Medya
  • 9.10.2006 00:03

KANSERE YAKALANAN GÜLDEMİR'DEN OLAY SÖZLER : UĞUR DÜNDAR'IN PEŞİNİ ÖLDÜKTEN SONRA DA BIRAKMAYACAĞIM

"Dünyevi zevkleri, sevişmeyi, İskender kebabı, yaban bıldırcın ızgarasını, çulluk çorbasını elbette gözümde büyütüyorum. Ama onlarsız da yapabilirim. Buna karşılık koca bir gazetecilik efsanesi bırakıyorum arkamda. Babıali’yi dölledim ben. Babıali, artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak Yüzlerce takipçim var arkamda. Hasımlarım asıl onlardan korksun."


Oray Eğin'in dün Akşam'da yayınlanmaya başlayan Ufuk Güldemir röportajı bugün de devam etti. Ayşe Arman'ın da Hürriyet Pazar'da yaptığı röportaj bugün yayınlandı. Önce Arman'ın yaptığı...

Siz benden daha şanssızsınız ne zaman öleceğinizi bilmiyorsunuz

Cüzdanından Ercan Arıklı’nın fotoğrafı çıktı. Cenazesinde yakamıza taktığımız fotoğraf. O fotoğrafı çeken Kutup. Ercan Bey’e yaptığım röportajdan kalma. Ben Ercan Bey’in karşısına geçmiş onu güldürüyordum, Kutup da deklanşöre basıyordu. Bir ara onun gözlerinin alaycı ve muzip bir şekilde parladığı bir anı yakaladık.

Tabii ki o fotoğrafın bir gün gelip cenazesinde yakamıza takılacağı aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Uzak, yakın herhangi bir ihtimal bile değildi.

Cüzdanından çıkardığı o fotoğrafı bana sevgiyle göstererek, "Onu hálá düşünüyorum" dedi. "Ben de" dedim. "Farkındasın değil mi?" dedi, "Bu adamlar sayesinde var olabildik. Ercan seni, Hasan Abi beni korudu, yoksa bu medya canavarları bizi çiğ çiğ yerdi. Bir takım insanlar var ki, aynı kan grubundan olduklarını düşündükleri insanları şemsiyelerinin altına aldılar, hayatta kalmalarına izin verdiler. Belli bir miktarda güç kazandıktan sonra da kimse dokunamadı..."

Gülümsedim.

Ve içimden "İşte hayat böyle bir şey" dedim.

O kadar güzel görünüyordu ki Ufuk...

Pankreas kanseri, insanı başka bir hale getirir zannetmiştim.

Küçülürsün, kararırsın, üzgün bakarsın filan.

Öyle değil Ufuk.

Tam tersine, birkaç ay yaylada kaldıktan sonra şehre gelmiş bir adam gibi.

Rahatlamış gibi.

Fazla yüklerinden kurtulmuş, hafiflemiş gibi.

Yine espri doluydu.

Beni güldürdü.

Hiç birlikte çalışamadık, benim öyle bir şansım olmadı.

Ama sanki 1000 yıldır tanışıyormuşuz gibi.

Ölmesini hiç istemediğim gibi, inanmıyorum da.

Bu sorulara verdiği cesur yanıtlarla, bir kez daha hayranlığımı kazandı...

Olay nasıl başladı?

- Geçen nisan, Kuzey Kutbu’ndaydım. Kutup ayısı avında. Kanada hükümeti, kutup ayısı sayısındaki artış nedeniyle son birkaç yıldır, yasal ayı avı lisansı vermeye başladı. Ben de başvurup aldım. Ve köpekli kızaklarla 10 gün sürecek bir ava gittim. Buzdan bir deniz üzerindesiniz: Arktik Okyanusu. Hava eksi 30. Zorlu bir seyahat yani. Eskimo rehberler size eşlik ediyor. Yarı Igloo, yarı çadır barınaklarda konaklıyorsunuz. Bir akşam sağ yanımda, hafif bir sızı hissettim. Ama önemsemedim. İklimin sertliğine verdim...

Sonra?

- E sonra, Türkiye’ye döndüm. Eşim Gaya’nın kuzeni Dr. Jan Klod Kayuka, bir akşam bize yemeğe geldi. Jan’a laf olsun diye bu ağrıdan söz ettim. Jan, elle muayene etti ve yüzü değişti. 5 senedir sigara ve içki kullanmadığımı biliyordu. Karaciğerimde endişe verici bir büyüme ve elle muayeneye hassasiyet hissetmişti. Hemen Alman Hastanesi’nde CT taraması yaptırdı. Sonuç bizi şok etti: Pankreasta tümör, karaciğerde de 3 ayrı noktada metastaz. Hemen Amerika’ya Houston MD Anderson Kanser Hastanesi’ne uçtuk...

ÊMD Anderson’daki doktor size döndü ve "Kansersiniz, birkaç ay ömrünüz kaldı!" dedi. İlk tepkiniz neydi: a- Demek, buraya kadarmış b- Eyvah, daha yapacağım çok şey vardı c- Vakit kaybetmeden hemen şunları şunları yapmalıyım d- Çok saçma, ben ölemem e- Neden ben f- Mutlaka bir yanlışlık vardır

- Bunların istisnasız tümü, aklımdan geçti. Hem ilk anda, hem de takip eden günlerde. Artan ve eksilen dozlarda. Ama esas olarak hissettiğim boğazımdaki yumruktu. Haftalarca, boğazımda bir yumrukla gezdim. Benim gibi yaşamı boyunca yaradılışın konvansiyonel açıklamalarını sorgulamış insanların yaşamlarında 3 evre oluyor: 1- Ölümsüzmüşçesine gibi yaşamak. Mücadeleci, icracı ve mağrur. 2- Ölümlülük ile travmatik tanışma. 3- Ölüm ile tanışma. Okuduğum kitaplar, üçüncü evrenin sadece 2 ya da 3 gün sürdüğünü anlatıyor. Bu kısacık evrede, insan eşik atlıyor. En yüksek algılama ve bağışlama mertebesine çıkıyor. Ben çok kısa bir ömrüm kaldığı söylendiğinde, ikinci evre ile tanıştım. Üçüncü evreyi de çok merak ediyorum. Gazeteci nedir ki, ölümü merak edip sorgulamıyorsa!

"Ölmeye hazır olmak" diye bir şey var mı sizce?

- Sözünü ettiğim, ikinci evre de bu zaten. Ölümlülük ile travmatik tanışma, ölümlü olduğunu kavrama. E kolay değil. Teşhis konulana kadar, sevmediklerimle konuşmak istemiyordum. Teşhisten sonra da, sevdiklerimle konuşmak istemedim. Özellikle de kardeşim Şafak, eşi Gül ve yeğenim Emir’le. Her konuşma bir ıstıraptı. Yumruk boğazımda, nefesim kesiliyordu. Her telefondan sonra Gaya ile gözyaşlarımızı tutamıyorduk. Sevdiklerimle konuşmak bana bu kadar acı veriyordu. Bu süreçte tek istisna Cumhurbaşkanı Sezer’di. Onun yüce nezaketi ve mütevazılığı ile yaptığı aramalara karşılık verdim. Ama zaten bir sonra da bütün sevdiklerimle konuşabilmeye başladım.

ÖLECEĞİM DİYE DİNDAR OLMADIM, OLMAM

Peki şimdi durum ne? Ölümden hálá korkuyor musunuz?


- Ben ahreti bu dünyada yaşadığımıza inanırım. Öleceğim diye dindar olmadım, olmam. Son dört ayda da korkmadım, büyüdüm.

İnsanın "son"unu bilmesi, aynı anda ona tuhaf bir rahatlama veriyor mu? Rüyadan uyanacağını bilmek gibi mi?

- Kesinlikle. Şimdi söyleyeceklerimin bir rasyonalizasyon olduğunu biliyorum. Ama yine de samimi hissim şu: Ben, ne zaman öleceğini bilen şanslı insanlardan biri olarak kabullendim kendimi. Mesela sen şanssız bir kulsun. Ne zaman öleceğini bilmiyorsun. Oysa, ben biliyorum. Hazırlıklarımı ona göre yapabilirim, yaptım. Hayatta her şeyi mücadeleyle kazandım. Ölümü de böyle karşılayacağım. Ne zaman karar verirsem o zaman öleceğim. Şimdilik yaşamayı düşünüyorum.

İnançlı olsaydınız her şey, daha mı kolay olurdu?

- İnançlarım, prensiplerim ve itikatlarım çok kuvvetli de, bunlar sıradan kulların anlayabileceği şeyler değil!

İnsan hálá espri yapabiliyor yani kanser olduğunda, öyle mi?

- Mizah anlayışı olmadan nasıl yaşanır ki? Geçici bir süre belki espri dozu azalıyor ama sonra yine geri geliyor. Bende de öyle oldu. Teşhisin ilk günlerinde dalga geçemedik, espri yapamadık. Ama zaman içinde hastanedeyken, yeni gelenlerle, "Yeni düştü!" diye dalga geçmeye başladık. Biz artık kıdemli kanser hastaları olarak, yenilere, acemi asker muamelesi yapıyorduk.

İsyan hiç mi yoktu: "Her şey başka türlü gelişmeliydi. Ben kanser olmamalıydım!" gibi...

- Oluyor tabii. İnançlı insanlar, sanırım bu devreyi daha kolay geçiriyor. Benim gibi pozitif bilimlere inananlar içinse, daha zor. Saygı duyduğum bir medya büyüğüm, kardeşim Şafak’ı arayıp, "Bu hastalık Ufuk’a hiç yakışmıyor!" demiş. Ben de öyle düşünüyordum. Ama sonra kanserimle yaşamayı öğrendim. Kabul ettim. Kabul etmeden mücadele, zaten çok zor.

İyi de hem insanın günlerinin sayılı olduğunu bilmesi hem de "Mücadele edeceğim, yenilmeyeceğim!" demesi, çelişkili değil mi?

- Belki de. Ama kabul edilebilir bir çelişki. Tıpkı "Türkiye’ye laik" deyip de, devlete ait imam hatip okullarının olması gibi. Laik bir rejimde, devlet imam hatip okulları açar mı? Laik ülkelerde, bu işi cemaatler yapar. Ama bu, kabul edilmiş bir çelişki. Kansere bir çare olmadığını biliyorum, çocuk değilim başıma ne geldiğinin farkındayım. Ama "kanserle yaşamak" denilen de bir olay var. Mücadele ederek bir arada yaşanabiliyor.

Pek çok insan bu sizin anlattıklarınızı paylaşamıyor başkalarıyla. Siz bunu nasıl beceriyorsunuz?

- Herhalde gazeteci olduğum için, kendime de bir ’’vaka’’ olarak bakıyorum da ondan...

"Ameliyat şansı doğdu" ne demek?

- MD Anderson Kanser Hastanesi’ne ilk gittiğimizde, ameliyatı tamamen dışladılar, "Gerek bile yok!" dediler. Ama şimdi ilk kez, yeni yeni bahsetmeye başladılar.

Yani ameliyat bile gerek duyulmayacak kadar kötü bir durumdaydınız, öyle mi?

- Evet. Tümörler sinsi sinsi ilerlemiş. Başta yakalasaydık, ameliyatla kesin bir çözüm mümkündü. Çünkü benim ailemde kanser çıkıyor ama kanserden kimse ölmüyor. Annemin ve teyzemin 25 sene önce memesi alındı. 15 sene önce de annem, kolostomi oldu. Ama şu anda ikisi de sağ ve kanser yok. Bizim aile, kansere kolay kolay kurban vermiyor. Ama ameliyat şartıyla...

Hiç mi önlem almamıştınız? Check-up yaptırmamıştınız, belli kanserden sabıkalı bir aileniz var?

- Yaptırmaz olur muyum? Bir sene önce sol kürek kemiğimde bir sızı hissettim, gittiğim doktor sadece akciğer grafisi çektirdi, "Bir şey yok" dedi. Eğer CT taraması yapsaydı, biz kanseri pankreastayken yakalayabilecektik ve ameliyat mümkün olacaktı. Oysa biz onu yakaladığımızda, karaciğere sıçramıştı. Amerikalı cerrah da, "Artık ameliyat imkanı yok!" dedi. Fakat kemoterapi sonunda, pankreas tümörü, neredeyse kayboldu, karaciğer tümörleri de küçüldü. Doktorlarım şimdi, "Tedaviye böyle cevap verirsen, ameliyat şansı doğabilir" diyor.

BİYOPSİ SONUCUNU ÖĞRENDİĞİM GÜN İLHAN ABİ’YLE RANDEVUM VARDI

Biyopsi sonucunu ilk kimle paylaştınız?

- Ben paylaşmadım, benimle paylaşıldı. Kardeşim Şafak (Okaygün) aldı Dr. İzzet Rozanes’ten biyopsi sonucunu. Biz de evde Gaya’yla oturuyorduk. Geldi ve bozuk bir yüzle, "Sürpriz yok" dedi. Bunun ne anlama geldiğini hepimiz biliyorduk. O gün sabah da, İlhan Abi’yle (Selçuk) randevum var. Hiçbir şey olmamış gibi Cumhuriyet’e gittim ve İlhan Abi’yle kahve içtik. Buluşmanın tadını kaçırmak istemediğim için, kanserden hiç bahsetmedim. Öğlen de Nişantaşı’nda Tuus’ta bir grup yakın dostumla yemekte buluştuk. Onlara da söylemeye niyetim yoktu. Ama tesadüfen yemeğe Amerika’da yaşayan ünlü bir doktoru getirmişler, yemeğin sonuna kadar bekledim ve masa tenhalaşınca durumu açtım. Onun yönlendirmesi ve temin ettiği hızlı randevularla Amerika’daki tedavi süreci başladı. Kanser olduğumu öğrendiğim gün, çok arzuladığım bu iki buluşmayı iptal etmememin, rutin programı sürdürmemin şu anda büyük avantajını görüyorum. Baba ocağım Cumhuriyet Gazetesi’yle güzel ilişkilerim var, her çarşamba yemekte buluştuğum sevgili arkadaşlarım ve abilerim sayesinde de dünyanın en iyi tedavisini aldım.

Kim onlar, öğrenebilir miyim?

- Ih ıh. Belki, onayları olmaz...


ÖLÜMÜ MERAK EDİYORUM AMA JURNALİSTİK MANADA UHREVİ DEĞİL

Ölümün, insanın içine girmesi nasıl bir şey: İsyan, öfke, kabullenme, hastalığı yenme azmi. Hangi duygu, ne zaman öne çıkmaya başlıyor? Ölümü beklemek 3 ay, 5 ay, 7 ay... Bununla nasıl başa çıkılabiliyor? Bir tarafta ölüm var, diğer tarafta da kurtulma ihtimali ama küçücük bir ihtimal. İnsan delirir ya! Nasıl altından kalkılabilir böyle bir durumun?

- Her canlı, bir gün ölümü tadıyor. Mühim olan, ölüme kadar nasıl bir hayat geçirdiği. Düşünüyorum da, sadece televizyon haberciliğini TRT anlayışından kurtarmak bile önemli bir çizik benim 50 yıllık ömrümde. Ben cennet ve cehennemin bu dünyada olduğuna inandığım için "Ölünce ne olacağım?" diye merak etmiyorum. Cenneti de cehennemi de yaşadım. Sadece ölümün kendisini merak ediyorum. Jurnalistik bir merak bu, uhrevi değil...

Ama İslami kesime hep toleranslı ve anlayışlı yaklaştınız meslek hayatınızda...

- Doğru. Ama dindar olduğumdan değil, demokrat olduğumdan. Demokrat olmak, laik olmaktan daha önemli bence. Çünkü laiklik, bünyesinde mutlaka demokrasiyi barındırmayabilir. Mesela SSCB de laikti ama demokrat değildi. Buna karşılık demokrasi, mutlaka laik olur. Demokrasinin olmazsa olmazlarındandır laiklik. Mesela Amerika laiktir çünkü demokrasi vardır. Amerika’da kamu okullarında din eğitimi verilemez. Hiç bir devlet kaynağı, vergi mükellefinin tek kuruşunu din için harcamaz. Din işleri tamamen cemaatlerdedir. Demokrasi olmazsa, laiklik de olmaz. Ben Türkiye’de laikliğin gerçekten yerleşmesi için, demokrat olunması gerektiğine inanıyorum.


BENİ ELEŞTİRENLERİN BİRİ MÜPTELA BİRİ LOSER, DİĞERİNİ DE İŞTEN ATMIŞIM

Başından beri avlandığınız için eleştirildiniz. Buna verecek cevabınız nedir?

- Eleştirenler, bakıyorum marjinal insanlar. Biri mesela müptela. Diğeri loser. Öbürünün, genel yayın müdürlüğüm sırasında, ayağına basmışım, işten atmışım. Bir başkası Habertürk’e kızgın. Yani önemsenecek bir durum yok ortada. Ben eleştiriye değil, eleştirene bakıyorum.Yapanların da kıymeti harbiyesi yok. Benim ciddiye aldığım hiç kimse, avcılık tutkumu eleştirmiyor. Bir insanlık realitesi olduğunu biliyor ve oturup beraber bıldırcın ızgara yiyoruz. Hayatım boyunca mediokrite (vasatlıkla) ile mücadele ettim. Kanser oldum diye, mediokriteye teslim olamam!

Neden kemoterapilerin ardından karınızla görmediğiniz bir yere gitmediniz de, koştura koştura avlanmaya gittiniz. Avlanmak, o adrenalin, size yaşadığınızı mı hissettiriyor?

- Ben av yaparken nedenlerini niçinlerini fazla düşünmüyorum ki. Onu eleştirenlerle aynı değerleri, inançları ve "tanrıları" paylaşmıyorum. Onlara da hiçbir kızgınlığım yok. Hayatımı sürdüreceğim. Benim hayatımı, onlar dizayn edemez...

HABERTÜRK’ÜN ÖNÜNDEN FRANK SİNATRA’NIN MY WAY ŞARKISIYLA UĞURLANMAK İSTİYORUM

"Kızıma ne bırakacağım?" gibi şeyler düşünüyor mu insan? Ölüm ilanları, vasiyet, cenaze töreni... Yoksa, aklına bile getirmiyor mu?

- Doktorun "Birkaç ayın var" dediği andan itibaren düşünmeye başladım bunları. Benim gibi kendi kendini yaratmış adamlar, kendisinden sonrasını da dizayn etmeye meraklı oluyor. Her ayrıntısıyla kaleme aldım vasiyetimi. Habertürk’ün önünden beni Frank Sinatra’nın "My Way"i ile uğurlamalarını istedim silah arkadaşlarımdan. Ama bu hazırlığı, iradem dışında ölüme yakalanırım diye yaptım. Artık iradem dahiline aldım durumu. Arkadaşlarım diyor ki, "Kanser bu defa belaya çattı!"

PATRONLARIN MALLARINA DEĞİL KENDİLERİNE SAHİP ÇIKMAK GEREKİYORMUŞ

Ben çok işin başında bir yönetici ve patron oldum. Yöneticiliğimde, birlikte çalıştığım arkadaşlarım bilir, neredeyse gazetenin tüm sayfalarını tek tek yapardım. Klasik bir genel yayın müdürü olamadım. Haliyle patronlarımı idareye, yeterince vakit ayıramadım. Onların malına sahip çıkmanın daha önemli olduğunu ve bunun onlara yeteceğini düşündüm. Oysa, gerçek böyle değilmiş. Mallarına daha az sahip çıkıp, patronlara daha fazla sahip çıkmak gerekiyormuş! Bugün bunu çok güzel görüyorum... Habertürk Grubu’nu kurduktan sonra da, klasik anlamda patron olamadım, müdür gibi çalıştım. Ama maalesef kanser beni patron yaptı! Şimdi yöneticilerim şirketlerimi mükemmel yönetiyor. Ben de patronluğu tadıyorum.

AŞKIM GAYA’YA BAYILIYORUM

Gaya ile bir sene önce evlendik. Gaya, ruh ikizim gibi. Medya da konuşuyoruz av da. Av dönüşlerimde açıp benden rapor almasına bayılıyorum. ’’Kuş var mıydı?’’ diye soruyor. Medya konuşurken de, alfabeden başlamak durumunda kalmıyorum. CNN Türk’e şükran borcum var. Çok iyi yetiştirmişler bana verdikleri gelini. Hayat arkadaşımla, aşkımla, sektörümüzü, birbirimizi çok çabuk anlayarak, rahatlıkla konuşabiliyoruz. Beraber Alaska’ya ava da gidebiliyoruz. Bir erkek daha ne ister ki?

BABIALİ’Yİ DÖLLEDİM

İnsanın aklına abuk sabuk şeyler geliyor mu: "Bir daha sevişemeyeceğim" gibi. Yoksa bu tür şeyler artık umurunda bile olmuyor mu?

- Dünyevi zevkleri, sevişmeyi, İskender kebabı, yaban bıldırcın ızgarasını, çulluk çorbasını elbette gözümde büyütüyorum. Ama onlarsız da yapabilirim. Kanuni’ye bile kalmamış bunlar, bana mı kalacak! Buna karşılık koca bir gazetecilik efsanesi bırakıyorum arkamda. Babıali’yi dölledim ben. Babıali, artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak Yüzlerce takipçim var arkamda. Hasımlarım asıl onlardan korksun. Bunu daha çok önemsiyorum.

***********

Bu da Oray Eğin'in dün başlayan Ufuk Güldemir röportajının devamı...

Sevildiğimi anladım

Başarılı olunca kovulmayacağın tek yer patronluk. Patronluğu bu yüzden istedim. Sabah'tan ayrıldıktan

sonra Hasan Cemal aracılığıyla önemli bir yazarlık teklifi aldım ama patronluk dışında şansım kalmamıştı

Tanıdığım kadarıyla Ufuk Güldemir: İşe en erken gelir, en geç çıkar... Sabaha karşı 03.00'te yatmış olsa bile, ertesi sabah 07.00'de işinin başında olmasına engel olmayan bir enerjisi vardır. Beyni herkesten daha hızlı çalışır, yanındakilerin de onun hızına yetişmesini bekler. Duvarlarda duyurulardan nefret eder, hepsini yırtar. Masanın üzerine oturulmasını sevmez. Çalıştığı yerlerde vaktini odasında değil haber merkezinde geçirir. Muhabirliği de, yöneticiliği de ve şimdi patronluğu da efsanedir...

Zamanında haklı olduğunu her düşündüğünde alttan almamış, geri adım atmamış, gerektiğinde vurup kapıyı çıkmıştır. Bugün bütün mücadelelerinde sonuna kadar haklı olduğunu görmemeye imkan yok. İşte tam da bu yüzden, ayrıca da birçok başka sebepten dolayı mesleki açıdan hayran olunası bir isim...

Kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Sevildiğinizi biliyor muydunuz?

Ben biliyordum da bunu anlamam için kanser mi olmam gerekiyordu, emin değilim.

Hastalığınızdan sonra medyada bir sulh mu oldu size karşı?

Oldu.. Oldu...

Mehmet Ali Birand'la mesela, nasıl barıştınız?

Birand'dan bir geçmiş olsun mesajı geldi, ben de cevap verdim. Ondan sonra barıştık.

Onun samimiyetine niye inandınız da Uğur Dündar'ınkine inanmadınız?

Birand'la biz birbirimizi severdik. Uğur Dündar'la hiçbir zaman böyle bir şeyimiz yoktu ki... Uğur Dündar benden nefret eder ve ölmemi ister, biliyorum. Ama benden kurtulamayacak. Çünkü benim o kadar çok protege'm var ki medyada... Kaldı ki, Birand'la olan kişisel bir meseleydi.

Hastaneden nasıl sürdürdünüz gazetecilik mücadelenizi?

Oray ben bununla büyüdüm, başka bir şey bilmiyorum. Başka bir meslek de bilmiyorum, başka bir düşünce tarzı da bilmiyorum. Bir tek böyle düşünebiliyorum.

Acımasız bir gazeteciydiniz. Hala aynı derecede acımasız ve sert misiniz? Bunu kanser olduğunuz için değil, patron olduğunuz için soruyorum.

Acımasızlıktan ben aynı şeyi anlamıyorum. Bir karar verirken diyelim... Birlikte çalıştığımız bir müdür, çok hayati bir hata yapmış, bu hayati hatasını tekrarlamış. Ben de kabullenmeyip gerekeni yapardım, bu acımasızlık mı, emin değilim. Yoksa gerekeni yapmak mı?

Kavgalarınız hiç kişisel oldu mu?

Hiç kişisel olmadı. Bir kere bu meslekte kişisel olamaz zaten. Kişisel olduğunda o meslekte seni yaşatmazlar. Bu mesleğin bir de koridor sicili var. Bu senin asıl sicilindir. Sen kişisel sebeple birisiyle mesleki ilişkilerin ötesinde bir hesaplaşmaya girersen bunun hesabı sorulur sana. Milliyet'te, bana zaman zaman karşı olduklarını hissettiğim insanları bile kucaklamaya çalıştım.

Ama onlar, sizi devirmek için odalara kapanıp planlar yaptılar.

Biliyorum.... Olsun... Önemli değildi ki... Ben kendi tavrımdan sorumluyum. Kucaklamaya çalıştım ve götürmeye çalıştım işimi, iyi yapmaya çalıştım. Kişisel olamazdım. Kişisel olma hakkım bulunmuyor. Profesyonel kararlarla, komplekssiz, en iyisini yapmak zorundasın.

Milliyet deyince, Altan Öymen'in köşesi kalktıktan sonra ertesi gün yerine bir kuş resmi koymanızı hatırladım...

Koymadım, biliyor musun? Bu bir efsane. Böyle bir şey asla olmadı. Altan Abi'nin köşesini de kaldırmadım. Altan Abi yazısını o kadar geç yolluyordu ki, Kıbrıs baskısı kaçıyordu. Ben de bir gün talimat verdim, dedim ki 'Altan Abi'nin yazısı gelmezse, onun yazısı olmadan dönelim.' Amacım çok basitti. Altan Abi'ye onsuz gazeteyi döndürebileceğim gücünü göstermek. Çünkü Milliyet'te genel yayın müdürlerinin gücü zayıflamıştı, yazarlar gazetede daha ağırlık kazanmıştı. Gazeteci genel müdürün ağırlık kazanması gerekiyordu. Gazetenin iyiliği için. Hayati ticari menfaatleri söz konusu. Kıbrıs baskısına gitmeyince taşra baskıları art arda gecikiyordu, gazete de para kaybediyordu. Bu tabii sonra bizim camiada efsaneye dönüştü, abartıldı ama işin aslı budur.

Hayatta keşkeleriniz var mı?

Fazla yok, çünkü eğer onları yanlış yapmış olsaydım bugünkü durumumda olamazdım. Eğer hata yapsaydım bugün Habertürk gibi bir markayı ortaya çıkaramazdım. Habertürk gibi bir televizyon harçsız borçsuz bir televizyon, çek defteri, banka kredisi yok... Böyle bir televizyon bugün ortaya çıkabilir miydi? Bunlar hep itibarla oldu. Senin de yazdığın gibi akılla oldu. Bu müthiş bir sermayeydi. E bu sermaye de meslekte kimilerinin yanlış diyebileceği şeylerin aslında doğru olmasının birikimiydi.

'Patronlarım işsizken bile transferle beni işe aldı' demiştiniz. Neden sizce?

İyi olmak zorunluluğu diye bir şey var. İyiysen gelip seninle çalışıyorlar. Patron da ticari bir müessesenin sahibi. İyi gazete, iyi televizyon, iyi iş, iyi ürün yapılsın istiyor.

Bunun hala mümkün olabileceğine inanıyor musunuz?

Ben bunun hep süreceğini düşünüyorum. Sürmek zorunda. Yarın öbür gün biri gelir iyi gazete yapar, kötüsü gider. Bu vazgeçilemez bir şey. Süt fabrikasından farklı değil ki. Bir gün birisi gelir, iyi paketlenmiş sütle piyasayı ele geçirir.

Analizlerinizle insanlar için bir korku figürü müsünüz?

Non-gazeteciler için bir korku figürü olduğumu düşünüyorum. Ama gazeteciler için sanmıyorum. Ama adam gazeteci değil, gazeteci numarası yapıyorsa bunu yakalayıp teşhir etmeyi seviyorum.



Bir kere yayın müdürü, hep yayın müdürü olur

Aklınıza geleni çekinmeden söylemeyi tavsiye eder misiniz patronluğa ulaşmış biri olarak?

Patronluğun en mükemmel tarafı bu, biliyor musun. Ben patronluğu bu yüzden istedim. Çünkü başarılı olduğumda kovulamayacağım bir yer olsun istedim. Başarılı oluyorsun, gazetenin tirajı artıyor, gazete toparlanıyor, fakat işine son verilebiliyor. Ben Sabah'tan ayrıldıktan sonra, Hasan Cemal aracılığıyla önemli bir yazarlık teklifi aldım. O zaman da Hasan Cemal'e söyledim, 'Hasan Abi ben başarılı olduğumda kovulamayacağım bir şey yaratmak istiyorum, artık patron olmaktan başka şansım yok.' Habertürk'ün öyküsü böyle başladı. Zorla patron oldum ve bu sayede de istediklerimi söyleyebiliyorum. Rahatsız edilmeyeceğin tek mevki patronluk. Müthiş özgürlük.

Hasan Cemal'e Hasan Abi diye hitap ediyorsunuz. Başbakan da geçenlerde Hasan Abi demiş...

Hep Hasan Abi derdik. 'Bir kere genel yayın müdürü, hep genel yayın müdürü' derler. Başbakan'ın da böyle dediğini okuyunca teyit edilmiş olmaktan keyif aldım. Şimdi artık Hasan Abi lafı iyice yapışacak.

Vurup kapıyı çıkarken neyi göze alıyordunuz?

Bir kere ben para kazanan gazeteciydim. Bak, para kazanan gazeteci çok önemlidir. Gazeteciyken de param vardı, tıpkı Soner (Yalçın) gibi! Birikimim vardı. Para nedeniyle kararımı esnetmezdim. İşsiz kalacağım diye çekinmezdim. Başka nedenlerle esneyebilirsin, elbette doğaldır da. Ama para nedeniyle esnemedim.

İyi gazetecilik için en önemli dayanaklardan biri para mı?

En önemli demeyeceğim ama gazetecilik mesleğinin payandalarından biri maddi özgürlüktür. Sadece muhabirlik düzeyinde değil, patron düzeyinde, genel yayın yönetmenliği düzeyinde, yazar düzeyinde çok önemli.

Türkiye'de iyi gazeteci az mı?

Yok ya, ben acayip iyi gazeteciler olduğunu düşünüyorum. Çok iyi gençler geldiğini görüyorum. Gazetecilik öldü lafları tam deli saçması. İhtiyar işi...


'Büfeci İslamı bir isyanın adı'

Beyaz Türk kavramını icat ettiniz. Bağlamından kaçtığını düşünüyor musunuz?

Evet, ama önemli değil. Kelimeler, terimler zaman zaman bağlamından kopup anlamını bulabiliyor. Benim kullandığımın çok dışında değil ama ufak ufak sınırlarında dolaştığını görüyorum.

O zaman tam olarak kimleri kastediyordunuz?

Bugün bunun tam sınırlarını belirleyemiyorum. O gün kimleri düşünüyordum, bugün kimler girer hakikaten söyleyemem. Benden çıktı artık, bilmiyorum nerede.

'Büfeci İslamı'nın akıbetini nasıl görüyorsunuz?

Benim anlatmaya çalıştığım Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve Devlet Bahçeli'nin seçim sandığına gömüldüğü bir isyanın adıydı. Ve bu Büfeci İslamı kökenliydi. Sınıfsal bir konu olduğunu, dini bir mesele olmadığını anlatmaya çalıştım. Ama bir aşağılama niyetim yoktu.

Türkiye'nin muhafazakarlaştığına inanıyor musunuz yoksa zenginleştikte İslam'dan vaz mı geçilecek?

Berlin Duvarı'nın ne zaman çökeceğini bilmiyordum ama Berlin Duvarı'nın çökeceğini biliyordum. Berlin Duvarı yapay bir şeydi ve bir gün çökecekti. Bazı şeylerin doğal gidişi var. Bu etkilenebilir, sağa döner, sola döner, rüzgarla yolunu şaşırır ama yörüngesini bulmak zorunda. Türkiye de yörüngesini bulmak zorunda. Zengin, güçlü olmak ve demokrasi olması. Türkiye muhafazakarlaşamaz, geriye gidemez, ileriye gitmek zorunda.

Güncellenme Tarihi : 25.3.2016 02:39

İLGİLİ HABERLER