KAYNAK : Haber Vitrini
"Kanal D'deki partizanlığın kökünü kazıdım"
"Aylardır 'temizlik' yapıyorum"
"Artık kavga etmekten bıktım"
Geçtiğimiz yaz aylarında, çok tartışılan selefi Tuncay Özkan'ın Show TV'ye transfer olmasıyla Doğan Medya Grubu Başkanı Aydın Doğan tarafından Kanal D Haber Merkezi'nin başına getirilen Fatih Altaylı, son beş aydır yaşadıklarını ilk kez Yeni Şafak'a anlattı. Altaylı ile "liboş medya-dinci medya" ilişkilerinden "patron baskısı"na, rating uğruna yapılan kepazeliklerden Kanal D Haber'deki "Tuncay Özkan tahribatı"na kadar uzanan sıradışı bir söyleşi gerçekleştirdik. Yeni Şafak farkı ve her zamanki Altaylı dobralığıyla!
- Fatih bey, sevenleriniz bir süredir birbirinden çok farklı iki Fatih Altaylı izliyor. Biri gazetedeki köşesinde sözünü sakınmayan, muhalif olduğu çevrelerle sert tartışmalara giren, o bildiğimiz öfkeli Fatih Altaylı. Diğeri ise televizyon programlarında konuklarına son derece hoşgörülü ve saygılı davranan, şaşırtıcı derecede sakin bir Fatih Altaylı. Bunlardan hangisi gerçek?
- İkisi de... Hattâ, ararsanız daha başka Fatih Altaylı'lar da var. Sabah radyo programı yapan, eve gidince çocuğuyla oynayan ve daha bir sürü farklı cephesi olan bir adam. Ben hayatının her anında standart davranışlar ve tepkiler sergileyen biri değilim. Hepimiz gibi benim de öfkelerim, sevinçlerim ve başka insanî duygularım var. Aslında "Teke Tek" de eskiden benim köşeme yakın üslûpta bir programdı; yani daha sertti, kavgacıydı.
Ancak, zaman içinde adım adım o tarzdan vazgeçtim. Aslına bakarsanız yazılarımın üslûbunun da giderek değişmekte olduğunu farkediyorum ben. Çünkü, ülkemizde demokrasinin son on yıl içinde çok ciddi bir olgunluk sınavından geçtiğine inanıyorum ve toplumumuzun artık kavga etmesini istemiyorum. O sınavların bir çoğundan başarıyla geçmiş bir toplumun, artık kavgadan ziyade geleceğe yönelik daha iç açıcı planlar yapması gerekiyor. Türkiye özellikle Güneydoğu'daki yarı-savaşın bitmesiyle birlikte yepyeni ivmeler kazanacak bir noktaya geldi. Hal böyleyken ulusal basın anlayışımız da insanları tekrar kışkırtmak, birbirine düşürmek ve -zaten bir sürü ayrım noktası varken- bu ayrımları iyice körüklemek üstüne kurulmamalı. Artık daha yumuşak bir dönemin başlamasını arzuluyorum. Bizim yayınlarımızı takip eden genç kuşakların kaba saba kavgalarla değil, daha uygar bir çizgideki fikir tartışmalarıyla biçimlenmesi gerekiyor.
Türk milleti olarak kavga kültürümüz çok gelişmiş, ancak tartışma kültürümüz ise zayıf. Kafamız bozulunca hemen yumruğu çakan bir toplumuz. Doğrusu ben de artık bu kavga kültüründen uzaklaşıp, biraz daha "tartışma kültürü"ne gelmek istedim. Buna kimileri "yumuşadı", kimileri de "döndü" diyor. Ben ise yaşadığım değişimi "olgunlaşmak" olarak nitelendiriyorum. 30 yaşında köşe yazarı oldum, şimdi 40 yaşındayım. Geride bıraktığımız on yıl içerisinde herkes gibi ben de yazarlıkta bazı şeyleri öğrendim. 33 yaşında televizyon programı yapmaya başladım, onu da adım adım geliştirdim. Velhasıl hepimiz gelişiyoruz, öğreniyoruz ve farklılaşıyoruz. Ama özümdeki doğruluktan, özümdeki ödünsüzlükten hiç bir zaman kopmamaya gayret ediyorum. "Siyasilerle ilişkimi sınırladım"
- Yakın zamana kadar mesleğinizde iki ana uğraşı alanınız vardı. Biri her hafta "Teke Tek"i yapmak, diğeri de Hürriyet'teki günlük yazılarınızı yazmak... Şimdi ise, Türkiye'nin en önemli televizyon kanallarından birinde son derece stratejik bir görevdesiniz. Son aylarda hiç "Ben ne halt ettim de başıma bu dertleri sardım" diye düşündüğünüz oluyor mu?
- Ben aslında Kanal D'den önce de Doğan Medya Grubu içinde idarî görevlere o kadar uzak değildim. Sağolsun, Aydın Bey bana bu görevi tevdî etmeden önce de radyolarda ve holding bünyesinde bazı sorumluluklar almıştım. Ancak, kabul etmek gerekir ki bunların hiçbiri Kanal D Haber gibi çok vitrinde olan görevler değildi.
İşin gerçeği, Aydın Bey bana bu görevi önerdiğinde ilk önce kabul etmedim. Çünkü özel hayatıma ve aileme zaman ayıramayacağımdan korkuyordum. Ama kendisi "Fatih" dedi, "Bu iş böyle yürümüyor. Artık dışarıdan transferler dönemini kapatıp içimizden birilerini yönetici yapma zamanı geldi. Senden bu görevi özellikle kabul etmeni rica ediyorum". Ben de daha fazla direnmeyip kabul ettim. Başlangıçtaki tereddütlerim ise artık geçmiş durumda. Çünkü, eğer ekibinizi iyi kurarsanız, çalışma programınızı iyi yapar, ona titizlikle uyarsanız genel yayın yönetmenliğinin tahammül edilemez bir zorluğu yok.
Benim hayatımda bu görevden sonra özellikle şu değişti: Eskiden siyasetçilerle daha fazla temas halindeydim. Bu göreve geldikten sonra ise onlarla ilişkilerimi çok daha alt düzeylere indirdim, aradaki mesafeyi de iyice artırdım. Eskiden her gün haber toplamak için bir-iki bakanla görüşüyordum. Şimdi artık bunu kendim yapmıyorum, bilhassa muhabir arkadaşlara yaptırıyorum. Çünkü devleti yönetenlerle medya kuruluşlarını yönetenlerin çok fazla yakın ilişkiler içinde olması son derece sakıncalı.
"Eskiden bir partiye yakındık"
Sanırım, yürürlüğe koyduğumuz bu yeni kurallar, yaptığımız yayıncılıkta da hemen farkediliyordur. Ben bu kanalın başına geçeli henüz beş ay oldu. Bu beş ay zarfında Kanal D Haber'i inanılmaz tarafsız bir çizgiye çektik. Artık bütün siyasî partilere eşit mesafede duruyoruz. Eskiden burası bir siyasî partiye çok daha yakın duruyordu. Ama altını çizerek söylüyorum, bu bir patron talebi değil, bir yönetici tercihiydi.
- Yani, Kanal D'de uzun yıllar boyu süren o malum ANAP hakimiyeti Aydın Doğan'ın bir tasarrufu değil, tamamen Tuncay Özkan'dan kaynaklanan bir durumdu, öyle mi?
- Kesinlikle. Biz gelir gelmez bunu hemen ortadan kaldırdık. Bugün parlamentodaki temsil oranlarına uygun bir habercilik yapıyoruz, her siyasî düşünceye de oy oranlarına uygun sürelerle yer veriyoruz. Ankara haberlerine büyük bir ciddiyet getirdik. Düzeyli bir siyasî magazin anlayışı oluşturduk. Ama bütün bunları yaparken büyük bir eşitlik içinde hareket etmekteyiz. Çünkü burayı bir siyasî partinin ya da bir siyasî görüşün devamı haline getirmek istemiyoruz. Ha keza, aynı şekilde Emniyet Teşkilâtı haberlerine ve bürokrasi ile ilişkilerimize de bir mesafe getirdik. Eskiden Emniyet'in bazı birimlerine daha yakın, bazı birimlerine daha uzak bir "tarafsızlık anlayışı" vardı burada; biz onu da tamamen ortadan kaldırdık. Açık söyleyeyim, bizi emniyet, adalet ya da bürokrasi içindeki belli gruplar ve gruplaşmalar artık hiç ilgilendirmiyor. Sonuçta, bütün bu radikal reformları beş ay gibi kısa bir süre içerisinde yaptık. Hem de büyük bir personel tasarrufuyla...
- Ama yaygın kanaate göre, Türk televizyonculuğundaki azgın rating mücadelesi bu kadar tarafsızlığı ve ciddiyeti pek kaldırmıyor. Yeni yayın çizginizle birlikte sizin rating ile aranız nasıl ? İşler iyi gitmediğinde "patron baskısı" denilen sorunu yaşıyor musunuz? "Rezillikle rating almayacağız"
- Ben ratingin sonuçta o kadar da kötü birşey olduğunu düşünmüyorum. Geçmişte "Teke Tek"i hazırlarken sıfır rating aldığım da oldu, on rating aldığım da. Programımı yaparken "şu ratingi alalım, bunu alalım" diye hiç hesap yapmadım. Ha, yapmadım da ne oldu? Açık olmak gerekir ki bu işten adam gibi para kazanamadım. Benim "Teke Tek" programından yıllar boyunca elde ettiğim gelir, klip sunan kızların elde ettiği gelirden daha fazla değildir. Haber bülteninde durumunuz öyle değil tabiî. Haber, televizyonun tamamına ilişkin bir vitrin olduğu için, o noktada biraz daha rating kaygısı güdüyorsunuz ister istemez. Ama herşeye rağmen rating uğruna temel kalite kriterlerimizden asla ödün vermeyeceğiz. Ben burada haberi iki ana gruba ayırdım; biri siyasî haberler, diğeri ise magazin. Ciddi haberde ciddiyiz, diğerinde de düzeyli bir magazincilik yapıyoruz. Yani herkesin istediği şey var bültenlerimizde.
Televizyonculukta iki şekilde rating alabilirsiniz; bir "iyi iş yaparak", iki "rezillik yaparak". Kanımca bu ülkede iyi işler de fena olmayan bir rating yakalayabilir. Öyle dehşetli, zirvelere çıkan bir sonuç olmuyor ama kabul edilebilir bir izlenme oranı tutturabiliyorsunuz. Şimdi meselâ rezillik yapanlar artık bizden daha iyi rating alamıyor. Reha Muhtar buna en iyi örnek. Eskiden bütün kanallar akşam 19.30'da ana haber bülteni yapardı. Kanal D başarılı olunca iki kanal, Star ve Show saat 19.00'a kaçtılar. Star bizi engelleyebilmek için saat 19.30'a bir de "Reha Muhtar Show" koydu. Yine bir rezillik programı yapıyor. Fakat buna rağmen bakıyorum o program bizi ve ATV'yi, yani iki tane iyi haber yapan kanalı geçemiyor. Bu da gösteriyor ki, rating illa da kalitesizliğe, pisliğe, rezilliğe gidecek diye bir kural yok. Olabilir, çok sansasyonel bir rezillik bulurlarsa bizi belki bir tek gün için yine geçerler; ama artık bu tür programların ratingi garanti diyemiyor hiç kimse.
- Pekiyi, "kabul edilebilir rating" dediğiniz bu oran, bir işadamı olarak Aydın Bey'e yetecek mi? Kendisi Kanal D'deki bu gidişâta ne diyor?
- Aydın Bey bana bu görevi teklif ettiğinde, benim kendisine ilk sözüm şu oldu. Dedim ki "Beyefendi, ben bu rating konusunda çok fazla deneyim sahibi bir insan değilim. Piyasada bu işin kurtları var. Ben size sizi utandırmayacak bir habercilik anlayışının garantisini verebilirim, ama bunun yüksek rating alacağının garantisini ise veremem". O da "Bu tam benim istediğim şey" dedi, "Saygın bir kanal ve ciddi bir haber bülteni istiyorum, ama sana rica ediyorum, izlenme oranları öyle yerlerde de sürünmesin." Aynı şekilde, göreve başlarken ekip arkadaşlarıma da hedefimi "kabul edilebilir bir izlenme oranı" olarak tanımladım. Ancak, takip ettiğimiz yayıncılık anlayışı bizi sonradan adım adım birinciliğe taşıdı. Demek ki öyle hemen peşin hüküm sergileyip Türk halkının beğenilerini küçük görmemek gerekiyormuş.
"Bu reklâm pastası bu medyayı taşımaz"
- Sizce bugün Türkiye'de varolan ticaret hacmi ve ona bağlı reklâm potansiyeli, bu kadar çok sayıda ulusal radyo ve televizyon kuruluşunu taşıyabilecek düzeyde mi?
- Olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Bugün mesela Almanya'da yalnızca bir özel televizyonun yıllık reklâm geliri, Türkiye'deki bütün televizyon kanallarının toplam gelirinin iki buçuk misli civarında. Ülkemizde bu yıl beklenen toplam reklâm harcaması taş çatlasın 700 milyon dolar olacak. Bunun da yarısı yazılı basına, yarısı ise televizyonlara gidiyor. Bir kere kaliteli bir ulusal televizyonun yıllık giderinin 35 milyon dolardan aşağı olması mümkün değil. Bu da rekabetin çok yoğun olmadığı rutin yıllar için geçerli bir rakam. Mesela, geçen yılki rekabet ve kargaşa ortamında aylık masraf aylık 5,5-6 milyon doları buluyordu. Böyle bir durumda da bir televizyon yılda 60 milyon dolar harcamak zorunda kalıyor. Şimdi Türkiye'de 16 tane ulusal kanal var. Bunların tamamına yıllık 350 milyon dolar civarında bir gelir kalıyor. Kurum başına düşen meblağdan bir de reklâm getiren ajansların yüzde 20 komisyonlarını düşün. Geriye kalan yıllık pay, gerçekte bir televizyonun aylık masrafına yetmez.
- Yaptığınız bu basit hesap, medyanın "zorunlu iktidar yalakalağına" itilişinin de bir anlamda kanıtı değil mi?
- Vallahi, ben size birşey söyleyeyim mi, yalakalık da bir noktadan sonra yürümüyor. İktidara yalakalık yapıyorsunuz, ama sonunda yine batıyorsunuz. Mesela Sabah gazetesinin bir dönem boyunca yaptığı da buydu. Bir ara camiada "Sabah bir başlık attığında, o başlığın üslûbundan gazetenin kredi ihtiyacı var mı yok mu hemen anlaşılır" diye bir muhabbet yapılırdı. Ama ilelebet olmuyor işte. Elinize bir banka bile verilse bu sefer o bankayı ayakta tutmak zorundasınız. Kısacası yalakalığın sonu yok.
Aydın Bey'in bir prensibi var. Kârlı olmayan hiç bir kuruluşu elinde tutmuyor, işler yürümüyorsa da anında satıyor. Ben meselâ, Kanal D Haber'in bütçesini sürekli minimumda tutmak zorundayım. Eskiden hesap kitap işleriyle bu derece haşır neşir değildim. Oysa şimdi elimde kağıt kalem, sürekli hesap yapıyorum.
Bakın, ben zaman zaman ihtiyaç hissetmeme rağmen kanalımda İHA, CHA ve AP gibi üç büyük ajansı kullanmıyorum. Kabul, üçü de Türkiye'de habercilik açısından önemli kaynaklar; ama bu da bana ayda 100 bin dolar tasarruf sağlıyor. Belki ayda 100 bin dolar bir televizyon için çok bir şey değil, ama oluşan tasarrufa bir yıllık perspektiften bakarsanız, 1 milyon 200 bin dolar eder. İyi para bu.
"Zarar varsa, patron işe karışır"
Aynı şekilde, personelde de kısıntıya gittik. Tuncay Özkan burada 125 kişiyle çalışıyordu, ben ise şimdi aynı haber merkezini 65 kişiyle döndürüyorum. Tuncay buradan giderken en yüksek maaşı alan elemanları götürdü. Ben onların yerine eleman almadım, aşağıdaki çocukları yukarıya kaydırdım. Tamam haberciyiz, ama bu işi yaparken aynı zamanda bir işadamı gibi düşünmeye mecburuz. Eğer bir medya kuruluşu kârdaysa o kuruluşun sahibi halktır, eğer zarardaysa o durumda sahibi patrondur. Biz kârlı olursak patron bize dokunmaz, onunla da hiç bir işimiz olmaz. Ama eğer maaşımızı kendimiz ödeyemiyorsak, habire patrondan para alıyorsak, o zaman patron da gelir yakamıza yapışır. Ben Kanal D'nin başına geçeli beş ay oldu. Aydın Bey ile topu topu iki kere telefonla konuştum, iki kere de yüzünü gördüm. Seçim döneminde bir kere telefon açtı, "Aman Fatih" dedi, "Ne olur bütün siyasî taraflara çok mesafeli yaklaşın ki bana bir laf gelmesin". Diğer telefonunda da kritik bir haber ile ilgili aradı, "Emin misiniz" dedi, "Bu iş gerçekten böyle mi olmuş? Yoksa başımız çok ağrır". Her iki görüşmemizde de kendisini aydınlattım ve mesele bitti. Geçenlerde de bir toplantıda karşılaştık, "Nasıl gidiyor Fatih" dedi. "İyi gidiyor ağabey" dedim. Benim patronla beş aydır bütün temasım bu. Tabii, eğer bütçeyi denkleyemezsem işler bu kadar iyi gitmezdi, onu da kabul ediyorum.
"Dinci basın" meselesi
- Türkiye'de uzun yıllardan bu yana medyanın bir bölümü diğerine "dinci basın", öteki de bu taraftakine "liboş medya" şeklinde hitap ediyor. Bu seviyesiz üslûp bugünlerde biraz durulmakla birlikte, en azından bazı yazarlar düzeyinde hâlâ geçerli. Siz de -sözgelimi- beni ve gazetemi "dinci basın" olarak görenlerden misiniz?
- Evet, tarif ettiğiniz o tiplerden hâlâ var, çünkü bu bir ekmek kapısı. Bu üslûbu kullanarak belli imtiyazlar elde ediyorlar. Açık söyleyeyim, aynı meslekten insanların birbirlerine karşı bu denli husumet beslemelerini kendi adıma kesinlikle doğru bulmuyorum. Bu konuda Fatih Altaylı olarak benim de geçmişte bazı şahsî hatalarım olmuştur. Ancak bir çok sevabım da sözkonusu. Mesela, size bir hatıramı aktarayım.
Ben gazeteciliğe 27 yaşında başladım. Ondan önce bir baskı tesisinde yöneticilik yapıyordum. Tam da o sırada Vakit gazetesi yayın hayatına atılmak üzere ve sahipleri de bir matbaa arayışındalar. Gazetenin çizgisi bugün olduğu gibi o zaman da siyasî görüşlerime tamamen tersti. Beni dolduruşa getirmek isteyenler oldu, "basma bu gerici gazeteyi" diyenler çıktı. Ancak sonuçta Türkiye'de yeni bir gazete çıkıyor ve o an için basılabileceği uygun bir matbaa yok. Hiç kimseyi dinlemedim ve o arkadaşlara baskıdan dağıtıma kadar her konuda yardımcı oldum. Vakit yöneticileri o dönemi iyi hatırlayacaklardır.
Benim bu gibi konulardaki demokratik yaklaşımım sınırsızdır. Yazılarımda ya da programlarımda bu arkadaşların düşünceleriyle kavga ederim, o başka birşey. Ama çizgisini beğenmediğiniz yayınların çıkmasını engellemeye çalışmak, yazarlarını susturmak, bu gazeteleri engelleyenleri alkışlamak falan kesinlikle bana uygun şeyler değil. Meselâ gazetenizin yazarı Nazlı Ilıcak defalarca benim programlarıma katıldı. Yine, Hürriyet gazetesine en ağır hakaretleri savurduğu dönemlerde Doğu Perinçek'i programımda konuk ettim. Bu konuda kendi adıma çok temiz bir sicilim olduğuna inanıyorum. Yine, hatırlayın bir "Andıç meselesi" patlamıştı. O kriz sırasında Sabah gazetesi üç yazarının görevine son verdi: Mehmet Ali Birand, Ali Bayramoğlu ve Cengiz Çandar. Müthiş üzülmüştüm. Tepkimi köşemde açıkça ilan ettim ve her üç yazara da "Köşem size açıktır" diye çağrıda bulundum. Sonra Mehmet Ali'nin bir kaç yazısı benim köşede yayınlandı. Bununla da yetinmedim, Ertuğrul Bey'e gittim ve bu arkadaşlarımızı Hüriyet'te işe almasını teklif ettim. O günlerde Ertuğrul Özkok'ün de bu işten çıkarmalara isyan ettiğini hissediyordum, ancak bir şey yapamadı, çünkü çok kritik bir süreçti. Şimdi onlardan ikisi sizde yazıyor.
Neticede, medyadaki "liboş" ve "dinci" hakaretlerinin bitmesini ve ayrılıkların artık normal fikir çatışması düzeyine indirilmesini istiyorum. Bu kavgaların bitmesi lazım, ancak bu iş karşılıklı adımlarla olur. Birbirimize biraz olsun güvenmeyi öğrenmeliyiz. Bu kadar kavga ve hakaret yeter artık.
- Sizin de örnek aldığınız Batı medyasında bu denli belden aşağı vurulan kavgalara pek tanık olunmuyor.
- Yok böyle şeyler orada! Bir insan olarak, bir yurtsever olarak, bir gazeteci olarak diyorum ki, ben seçimle, halkın oyuyla işbaşına gelen Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidarına artık güvenmek istiyorum. En azından her iktidara güvendiğim kadar. Ve bunlara da her iktidara verdiğim kadar bir süre vermeliyim. Sonra bir bakıyorum, ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranabilmişim. Tırnak içinde "dinci basın" bu mesajımı okuyunca diyor ki "Bak işte bu eskiden böyle değildi, devir değişince yalakalığa başladı". Düşüncelerime yakın gibi görünen kesim de başka bir suçlama getiriyor, "Ne o Fatih dönmeye mi başladın, galiba sen de ilkelerimizi satıyorsun" diyorlar. Yahu ben neyi sattım, hiç birşeyi sattığım falan yok. Yarın öbür gün bu ülkede AKP iyi birşeylere imza atarsa onların yanındayım. Eğer yanlış birşey yaparlarsa geçmişte Mesut Yılmaz ile yaptığım kavganın on katını onlarla yaparım. Yarın bu konuda bir kavga vermek gerekirse ben yine köşemde eleştirilerimi yapacağım. Ancak bugün böyle bir kavga gerekmiyor. Çünkü ben Türkiye'nin geleceği konusunda son derece umutluyum. Madem ki halk bu partiyi iktidara getirdi, o halde bu ülkenin anayasal düzeni doğrultusunda çalışmalarına destek olacağız. Diyorlar ki onlar Ak Parti! Yahu Ak Parti Mak Parti! Senin Ak Parti dediğin partinin bir dönemin ANAP'ından ne farkı var? Abdülkadir Aksu eğer kötü bir insan ise 11 yıl önce de kötüydü. Üstelik bizler o günlerde bugünkü kadar alarm durumunda da değildik. Şimdi adama soluk aldırmıyoruz. Gözümüz üzerinde, attığı her adımda ne falso yapacak diye bakıyoruz. Demek ki aslında 11 yıl önce daha rahattı, rahat olduğu için de daha tehlikeliydi. Yani neden insanlara şans vermek yalakalık ya da yolundan sapmak olsun? Ama kusura bakmayın, hiç kızmaca yok, ben aynı tavırları muhafazakâr medyada da görüyorum.
- Merak etmeyin, biz Yeni Şafak'çılar öyle kolay kolay kızmayız.
- Biliyorum, o yüzden de Yeni Şafak'ı çok ayrı bir yere koyuyorum. Her sabah işe gelince ilk olarak göz attığım bir-iki gazete arasındadır Yeni Şafak. Ama doğrusu, muhafazakâr yazarların hepsi aynı olgunlukta davranmıyor. Bu arkadaşlar bana ilk önce diyorlar ki "Sen bunların yurt severliğine ve değiştiğine neden inanmıyorsun?" Tamam inandım diyorum, bu sefer de "Hadi lan oradan yalan söylüyorsun" diye öfkeleniyorlar. Şunu mu yapmalıyız yani, daha birinci gün gelmişler, "Bunlardan bir b..k olmaz" diye yazalım. Yahu niye olmasın, belki de olur! Olmazsa da bunu zaman gösterir. Ben istiyorum ki olsun. Halk iradesi diye bir şey var. Nüfusun yüzde 35'i bu ekibe inanmış ve onları iktidara taşımış. Üstelik de yüzde 65 güçle! Bana düşen bu ekibi hataya sevketmek, köşeye kıstırmak, kavga ettirmek ya da toplumdan izole etmek değil. Bunlara güvenmek ve yollarını açmak zorundayım. AKP'nin bütün yöneticileri de benim gözümde diğer bütün siyasetçiler kadar kadar siyasetçidir. Türkiye'nin geleceğini planlayanların illa da benimle aynı fikirde olmaları gerekmez ki? Eğer farklı bir siyasî görüş Türkiye'yi iyiye götürecekse, ben ona da destek veririm. Çünkü Türkiye böyle kavgalarla beş sene kaybedecekse bu benden gidecek, benim kızımın hayatından gidecek. Bir tane Türkiye var ve benim çocuğum bu Türkiye'de yaşayacak kardeşim. Biz ömür boyu bir foseptiğin içinde depelenip duracak mıyız?
- Siz, evinden ofisine ancak yarım günde gidebilen bir başbakan modelinden hayli şikayetçiydiniz. Şimdiki tempo herhalde bir ölçüde hoşunuza gidiyordur.
- Gayet tabiî hoşuma gidiyor. Meselâ Recep Tayyip Erdoğan'ın bu son AB gezilerinden müthiş zevk aldım, devlete inanılmaz bir dinamizm geldi. Öbüründen ise içime fenalıklar geliyordu. "Dinamik Türkiye", "genç Türkiye" falan filan diyoruz, ondan sonra da 80 yaşında bir başbakanla iş yapmaya çalışıyoruz. Yürüyemiyor, konuşamıyor, anlamıyor. Demokrasi diye birşey varsa bu insanlar seçildiler yahu! Seçilmiş bir insanın önünü kesmek midir medyanın görevi, yoksa bunların yolunu açmak mıdır? Gerektiği yerde destek olduğumuz gibi köstek de oluruz o ayrı. Ancak, peşin bir tavırdan nefret ediyorum.
Şimdi de diyorlar ki "Tayyip Erdoğan'a yalakalık yapıyor". Yahu kardeşim, ben sana üç sene önce yazdığım yazıyı arşivden çıkartayım, gör bak orada ne yazıyor: "Bu Tayyip Erdoğan Türkiye'ye başbakan olur". Konjonktür değiştikçe benim yazılarıma ve düşüncelerime bakış bir olumlu oluyor, bir olumsuz. Oysa ben bu süreçte hep aynı yerde duruyordum.
"Gazetecilerle samimiyetim yok"
- Yani, bir anlamda "vakitsiz öten horoz" durumu mu?
- Hem vakitsiz, hem de galiba biraz fazla öten bir horoz... Vaktiyle yazıp söylediklerimin yüzde doksanı sonradan doğru çıkmıştır, ama tabiî yine de sevmeyenler olacak. Meselâ beni basın sektöründe de sevmeyenler çoktur. Çünkü, gazetecilerle fazla içli dışlı bir hayatım yok. Akşam olur, evime, çoluk çocuğuma giderim. Benim için ailem çok önemli. İş dışı zamanlarımı eşimle, kızımla, anne-babamla geçirmeyi seviyorum. Tamam habercilik önemli, cep telefonum zaten gece gündüz açık. Kanal'dan eve gidince telefonum geceyarısı da çalar. Muhabirler, editörler ararlar, "Ağabey şöyle bir olay oldu, ne yapalım" derler. Gerekiyorsa paldır küldür işe geri döneriz. Ama bütün hayatım haber değil benim. İş dışı zamanlarımı da Laila'da ya da Reina'da geçirmiyorum. Çok çalışan ve erken kalkan bir adamım, sabaha kadar oralarda dolaşırsam, sabah kalkıp işimi nasıl yaparım? Ayda yılda bir gezmeye gidersem de bu çoğunlukla bir aile yemeğidir.
Meslekten kişilerle bu yüzden çok fazla diyaloğum olamıyor. Sürekli görüştüğüm yalnızca bir iki gazeteci dostum var. Öyle olunca meslektaşlar arasındaki muhabbet ortamına uzak kalıyorsunuz. Haliyle onlar da size mesafeli duruyor, hattâ yapılan bazı haksız suçlamalara çanak tutuyorlar. Nitekim, Türk medyası beni haksızlığa uğradığım bazı olaylarda hiç korumamamıştır. Meselâ, benimle ilgili olarak, bir siyasî görüşün uzantısı gibi davranan, o görüşten menfaatlenen bazı gazeteciler "Bu adam MİT ajanı" diye bir iddia ortaya atmışlardı. Hiç bir yasal dayanağı ya da kanıtı olmayan çirkin bir iddiaydı bu. Elbette ki Türkiye'nin menfaatleri için çalışan gerçek bir ajan için MİT ajanlığı ayıp ya da kötü birşey değil. Ancak, ben bir gazeteciyim, taşımadığım bir görevle böbürlenecek halim yok. Buna karşılık, bazı köşe yazarları bu iddiaya dört elle sarılıp ısrarla üzerine gittiler. Amaçları beni yıpratmaktı. Güvenilirliği çok kuşkulu sıradan bir gazetecinin bu iddiası şaşılacak şekilde rağbet gördü.
Öte tarafta ise, geçtiğimiz günlerde üst düzey bir MİT görevlisi, Kanal D'deki selefim Tuncay Özkan için "Bu arkadaş MİT'in elemanıydı" dedi; bakıyorum günlerdir aynı köşe yazarlarında tıs yok. Tek satırla bile değinmediler bu ciddi açıklamaya.
- Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
- Ben teşekkür ederim. Yeni Şafak'ı büyük bir zevkle izliyorum ve oradaki bütün meslektaşlarıma da selamlarımı gönderiyorum. (Bu görüşme, 28 Kasım 2002 Perşembe günü saat 12.00'de, Kanal D genel merkezinde gerçekleştirilmiştir.)
ALİ MURAT GÜVEN / Yeni Şafak
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 18:53