IRAK'TA DÖRT GÜN REHİN TUTULAN ZEYNEP TUĞRUL'DAN, GAZETESİ SABAH'A AĞIR ELEŞTİRİ
Sevgili arkadaşlar...
Irak'ta rehin alındığım günlere ve sonrasında beni daha fazla yıpratan gazetemin ve meslektaşlarımın tutumuna ilişkin gösterdiğiniz duyarlılık için ne kadar teşekkür etsem azdır. Sizlere bu kadar geç yanıt verdiğim için çok özür dilerim. Defalarca bu satırları size aktarmak için bilgisayarın karşısına geçtim, ama klavyenin tuşlarına her basışımda aynı acıları bir kez daha yaşayınca beceremedim.
Hazır kendimde kuvvet buldum diye, mail'i biraz uzun tutarsam lütfen kusura bakmayın. Gerçekten hepinize profesyonel yaklaşımınız ve bana olan desteğiniz için teşekkür etmek için başladım yazmaya... Ayrıca, yaşadıklarımı paylaşmam gereken en anlamlı mekanın burası olduğunu düşünüyorum. Çünkü yaşadığım bu tecrübe, haberlerin nasıl ve hangi ortamlarda hazırlandığı, seçilen fotoğraf ve cümlelerle olayın, özünden nasıl kopartıldığı, etiksel çarpıklık gibi konular için tam bir örnek teşkil ediyor.
Irak'ta yaşadıklarımı bir anlamda meslek kazası olarak nitelendiriyorum. İşgal ve direniş sırasında bölgeden haber hazırlayan herhangi bir meslektaşımın başına gelebilecek bir talihsizlik ... Ne mesleğime olan büyük sevgim azaldı ne de bu işgale karşı duyduğum üzüntü ... O korku, fiziksel ve zihinsel işkence dolu 4 gün ve geceye gelince ... Gazetemde çıkan haberi gördüğüm andan itibaren içine düştüğüm hayalkırıklığı ve şok nedeniyle henüz o anki hislerimle yüzleşemedim.
Okulun ilk gününde, bir hocamız bize şu soruyu sormuştu: ''Bir sinek ile insanın ortak yanı nedir?'' Bizler şaşkın şaşkın yüzüne bakarken, o cevaplamıştı: ''Her ikisini de gazete ile öldürebilirsiniz. Sineğin üzerine bir gazete ile vurursunuz, bir insan hakkında da öyle bir haber hazırlarsınız ki, her ikisinin de son aynı olabilir''
Pasaportsuz, iç giyimimden ve ayağımdaki terliklere kadar Iraklı bir ailenin verdiği kıyafetlerle Habur'a ulaştığımda, ilgili makamlar ''Zeynep, gazetenden arıyorlar. Sadece iyi olduğunu söyleyip telefonu kapatman gerek'' dediler. Zaten daha sonra öğrendiğime göre, gazete de Genelkurmay'dan ''Sadece sesini duymak istiyoruz'' diyerek bu izni almış. Daha telefonu elime alır almaz, ilk duyduğum söyler şu oldu: ''Zeynep, saat 18:00'a geliyor. Kıbrıs baskısına haber yetiştirmek zorundayız.'' Kendilerine konuşmamın yasak olduğunu bildirdiğimde ise şu yanıtı aldım: ''Bizi hiç ilgilendirmiyor. Sen gazetecisin burası da gazete. Hemen orada fotoğrafını da çektir (Bulunduğum noktadan fotoğraf çektirmenin yasak olduğunu ısrarla belirtmeme karşın)'' Sonuç olarak ilgili makamların, ''telefonu kapat'' uyarıları arasında 10 dakikalık bir sürede herşeyi özetlemem istendi. Ancak benim anlattığım herşeyi, sanki kendileri yaşamışcasına değiştirmek istediler.
''Beni ilk rehin alan kişiler, Sünni mücahitlerdi'' derken, telefon hattının diğer ucundan şu sözleri duyuyordum, ''Şekerim, bütün ABD basını bangır bangır yazıyor. Telafer'de Şii'ler yaşıyor. Sen yanılmışın. Neyse devam et bakalım... Biz burada düzeltiriz ...'' ya da ''Bizi ilk rehin alan kendisine Emir diye hitap edilen Abu Abdullah isimli mücahitti. Beni şaşırtacak ölçüde kibar davranıyordu. Hatta sürekli olarak eğer gazeteciysem korkmamam gerektiğini söylüyordu'' şeklindeki sözlerime, kahkahalar içinde şu yanıtı aldım: ''Sen galiba şu Emir'e aşık oldun ... Çok mu romantikti?''
Sanırım bu iki örnek, üzerimdeki baskıyı da hesaba katarsanız, yaşadığım şoku size hissettirebilir. Haberi nasıl kurgulayacaklarını ilk o anda anlamıştım. ''Haberi döner dönmez ben yazmak istiyorum. Lütfen siz dokunmayın'' şeklindeki ısrarıma ise şu yanıt veriliyordu: ''Haber seni mi bekleyecek!'' En sonunda, ''Madem sen yazmak istiyorsun, o zaman Diyarbakır'a git. Geceyi Diyarbakır'da geçir. Sabah da internetten haberini yazarsın.'' Bu teklif de Türk makamları tarafından kabul edilmedi. Benim için Adana'dan uçak bileti alındığı söylendi. Gazetenin, ''O zaman Adana'da bir internet kafeden haberini yazarsın'' şartını kabul edince sorun çözüldü diye düşündüm. Ama yanılmışım ...
Uçağı kaçırma ve dayaktan dolayı sızlayan vücuduma karşın 30 saat sürecek bir kara yolculuğunu göze alma pahasına, saat 12:30 civarında Adana'daki bir internet kafeden derli toplu bir haber gönderdim. Gazete saat 16:00'da beni taksi şoförünün cep telefonundan aradı: ''Haberini şimdi okutuduk. Anlattıklarında ben heyecan verici birşey duyamadım. Biz senin nasıl dayak yediğinle ilgileniyoruz. İstanbul zaten bunun anonsunu yaptı'' Taksi şoförü ''şarjım bitiyor'' diye telefonunu ısrarla isterken, bana, ''Bizi taksi şoförü filan ilgilendirmiyor. O zaman Diyarbakır'da kalsaydın'' yanıtı veriliyordu. Sonuçta, yazdıklarım bir kenara atılarak 5 dakika içinde beni nasıl dövdüklerini anlattım. (Ama gazetede gördüğünüz (Ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide yürüdüm; arkadaşımı n gözlerinde korkuyu görüyordum) gibi dramatik cümler kesinlikle bana ait değildir. Zaten bana ait cümlere ise 7 satırı geçmez...
Bütün bunları, ''Sanki magazinsel bir olaymış'' gibi yansıtılan bir haberin hangi koşullarda hazırlandığını vurgulamak için anlatıyorum. Haberin içindeki maddi hatalar ise saymakla bitmez... 4 gün ve gece süren rehin durumum 2 güne indirildi, planımda olmayan Bağdat'a giderken yakalandığım ve beni ilk tutan kişilerin Baasçı oldukları iddia edildi. Bunların hiçbiri doğru değil ... Şunu da belirteyim ki, sizlere bu anlattıklarımı gazetede bir kişi dahil merak edip dinlemedi. Beni dinlemelerini bir kenara bırakın, ayağımda terliklerle evden önce gazeteye gittiğimde, bana insanların çoğu merhaba bile demedi.
Gazetedeki fotoğraflara gelince ... İlk olarak şunu söylemek istiyorum. Eğer, o Amerikalı askerlerle olan fotoğrafımı gazete bir gün önce kullansaydı, kesinlikle başım kesilirdi. Direniş örgütlerinin internette nasıl araştırma yaptıklarına inanamazsınız. Bu yöndeki sitemimi gazeteye ilettiğimde ise bana şu yanıt verildi: ''Eeee, çektirmeseydin sen de o zaman...'' Oysa o fotoğraf, gazetenin isteği üzerine çektirilmişti.
Elimde pasaportla çekilmiş fotoğrafıma gelince ... Ne yazık ki insanlara ''hayır'' diyememenin cezasını bir kez daha çektim. Gazete yönetiminin tam kapıdan çıkarken, ''Kaçırılırsan, fotoğrafını kendi gazetenden önce El Cezire basmasın'' demesi benim de birçok kişinin ısrarını kıramamam üzerine çekildi. Kendi dedikleri gibi ''kötü bir şakaydı'' ve o samimiyet ortamı içinde yine gazete içinde kalmalıydı.
Habur'daki fotoğrafı o saatte çektirmek içinse, ilgili makamlara ne kadar dil dökmek gerektiğini anlatamam...
Zamanı olan arkadaşlarım için bir de hakkımda bazı internet sitelerinde çıkan iddialara ilişkin yanıt vermek istiyorum:
1- Irak'a tatile gittiğim yönündeki iddialar: Beni tanıyan meslektaşlarım Irak konusuna profesyonel ilgimi, gelecekteki bir dönemde Bağdat temsilcisi olarak görev yapmak istediğimi bilirler. Ancak, resmi bir davetiye olmadan Irak'a giderek izlenim yazdığım iki seferin dışında, ''Sen Ankara muhabirisin. Irak'a gidersen Dışişleri Bakanlığı ile ilgili haberleri kim yapacak'' denilerek bu isteğim reddediliyordu. Gazetenin eski temsilci Muharrem Sarıkaya'ya görevinden ayrılmasından hemen önce şu öneriyi yapmıştım: ''Madem, mesai dönemi içinde Ankara'da olmamı istiyorsunuz, ben tatil dönemimde Irak'a gideyim. Gazete uçak biletimi ve oradaki masraflarımı karşılasın, ben de dönünce haberlerimi yazayım''.
Muharrem Bey'in görevinden ayrılmasının ardından, yeni temsilciye bu anlaşmayı anlattım. Kendisi, bu teklifi, ''Ben hiçbir sorun görmüyorum. Bu tarz tekliflere zaten açığım'' diyerek kabul etti. Harcırahım, görev yazım ve uçak biletlerim hemen o gün ayarlandı. Musul'daki ABD üssünde yaptığım röportajları kendisine gönderdiğimde ise ''Süper, beni bilgilendirmeye devam et'' diye mesaj gönderdi. Kısacası, Irak'ta bulundu?um süre, benim tatil süremdi ama gazetede aldığım izin, yayınlanması şartı ve gazeteden aldığım maddi kaynaklar ile Irak'a gitmiştim. Zaten, yukarıda belirttiğim gibi, Habur'a ulaşır ulaşmaz telefon açıldı ve ''Haber senin dönüşünü bekleyemez'' denildi.
2- Kolay Namaz Hocası'nı Kuran sanmaları: Bu kitapta sadece namaz kılınması anlatılmıyor. Kuran-ı Kerim'den ayetler yer alyyor. Kitabın dili hem Türkçe hem de Arapça. Kendinizi, bir hücre evinde, arkada iki Kalaşnikoflu direniçinin bekledi?i bir ortamda düşünün. Buraya, ağzınızın, gözlerinizin, ellerinizin bağlanmış olarak getirildiğinizi hayal edin. Sizi sorgulayan kişi, ''Tamam, Müslüman oldu?unu biliyorum. Çantanda Kuran'ı gördüm'' diyor. ''Hayır! O Kuran değil, babamın çantama koyduğu Kolay Namaz Hocası isimli kitap'' diye itiraf edecek kaç kişi var dünyada. Ayrıca, Türkmenleri tanıyan meslektaşlarım bilirler. Saddam Hüseyin'in Araplaştırma politikası sonucu, Türkmenler, Türkçe'ye çok yakın bir dil olan Türkmence konuşsalar bile latin alfabesiyle yazıp okuyamazlar.
3- Benim Scott Taylor'un tercümanı olarak görev yaptığım: Bu kesinlikle doğru de?ildir. Scott Taylor, benim bundan 2 yıl önce Bağdat'ta tanıştığım bir meslektaşım, son derece saygı duyduğum bir gazeteci ve en yakın arkadaşlarımdan biridir. Tamamen bağımsız olan, Esprit de Corps dergisinin yayıncısıdır. Ayrıca freelance olarak, Ottowa Citizens gazetesi, Halifax Gazetesi, Antiwar internet sitesi, Global TV ve Readers Digest için haberler hazırlamaktadır. Kendisi aynı zamanda eski bir askerdir. Kendisi ile ilgili bilgiler, hükümetine ve Kanada ordusundan kendisine yönelik eleştirileri, internetten kolaylıkla bulunabilir. Türkmenler ile ilgili hazırladığı ''The 'Others' in Iraq'' adlı kitabı Türkmen Cephesi'ne sunmak için Ankara'ya gelmişti. Kendisine, Irak'a gitmek için gazeteden izin aldığımı, bana eşlik etmesini teklif ettim. Dolayısıyla fikir bile benden çıktı. Scott'un ''She was serving as a translator and also filing stories for her newspaper'' şeklinde verdi?i demeç, benim tutuklu olduğumuz dönem içinde onunla direnişçiler arasında kurduğum iletişimdi. Kendisi her röportajında, ''Zeynep benim hayatımı kurtardı. Yoksa benim direnişçilerle iletişim kurmam, kendimi ifade etmem olanaksızdı'' demektedir. Kendisinden para almam sözkonusu dahi olamaz. Bu iddia, insan olarak beni en çok yaralayan iftira oldu.
4- Yaşadıklarımın asparagas oluşu: Bu sanırım ispatlanması en kolay konu. Zaten Bağdat Büyükelçiliği Associative Press'e verdiği demeçte, her sözümüzün doğru olduğunu bildiklerini ifade etti. Zaten sınırdan pasaportusuz, sorgusuz sualsiz geçilemeyeceğini herkes tahmin eder. Aynı şekilde Silopi Devlet Hastanesi'nde ''mecburi'' olarak muayne olduk. Muayne raporunun kopyası yanımda olmakla birlikte hiçbir zaman bunu kullanmak istemedim.
Çok uzun bir mail olduğunun farkındayım. Sonuna kadar okuyan arkadaşlara, sabırlarından dolayı ayrıca teşekkür ederim. Okulumu ne kadar çok sevdiğimi de birkez daha anladım...
Herkese sevgiler ve saygılar...
Zeynep Tuğrul
Konuyla ilgili Sabah'ın manşeti;
http://www.medyatava.net/haber.asp?id=15332
Konuyla ilgili Sabah'ta yer alan haber;
http://www.medyatava.net/haber.asp?id=15328
http://www.medyatava.net/haber.asp?id=15318
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 23:11