MEHMET BARLAS BİR ANISINI ANLATTI, OLMAZ BÖYLE ŞEY...
MEHMET BARLAS/SABAH
Heybeli'de mehtaba çıkar, Beyazıt'ta kavga ederdik..
Geçenlerde yazar arkadaşım Emre Aköz'le karşılıklı oturmuş, dereden tepeden konuşuyorduk.
Düşünce Tarzanlığı yapıp, daldan dala atladık. Aramızda eksik olan, sadece Jane'di.
Sonunda ikimiz de, ''Bir yazar ya da bir gazeteci için, Türkiye doyumsuz bir ülke'' yargısını paylaştığımızı hissettik.
Ben Cumhuriyet'te çalışırken, 20'li yaşların başındaydım. O gazetenin 3'üncü sayfasında, rahmetli üstad Burhan Felek (1889-1982), sütun komşumdu. Felek, kendisinden 2-3 kuşak daha genç gazeteci arkadaşlarına (benim doğumum 1942), anılarını anlatırdı.
Örneğin 1912'de Bab-ı Ali Baskını yapılır ve içeride Harbiye Nazırı Nazım Paşa vurulurken, Burhan Felek de hukuk öğrencisiymiş.. Şimdiki İstanbul Valiliği olan Cağaloğlu'ndaki Bab-ı Ali binasının karşısındaki bir taşın üzerinde, arkadaşlarına hitaben konuşma yapıyormuş.
Ben de Emre Aköz'e (Doğumu 1959), 1960'ın 28 Nisan'ında, Beyazıt Meydanı'nda bir yandan ''Menderes İstifa'' diye bağırırken, bir yandan polislerle nasıl çatıştığımızı anlattım.
Biz üniversite öğrencileri olarak, Mesut Yılmaz ailesine ait Beyaz Saray tarafındaydık.
Polisler de, üniversite tarafında, Belediye Kütüphanesi'nin duvarlarının dibindeydiler.
Birden tabancalarını çıkarıp, namlulara kurşun sürdüler ve bizi hedef alıp, ateş etmeye başladılar.
Hüseyin Onur adındaki hukuk öğrencisi, benim yanımdaydı. Bir kurşun bacağına geldi, vurdu onu. Hüseyin yere düştü.
İleride bir kurşun da, Cengiz Ballıkaya adlı öğrenciyi vurmuştu.
Ben arkadaşlarımla birlikte, Hüseyin'i, setin üstündeki bir eczahaneye taşıdım. Sonra, elimize taş alıp, polislere atmak için, savaş alanına geri döndük.
Tam bu sırada, Belediye Kütüphanesi'nin arkasından atlı polisler çıktı. Atlarını sürerek, ellerinde tabancaları üstümüze geldiler.
Yanımdaki arkadaşlardan biri, ağzındaki yanan sigarasını eline aldı. Aramıza dalan atlı polislerden birinin atının karnına bastırdı sigaranın yanan ucunu.
At acı ile şaha kalktı, üstündeki polisi yere attı.
Bahtsız polis, doğrulup, yerden kalkmaya çalışırken, sigarayı atın karnına bastıran arkadaş, polisin elinden tabancasını kapıp, aldı.
Polis ayağa kalktı. Tabancayı elinde tutan arkadaşı azarladı.
- Çabuk ver o tabancayı bana. O beylik tabanca. Alamazsın onu, dedi.
Bu sözleri duyan arkadaş, hemen elindeki tabancayı polise verdi.
Polis koşarak karşı tarafa doğru uzaklaştı. Atı ise, daha önce kaçıp gitmişti.
Bu anlattıklarım birkaç saniye içinde olup, bitti. Bunlar olurken, öğrencilerle polisin çatışması sürüyordu.
Hani, meydan savaşlarını konu olan filmlerde, kamera dar bir alana zoomlanır ve sadece iki kişinin savaşmasını görürsünüz ya..
Öyle bir andı bu.
Aradan geçen 43 yılın ertesinde, Burhan Felek'in 1912 Bab-ı Ali Baskını'nı bana anlattığı gibi ben de Emre Aköz'e 28 Nisan 1960 olaylarını anlatırken, bir gerçeğin farkına vardım.
O gün o polisin, ''Bu beylik tabanca. Çabuk geri ver'' demesini ve o öğrencinin de o tabancayı hemen geri vermesini hiç irdelememiştim 43 yıl süresince.
''Beylik'', bu anlamda, ''Demirbaş malzeme olarak verilen ve bedeli alan kişinin maaşından taksitle kesilip, onun malı olan malzeme''dir.
Mecazi anlamda da (mesela Beylik laf gibi), sık sık karşılaşılan, duyulan sözlere denilir. Neticede, genel kullanımda beylik, ''Devlet Malı'' demektir.
Bu sihirli kelime, o kargaşa ve dövüş sırasında, bir genci nasıl bir anda etkilemişti acaba.. ''Bu tabanca beylik'' denilince, nasıl, adeta insiyaki olarak, hemen geri vermişti?
Emre Aköz'le böyle şeyler konuştuk. Sonra o anlattı, ben dinledim.
İkimiz de içimizden, ''Bir başkadır benim memleketim''i mırıldandık.
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 21:03