Medya
  • 21.5.2003 12:01

MESUT YAR; YAPTIĞIMIZ İŞTEN UTANIYORUM''

Basın sektöründe şu anda bir şizofrenin söz konusu olduğunu belirten Mesut Yar, ''Medya çalışanları galiba bir mesih bekliyor'' diyor. Gazeteci patronun, holding patronundan hiçbir farkı olmadığını ifade eden Yar, ''Hepsi aynı. Para yok, sosyal hak yok. Kalan iki üç patron da pişti iyicene. Ezdikçe eziyorlar'' dedi. Savaş sürecinde kendini piyon gibi hissetiğini belirten Yar, şöyle konuşuyor: ''Türkiye'yi çorbaya çevirdiler. Onun tuzunu, biberini, kimyonunu da biz katmaya başladık. Yaptığımız işten hicap duyuyorum. Sadece kendi adıma değil, meslektaşlarım adına da.'' Arkeoloji okudunuz ve birçok farklı işte çalıştınız. Neden gazetecilikte karar kıldınız? Gazetecilik bir ifade biçimi. Arkeolojide başlayan merak duygusunun yanında, hergün yeniden doğmuş gibi yaşama isteği tetikledi diyebiliriz. Ya öğretmen olurdum ya da gazeteci. Aydın kimliğinin getirdiği bir zorlama da var. Bilgileniyorsun, görüyorsun, bunları aktarma ihtiyacı duyuyorsun. Toplam 5 kitabınız yayınlandı şimdiye kadar. Son olarak da doğup büyüdüğünüz semt olan Kurtuluş'u ve oradaki farklı etnik kökenlere sahip insanları anlatan bir şiir kitabı yayınladınız. Bu kendinizi gazetecilik dışında farklı bir biçimde ifade etme ihtiyacından mı doğdu? Var olan gazetecilere bakıyorsunuz, hepsi aynı zamanda başka işlerle de uğraşıyor. Medyanın içinde bulunduğu durum, ekonomik sıkıntılar, tüm bunları üstüste koyduğunuzda farklı gereksinimler çıkıyor ortaya. Yaşadığım yer olan Kurtuluş bir duyguydu. Zamanla çok değişti Kurtuluş. Şu anda bize miras kalan kültürü tüketiyoruz. Parçalayıp, yiyoruz. Kalıcı olanı bitiriyoruz. Buna dur demek için şiir, edebiyat. Çünkü kalıcı olan bunlar. Kültür ve sanat sevilmediği yerden kaçar. Şu anda herşey kaçıp gitmek üzere. Kitap tüm bunlara bir karşı duruştu. Hem televizyonculuk hem de gazetecilik yaptınız. Televizyonculuk ve gazetecilik arasında temel bir ayrım var mı? Sektörde kimileri televizyonda çalışan basın emekçilerini gazeteci saymıyor mesela… Kontürleri belirlerken yalancılaşıyoruz. Televizyonda kimliğini ortaya koyamıyorsun, gazetede ise tam tersi. Yazdığını tekzip etme gibi bir hakkın yok, televizyonda en fazla dilim sürçtü dersin. Ya da metni bana verdiler ben de okudum. Tüm bu ayrımın ötesinde, meslek birlikteliğinin gelişmesi önemli. Sendikasızlaştıma sırasında iki taraftan da ses yok. Senden önce birşeyler yapılmış. Sendikalı çalışmak istiyorsan bunlara sahip çık. Sendikasızsan ve sendikasız çalıştırılmak istiyorsan çalışmayacaksın. Hayat kaygısı denen şey birçok değere göz kapatma noktasına getiriyor. Ben kendimle o utancı yaşıyorum. Gerçek Mesut Yar olsa nasıl düşünürdü, diye sorduğum; kendime yabancılaştığım çok zaman oluyor. Gelinen noktaya baktığımızda gazeteciler birleşeceğine bölünüyor. Bölündükçe, parçacıklar çoğalıyor. Herkes birbirine yabancılaşıyor. Tamamen hayal kırıkları üzerine kurulu bir düzen. Hüzün üretkenliği artırır ama, kırılmış, parçalanmışlık duygusundan şizofreni çıkar. Şizofreni kimine göre iyi, kimine göre kötü bir şeydir. Şu anda kötü anlamıyla sektörde bir şizofreni yaşanıyor. Medya sektöründe örgütlülük neden bu kadar zayıf? Gazeteciler asla bir arada hareket edemeyecek insanlar mı? Birçok örgüt var sektörde, ancak bunlarda da koltuk kavgası yaşanıyor. İnsanlar birbirlerini yiyorlar. ''Sürekli kayıp halindeyiz'' diye ağlıyorlar. Ağla ve hiçbir şey yapma. İnsanlar otokontrol yapamıyorlar ki diğer meslektaşlarını denetlesin. Şu anda Türkiye’nin geldiği nokta ile gazetecilerin durumu birbirine çok benziyor. Nasıl ki ülkede saçma sapan işler yapılıyor, bizim meslekte de bu görülüyor. Herkes kaptığı koltuğu kaptırmama telaşında. Medya çalışanları galiba bir mesih bekliyor. “Selam sizi kurtarmaya geldim” diyecek ve birileri onları çarmaha gerecek. Umutsuz gibi konuştum ama, meslekteki “amca” ilişkileri durumun vahametini gözler önüne seriyor. Model kötü olunca, kalifiye olmayan elemanlar sektöre dolunca, neden 18 yıl verdim, diye soruyorsun. Böyle olunca da gazeteciler “Emekli olup bar açayım” telaşına düşüyor. Gazetecilerin hafızası dar, hayal gücü az ve ütopyaları yok. Mesleğin bütününü kapsayan bir şey bu. Şundan da sıkıldım: Sorunun kaynağı meslekten gelmeyen patronlar. Gazetecilikten gelen patronlar da var. Onları da gördük. Hepsi aynı. Para yok, sosyal hak yok. “En iyi patron gazeteci patron.” Yok böyle bir şey. Patronları çoğu yaptığı işleri finanse edecek bir takım teşvik ilişkileri için giriyor bu sektöre, sonunda tosluyor duvara, para kaybedip gidiyor. Kalan iki - üç patron. Bunlar da pişmiş artık. Ezdikçe eziyorlar. Bir şey diyemiyorsun. Ezildikçe de gazeteci olan abilerimiz yalakalaşıyorlar. İnsanların televizyonda şık kıyafetler ile gördüğü Mesut Yar ile gerçek yaşamdaki Mesut Yar arasında ne fark var? Hayat tuhaf bir oyun. Hafta sonu Bozcaada’daydım. Sürekli gittiğim bir esnaf lokantasının sahibi, “300 milyar maaş aldığını söylüyorlar, doğru mu” diye sordu. Efsaneler yaratıyorlar, Adam buna inanmış. Yapmak istediklerim, korkularım ile ekranda aktardıklarım başka şeyler. Herşey içiçe yaşanıyor. Hacıvat ile Karagöz çıkıyor sen de onları oynatıyorsun. Kendimi gittikçe hayali gibi görmeye başladım. Nerde gerçek başlıyor, hayali olan ne karıştırabiliyorsun. Türkiye’yi çorbaya çevirdiler. Onun tuzunu, biberini, kimyonunu da biz katmaya başladık. Yaptığımız işten hicap duyuyorum. Sadece kendi adıma değil, meslektaşlarım adına da. Ben iyiyim onlar kötü anlamında değil elbette. Televizyonda görünen kimliğinizden sıyrılabiliyor musunuz? En rahat kabuk değiştirdiğim konu bu aslında. Programdan çıktığımda o kostümü atıyorum bir kenara, televizyonda biraz daha külkanbeyi ve korkusuz gözüksek de eve geldiğimde, çocuğumun eğitimi konusundaki sıkıntılar, geçim sorunu gibi korkular ile boğuşuyorum. Bu ay kimden borç alsam diye sorguluyorum. Ekranda söylediklerime inanan bir adamım, ancak oradaki sertliği gerçek yaşantımda biraz yumuşatıyorum. Savaşta medyanın tutumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye’deki medya savaşta gerçek safını belirledi tezine inanmıyorum. Kimse açıkcası oturup da, Bush’un yanında yer alacağız, demedi. Duruşu belirleme noktasında bir kararsızlık yaşandı. Travma süresi aşıldıktan sonra yaşananların bir oyun olduğu belli oldu. Tayyip Erdoğan’ın ABD’ye gidişinden tutun da, Türkiye’nin sanki bir şeyin dışında kalıyormuş hissiyatının yaratılmasına kadar çok iyi kurgulanmış bir satranç oyunu olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle şu doğruydu, bu yanlıştı, bu şunun yanında yer aldı, şu şöyle yaptı deme hakkım yok. Travma tam anlamıyla atlatıldığında sular durulduğunda gerçek saflar belli olacak. Bir gün Amerikancılık yapan gazetenin, ertesi günkü manşeti çok farklı oldu. Ortada ciddi bir kaos vardı, saf filan da kalmadı. Bu süreçte kendimi ciddi şekilde piyon gibi hissettim. Biri düşüncülerimi aldı, beni bir yere oturttu. O an kendimi, bulunduğum noktayı kontrol etme hakkım yoktu. Ancak sonrasında kendimi gözden geçirme hakkım var. Ama bu olayın o gözden geçirme dönemini de kapsayan bir oyun olduğunun farkındayım. Uzun süreli bir satranç oyunu. Bu oyunun medya için bir bedeli olacak mı? Bu meslek lanetlenmiş bir meslek. Mitoloji okudum. Lut kavmi nasıl lanetlendiyse medya denen kavim de öyle lanetlendi. Ben de, yanımda çalışan insanlar da, yerinden hiç devrilmez dediğimiz “put”larda bir bedel ödeyecek. Bu lanetin bir bedeli var. Ne zaman ödenecek bilmiyorum, ancak ödendikten sonra bir altın çağ başlamayacağı da kesin. Travmalar yaşanacak. Bir hareket bilinci olacak ki bir yerde duracaksın, olman gereken yer de duracaksın. Şu anda medyada yaşanan hesaplaşmaların tamamı kişisel hesaplaşmalar ve bunu mesleki hesaplaşmaya çeviriyorlar. Adamlar kişisel hesaplaşmalarını medyanın tamamı üzerine örtüyorlar. Asıl görev paylaşımı burada başlıyor. “Bir dakika kardeşim, senin hesabın içerisinde ben yokum. Sen kendi hesabını kendin gör” bilinci gelişir mi? Bilmem... Arkeolog Mesut Yar’a bir soru soracak olursak... Emperyalizm hiçbir kültürel değeri gözetmeden yıkıp geçiyor. Savaşın sıcaklığını yitirmesinin hemen ardından Irak’taki müzeler yağmalandı. Eserlerin birçoğunun çoktan yurtdışına çıkarıldığı söyleniyor. Hatta bir Amerikan televizyonunun muhabirinin bile bu yağmaya katıldığı tespit edildi. Bu konuda ne diyeceksiniz? O tarihi eserlerin Türkiye’ye bile getirildiğini biliyoruz. Nasıl Osmanlı’nın son döneminde hazineler, madenler, tarihi eserler bölüşüldüyse, bu savaşta da buna benzer birşey yaşandığını düşünüyorum. Amerika’nın oradaki petrolü İngiltere’nin ise kültür hazinesini istediğini insani olarak hissediyorum. Bu olay, Taliban’ın Buda heykelini bombalamasından farklı bir olay. Göz göre göre yaşanan hırsızlıklar savaşın bir parçasıymış gibi gösteriliyor. Kaçırılan tarihi eserleri bir iki yıl sonra müzayedelerde göreceğiz. Kimse bunu sorgulamayacak. Burada yaşanan bir medeniyetin soyulması. O eserler, başkalarının evinde, müzesinde, sarayında ortaya çıkacak. O zaman “Aaa en azından tarih yıkılmamış” diyen aklı evveller olabilir. Burada hırsızlık modern hale getirildi. Bu oyunda petrol de var, kültür de var, yeni sınırlar da var. Bir de ölümler var. Öte yandan bu ölen insanların hikayeleri başkalarının eline gidiyor. Ve o hikaye o başkalarının elinde değişecek. Biz insanlar ölsün, tarih kurtarılsın demiyoruz, sadece bu olaydan ders çıkarılması gerektiğini söylüyoruz. İliştirilmiş gazetecisi, El Cezire’si, Abu Dabi TV’si ile bu bir oyun. Dehşet harekatı ile başlayan koskoca savaş, Bush’un mini bir pırpırla piste inmesiyle bitti. Gazetecilik bundan sonra önemli. “Aslında ne oldu” sorusunun yanıtı ortaya konabilmeli. Bu oyunun oyuncuları kimler? Hamleleri neydi? Kimler neyi nasıl kurguladı? Bunlar ortaya konmalı. Savaş bitti işte, ne oldu? Kuzey Kore’nin duruşu bu konuya ışık tutuyor. “Var kardeşim nükleer silah, sıkıysa gel birlikte kontrol edelim” diyor. Hiçbir yer Irak kadar kolay olmayacak. Sıkıysa gitsin bakalım Kuzey Kore’ye. Türkiye Komünist Partisi ve faaliyetleri hakkındaki düşünceleriniz neler? Galiba bu süreçte en mağdur TKP. Eline taş sopa almadan birşeyler anlatmaya çalışan ve taş ve sopa ile karşılık bulan tek parti. “Yanki Kapı Dışarı” kimine göre eskimiş bir slogan olabilir. Şu da belki eski bir slogandır: Türkiye kendi kendine yetecek bir ülke. Bize sadece inciri ve kuruüzümü gösterdiler Yerli Malı Haftası’nda. Ama başka şeyler de var. Başka bir dinamizm de var. Fakat yüzden bütün eylemlerde sizi görmek güzel birşey. O bayrak çıktı mı, parti olarak, bir bilinç bir simge taşıyorsunuz. Alanlara taşınan, kendi sloganı olan, kendi ürettiğinin arkasında duran bir parti TKP. Bu faaliyetler işe yaradı mı yaramadı mı, travma bittikten sonra göreceğiz. Ama ben Türkiye’de bazı şeylerin yükselecgelişkin bir siyasi bilinçten söz edemediğimiz için, var olanların kafalarına balyoz indirildiği, korkulup sindirildiği için, TKP’nin çalışmalarını görüp de “Aaa ne güzel şeyler yapıyorlar” diye alkışlamakla yetinilmesi kötü bir şey. Üzüntü verici. Çünkü anlatılan bizim hikayemiz. O yüzden bütün eylemlerde sizi görmek güzel birşey. O bayrak çıktı mı, parti olarak, bir bilinç bir simge taşıyorsunuz. Alanlara taşınan, kendi sloganı olan, kendi ürettiğinin arkasında duran bir parti TKP. Bu faaliyetler işe yaradı mı yaramadı mı, travma bittikten sonra göreceğiz. Ama ben Türkiye’de bazı şeylerin yükseleceğine inanıyorum. Bu topraklar daha çok şey üretecek. Sürekli nadasa bırakılarak gelişen bir toprak bu toprak. Ben inanıyorum ki, bir şeyi anlatma hakkı verildiğinde doğru tarihçiler ortaya çıkacaktır. Umutsuz yaşanmaz. Bunu sadece TKP için değil, diğer örgütlenmeler için de söylüyorum. Aklın yolu bir ve o birliğe doğru uzun bir yolumuz var. www.medyafaresi.com Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 20:01

İLGİLİ HABERLER