorsun?

Nilgün Cerrahoğlu, işten atılmasını kadınlara yönelik bir kıyım olarak yorumlayabilir belki. Ama aklına Türkiye'de deprem olurken Bali plajlarını ballandıra ballandıra anlatmasının etkili olabileceğini düşünmez. Zeynep Oral kendisini Türkiye'de kültür-sanatın divası zanneder ama ortaya çıkışındaki şartların bizzat onun 'Güzel Zeynep' lakabıyla ilintili olduğunu kabullenmez. Vivet Kanetti, CNN International'a mektup yazıp Türkiye şubesini 'Kadınlar program yapmıyor' diye şikayet eder, ama bunun 'Neden ben program yapmıyorum' olarak okunmayacağını sanar herhalde.

Ben Ayşe'yi savunuyorum çünkü en azından kendi macerasını aktarırken sergilediği dürüstlükten dolayı desteği hak ettiğini düşünüyorum. Bunu, onun kalemine olan hayranlığımdan ya da Hıncal Uluç'un klanında olduğum için yazmıyorum. (Meraklısına not: Zamanında Hıncal Uluç'la ilgili yazdığım yazıyı, bizzat o 'bugüne kadar bana karşı yapılan en sert eleştiri' diye yorumlamıştı.)

İLİŞKİ ŞART DEĞİL

Her isteyenin gidip Hıncal Uluç'un köşesine yerleşeceğini düşünecek kadar saf da değilim elbette. Ama bunun için illa bir 'yatak ilişkisi' gerektiğini de söyleyecek kadar gözüm dönmüş olamaz. Zira Hıncal Abi'nin o hazine arsası boyutundaki köşesini kız kardeşi Serpil Gogen'e, mükemmel yardımcısı Yasemin'e, ağabeyi Öçal'a, Los Angeles'tan Kazım'a veya yine o köşede adlarını duyurup şimdi Ayşe gibi Günaydın'da yazan Hakan-Utku'ya ayırdığı unutulmasın. Ayşe'nin hepsinin arasından sıyrılmasında ise Ayşe'den başka sebep göremiyorum.

Ama dün Mansur Forutan'ın anlattıklarına da inanırım açıkçası. Ayşe'nin yapmış olabileceği kaprislere... Ama onları da gazetecilik temellerinin sağlam olmayışına, hızlı şöhretten gözünün ilk etapta dönmüş olabileceğine bağlarım.

Hıncal Ağabey de Ayşe de bu tartışmada haklı taraf. Ama diğerleri, diğer medya kadınları ve erkekleri öyle mi onun garantisini hiç kimse veremez.

AKŞAM YAZARI MANSUR FORUTAN'IN DÜNKÜ YAZISI:

Hıncal Abi, açıp n'oldu diye bi' sordun mu? 
 
On beş yıldır yapmadığım bi şey yapıyordum ki kendimi balçığa bulaşmış bir halde buldum. Hayatta üç günden fazla bir yerde kalamam. Alışkanlıklarım artık taşlaşmış ve bunu kırmak için Bodrum'da ev tuttum. Arkadaşlarım dalga geçti, dördüncü gün dönersin, biz de gider çökeriz diye... Dördüncü gün ve hala televizyon yok, internet yok... Evin etrafı kurbağa dolu ve geceleri onları inceliyorum... Bir tosbağa gördüm, şanslıysam bir de kirpi bulurum. Yandaki eşeğin anırması huzur vermeye başladı. Bahçe suluyorum, yemek yapıyorum... Bunlar beni ayakta tutan rejime tehdit aslında ama şimdilik teslim oldum...

Bir yandan da, yan gözle medyanın didişmesini izliyorum buradan, ve açık söyleyeyim 'Bunlar kafayı yemiş' demekten alamıyorum kendimi. Ve sevgili Hıncal Abi beni de bulaştırmış.

Konu: Ayşe Özyılmazel.

Hıncal Abi'nin yazısının başlığı 'Kovulduğu dergiye kapak olan kız..' Ne kadar başarılıymış falan filan da yazının geri kalanı... Önce düzeltelim Hıncal Abi, senin yazdığın gibi Ayşe kendisi gitmedi. Yani Aktüel'den Ayşe'yi ben kovdum. Hayır, istifa etmedi, ben kovdum... Evet, parasını da azalttım çünkü gece gündüz çalışan 35-40 yaşındaki editörün iki katı para alıyordu...

Ve pilav üstü döner kıvamındaki yöneticilik hayatımda kovduğum tek kişidir Ayşe... Peki, Hıncal Abi hiç merak edip sordun mu neden diye? Soruyu sormadan dün cevabını vermişsin. Ben şimdi sana doğruyu anlatayım.

Aktüel'e geldiğimde kafamda farklı bir dergi iskeleti vardı. Olduğu yerin çok dışında bir konuma getirmek istiyordum. Ve bu düzende Ayşe'nin 'kötü' yazıları ihtiyacım olan en son şeydi. Ona git muhabirlik yap, haber yap, bizle sabahla, takımın bir parçası ol, ancak o zaman bu işin tadını çıkartabilirsin şeklinde saf nasihatlerde bulundum. Oysa Ayşe tüm Türkiye gibi şöhretli bir köşe yazarı olmak istiyordu... Ne yazık ki ekipte yazar olacak en son kişi Ayşe'ydi. Sevgi treni tonunda yazılar yazıyordu. Ben eğer ekibime adil olduğumu gösteremezsem kimse beni iplemez, ve Hıncal Abi bugüne kadar çalıştığım kim varsa emin ol benimle gene çalışır; hem de koşa koşa gelir. Ayşe Hanım bu işe bozuldu... Bu arada dergideki hal ve tavırlarını anlatmak istemiyorum. Bir şımarıklık, bir havalar... Onca muhabirin, editörün arasında olmuyordu anlayacağın. Ne kadar zorlarsan zorla senden Ayşe Arman olmaz kardeşim!..

Sonra bir gün Teşvikiye Cafe'de son konuşma için bir araya geldik. Durumu anlattım ve ona ihtiyacım olmadığını nazikçe söyledim. Verdiği cevap neydi biliyor musun Hıncal Abi? 'AMA BENİM BAZI AYRICALIKLARIM VAR' dedi. Dondum kaldım. Masadaki arkadaşlarımla göz göze geldik, 'bu ne diyor ya' olduk... Ve ben de 'sen git o zaman o ayrıcalıklarını kullan' dedim. Ayrıcalık burada H.U olarak mütalaa edilebilir.

Sizi arayıp bunu söylemeye utandım. Ayrıca makama çağırılmadan giden biri olmadım hiç... Turgay Ciner yazılarımı kestiğimde bile 'O binadaki tek dostum olarak' kapınızı çalmadım. Çünkü 'benim hiçbir ayrıcalığım yoktu'. Odanıza kariyerim boyunca bir kez girdim... Yani kulis, bizans falan da bilmem.

Çok şükür maçam yeter yapmak istediğime.

Hıncal abi açıp bir sordun mu?

Size biri bu yanıtı verseydi n'apardınız?

Daha bitmedi. Sonra Ayşe, Günaydın'da yazmaya başladı, ki mecra olarak onun yazdıklarına çok daha uygun bi' yerdi. Durumu kişiselleştirmedim. Dostluğumu sürdürdüm. Anlamıştır diye saf bir inanışa kapıldım konuyu kapadım.

Sonra bir gün... Danimarka'daki Roskilde festivaline Sabah gazetesini temsilen Ayşe'nin gideceğini öğrenmiş bulundum. Roskilde'ye daha önce Mehmet Tez, Kanat Atkaya ve Haşmet Babaoğlu ile gitmiştik. Carlsberg götürmüştü ve bu üçlü bu festivalin demirbaşı gibiydi. Ancak nasıl olduysa olmuş benim yerime bu kez Ayşe davet edilmişti.

Meğer Haşmet Babaoğlu halkla ilişkiler firmasını örgütlemiş, Sabah kontenjanı için Ayşe'nin adını yazdırmış. Sahneye Black Sabbath çıkacak ve bunu Ayşe izleyecek?!!!

İki gün önce Serdar Ortaç konserinde halay çekeceksin sonra gidip Ozzy izleyeceksin... Hıncal Abi bu meslek bu kadar mı ucuzladı?..

Dürüst olayım, bu olay canımı çok acıttı. Gidemediğim için değil tabii ki, bunu hiç beklemiyordum sadece. O gün Haşmet Abim de benim için artık Haşmet Babaoğlu oldu.

O gün bu adamların içerisinde ne yapıyorum diye ciddi ciddi düşünmeye başladım... Ve elimi ayağımı çekmeye başladım. Bu hırsla, bu statü endişesiyle, bu varlıklı olma çabasıyla ben mücadele edemem dedim.

Tek derdim var, o da işimi iyi yapmaktır.

Ve Hıncal abi, Ayşe'nin kapak olması benim ayıbım değil, derginin ayıbıdır!

Ya da haklısın ben maldan anlamıyorum, bu kız torpilli filan değil süper yetenekli bir yazar...

Asabımı gene bozdunuz, DIGITURK bağlatmaya gidiyorum, zap krizim tuttu!..

Başlarım kirpisine, tosbağasına...

Bu sümük çukuruna beni de çektiniz ya...

Ayrıca bir önerim var Hıncal Abi:

Bu işi fazla eşeleme, sonra Hasan Pulur abimizden özür dilemek zorunda kalırsın...

İŞTE HASAN PULUR'UN TARTIŞILAN YAZISI:

Köşe yazarı nasıl olunur?


"KÜÇÜK Hanım"ın canı gazeteci olmak, yazı yazmak istiyormuş, ne yapsın?
Bize göre en doğrusunu yapmış, yazılarını Hıncal Uluç'a vermiş:
"Ben mesleği öğrenmek, haber yapmak, koşmak, masaların üzerinde sürünmek istiyorum; beni harcayın, köpek edin!" demiş...
İçini, ne kadar içtenlikle dökmüş değil mi?
Ya adam seçimindeki isabet!
Hıncal Uluç, sağ olsun kızcağızı fazla köpek etmemiş, "Gel benim köşemde takma isimle yaz!" demiş...
Bir hafta, iki hafta, üç hafta; bir bakmış yazısı Hıncal'ın köşesinde "Sevginin Günlüğü" diye yayımlanmış...
* * *
O gün bugün talihi açılmış, herhalde başta Hıncal Uluç, elini tutan "Yürü ya kızım!" demiş ki, çok yol almış çokkk!
"Küçük Hanım" eskilerin deyimiyle, Hıncal Uluç'a medyunu şükran, "Onu sırtımda Kâbe'ye götürsem hakkını ödeyemem!" diyor.
Buyurun bakalım, hac kontenjanına iki kişilik yer daha ayırın, "Küçük Hanım" iki büklüm Hıncal Uluç sırtında, malum kahkahalarını atarak hac yolundalar. Başlarına bir kaza gelmese de...
* * *
ŞİMDİ şakayı bırakalım da, her güzel, zeki kız yazılarını Hıncal Uluç'a gönderse olur mu?
Hiç olur mu? Bu işler bu kadar ucuz mu?
Ya nasıl olacak?
"Bu dünyada doğru yerde, doğru zamanda, doğru insanla karşılaşacaksın!"
Bir de bu işlerin ya erbabı olacaksın ya da erbabını bileceksin!
* * *
SONRA gel zaman git zaman "Vatan"dan teklif gelmiş, o da kalkmış gitmiş. İş görüşmesini Haşmet Babaoğlu yapmış. İş miş derlerken mercimeği fırına vermişler.
Ama günahına girmeyelim, Haşmet Babaoğlu, alışılanın dışında, kızımıza asılmamış...
Tam tersi olmuş, kızımız Haşmet Babaoğlu'na asılmış. Asılmış ama tam dört ay...
Haşmet Babaoğlu dört ay kaçmış, hanım kızımız da dört ay asılmış, kovalamış, sonunda teslim olmuş...
"Hiç de pişman değilmiş!..
Eğer ısrar etmeseymiş, adam elden gidermiş, öyle diyor. Şimdi iki yıldır beraberlermiş...
Aralarında 24 yaş fark varmış, lakin çok şeyde uyuşuyorlarmış. O yaşı gereği hiperaktifmiş, Haşmet Babaoğlu ise Boğa burcu, oturaklı adammış. Onu zaptetmeye çalışıyormuş, patlatıyormuş kafasına bir tane otur aşağı diye?
Peki Hıncal Baba'sı bu "seviyeli birliktelik"e ne diyormuş ya da ne demiş?
Gülmüş, hanım kızımıza "Seni iş için yolluyoruz, yaptığın işe bak!" demiş... (x)
Sanki bu iş değil?
* * *
DİYECEKSİNİZ kim bu?
Kim bu "Küçük Hanım" ya da hanım kızımız?
Ayşe Özyılmazel...
"Sabah" gazetesinin eki "Günaydın"ın köşe yazarı...
Biz "Gazetecilik, köşe yazarlığı meslek değildir" dediğimiz zaman tepesi atanlara saygıyla sunarız.
Gazetecilik, köşe yazarlığı "meslek" değil, iştir iş!
Nasıl iş?
İşte böyle bir iş!
Sinemanın kadın, kız oyuncularına yakıştırılan hoş olmayan bir deyim vardır:
"Onların yolu, yönetmenin yatak odasından geçer!" diye...
Artık bu iftiradan vazgeçsek iyi olacak...
———-
(x)Yeni Aktüel, sayı 64/2006-40, Özsel Tortop

Güncellenme Tarihi : 25.3.2016 02:43

İLGİLİ HABERLER