Özal'ı kim vurdurdu, kim zehirletti? Özal'ın ölümünü gördüm
Allah rahmet eylesin Turgut Özal’ın vefatının üzerinden tam 28 yıl geçti..
Benim rahmetli Özal ile ayrı bir bağımız vardı.
Ben Özal’ı babam gibi görür o da beni evladı sayardı.
O yıllarda Türkiye gazetesinin Cumhurbaşkanlığı muhabiriydim.
Özal nerede ben orada.
İşim bu..
Hem de çok sevdiğim bir iş..
Bu sayede Özal’dan o kadar çok şey öğrendim ki dünyaya bakışım değişti.
Çok büyük bir devrimciydi.
Bizim çakma solcu devrimciler gibi değil, hakikaten devrimciydi.
Bizimkiler terörist devrimcisi..
Özal ise statükoyu yıkan bir devrimciydi.
O yıllarda bütün vaktim Özal’la geçiyordu.
Yurtiçi ve yurtdışındaki bütün toplantılarına katılıyordum.
1993 yılıydı..
İhlas TGRT’yi kurmuş ve deneme yayınları yapılıyordu.
Resmi açılış için de hazırlık vardı.
16 Nisan Cuma Günü idi..
Enver Abi aradı..
TGRT’nin resmi açılışını yapacaklarını belirterek, “Turgut Bey için bir davetiye gönderdim. Onu kendisine götür ve bizzat elinle teslim et. Selamımı söyle katılıp katılmayacağını öğren. Şayet o gün bir işi varsa biz açılış gününü onun programına göre değiştiririz” dedi.
Ertesi gün cumartesi günü idi..
Sabah Köşk’e çıktım.
Yanlış hatırlamıyorsam Özel kalem müdürü Volkan Bozkır’dı.
Volkan Bey, “Beyefendi şu an sabah yürüyüşünü yapıyor. Makama geçince ben seni yanına alırım” dedi.
Volkan Beyin arkasında açık olan el telsizinden, “Acil ambulans isteyin” diye, bir anons geçti. Anonsu yapan kişinin ses tonunda bir anormallik sezmediğimiz için çok da üzerinde durmadık.
Hatta ben biraz takıldı, “Turgut Baba çok çalıştırıyor herhalde, teker teker hastanelik oluyorsunuz” dedim.
Kısa bir süre sonra;
- Beyefendiyi dışarıya çıkartıyoruz
Anonsu geçti.
“Beyefendi” ifadesi köşkte sadece Cumhurbaşkanı için kullanılır.
Volkan Bey ile aynı anda ayağa fırladık..
O içeriye koştu ben dışarıya..
Ağaçların arasından hızla ön tarafa doğru koştum.
Biraz uzakta kalmıştım.
Özal’ı siyah bir tuhaf aracın içerine almaya çalışıyorlardı. Yüzü yukarıya doğru idi. İki koruma kollarına girmiş taşıyordu ama orada birkaç kişi daha vardı. Özal'ın yüzü gökyüzüne çevrilmiş, sırtı yere doğruydu. Ayakları yere sürtüyordu.
Dışarıdan bakınca çok ambulans havasında olan bir araç değildi. O arada bir kişi o aracın arka kapısını açıp, sedye çıkarmaya çalıştı. Birkaç dakika uğraştılar, sedyeyi çıkarmak için. Bağırış, çağırışlar vardı. Meğerse ambulansın sedyesi sabitmiş. Bu yüzden sedyeyi çıkaramadılar.
Sonradan anlaşıldı ki ambulansa benzeyen o araç; 1957 model bir sağlık aracıydı. Alman hükümeti hediye etmiş. Sedyesi sabit bir araçtı.
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı o araca karga tulumba bindirildi.
Ağaçlık yerde şoka girdim resmen.
Gazetecilik refleksiyle beni bekleyen Türkiye Gazetesi'nin aracına koştum. Yan kapıdan şimdi 5 no'lu kapıdan çıkış yaptılar. Biz de son sürat çıkış yapan siyah aracın arkasına takıldık.
Meslek hayatımdaki en büyük üzüntülerden birisidir.
Benim bir alışkanlığım vardı.
Nereye gidersem gideyim mutlaka fotoğraf makinamı yanıma alırdım.
Davetiye götürürken makinamı yanıma almadım.
Alsaydım bütün bu sahneyi fotoğraflayıp tarihe not düşecektim.
Neyse..
Hayırlısı o anın çekilmemesiymiş..
Bizim görev arabasında da telsiz vardı.
Her gazete hem birbirini hem de polisleri dinliyordu.
O yüzden telsizden olayı anlatmadan istihbarat şefi olan arkadaşa, “İki hastaneye hemen ekip yolla” dedim.
O da tamam dedi.
O sırada yanlış hatırlamıyorsam Köşk'ün siyah bir Mercedes'i bizi büyük bir hızla solladı. İçinde Semra hanımın olduğunu hastaneye gidince öğrendim. Köşk'ten direk Kızılay'a doğru iniyorduk. Kızılay'a gelince biz ambulansı kaybettik.
Ben Özal'ın o halini görünce en yakın hastaneye götürüleceğini düşündüm. İbn Sina ya da Hacettepe Hastanesi aklıma geldi.
Ve önce Hacettepe Hastanesi'nin Acil servisine yöneldik. Acil servisin önüne geldiğimizde o siyah aracın arka kapısı açılmış, birkaç dakika önce Özal, içeriye alınmıştı.
O anı görmedim.
Baktım kapıda ne bizden bir ekip ne de başka bir gazeteci var.
Bizimkiler ağırdan davranınca oradan da görüntü alamadık.
Elbette ki bütün bunları sıcağı sıcağına gören birisi olarak, Özal'a ne olduğunu anlamaya çalıştım.
Olay duyuldu.. Çok kısa bir süre içerisinde inanılmaz bir kalabalık geldi, devlet hastaneyi ablukaya aldı.
Ben hem içeride ne olduğunu ve Özal'ın durumunun ne olduğunu kendi kaynaklarımdan öğrenmeye çalışıyordum.
O an acil serviste görev yapan genç bir doktora ulaştım. Ancak ismini vermedi. Ama enteresan bazı bilgiler verdi.
Özal'ın hastaneye geldiğinde ex olduğunu söyledi. Elektro şoka da hiçbir şekilde tepki vermediğini belirtti. Hastane yönetiminden hiç kimseye konuşmayın talimatını aldıklarını ve ilk müdahalenin ardından kendilerinin Özal'ın yanından uzaklaştırıldığını söyledi.
Ben o an sıcağı sıcağına bir suikast ihtimali var mı onu sordum.
Kendisi de 'Hastayı getirenler kalp krizi olduğunu söylediler. Biz de onun üzerinde durduk ve hayata döndürmeye çalıştık. Onun dışında bir tetkik yapma şansı bize verilmedi. Bir şey diyemem' dedi. 'Her şey olabilir' dedi.
Doktor, çok önemli bir tıbbi bilgiyi benimle paylaştı.
'By-Pass geçiren bir insanın ilk iki kalp krizlerini atlatabildiğini bugüne kadar ilk iki krizi atlatanlar için üçüncü kriz ölümcül risk taşır.’
Genç bir doktorun verdiği bu bilgi, doğal olarak herkes biliyordu
Geçmişte öldürülmek istenen bir insanın ölümü, hiçbir zaman normal olmaz.
Sıradan bir doktorun rutin işlem dediği kan, idrar hatta gayta ve saç örneklerinden hiçbir zaman bir tahlil yapılıp, sonucu kamuoyuyla ya da ailesiyle paylaşılmadı.
Zehirle ilgili ne saçını aldılar ne de kontrol ettiler.
Aldıkları kan tahlilleri de sonradan ortadan kayboldu.
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı'nın vefatını sıradan bir ölümmüş gibi gösterip, olayın kapattılar.
Ben bunları NTV’deki canlı yayında ve Yeni Şafak Gazetesi’ne verdiğim röportajda da anlattım.
Düşünün ki hastanede alınmayan saç, mezarı açılarak alındı.
Bu ihmal başka ülkede olsa hükümet düşer.
Ailenin ısrarla aldırdığı o saç örneklerinden de zehir bulundu.
Turgut Özal'ın bedeninden alınan örneklerde dört ayrı zehirli madde tespit edildi.
DDT (zehir), Kadmiyum (ağır metal), Amerikyum ve Polonyum (radyoaktif madde).
Uzun vadede radyoaktif maddelerle vücudun yorulduğu, sonra böcek ilacı ile ani ölümün sağlandığı belirlendi.
Kısaca Türkiye Cumhuriyeti’nin 1 numarası, bilinmeyen bir güç tarafından zehirlenerek şehit edildi.
İşin özeti budur.
Peki Özal’ı kim şehit etti?
1988 yılında Özal Başbakanken herkesin gözü önünde Kartal Demirağ denilen bir tetikçi tarafından vuruldu.
Tetikçi yakalandı. Sorgulandı..
Sonuç yine aynı; Sıfır.
Bir ülkenin başbakanı canlı yayında suikaste uğrayıp vuruluyor, tetikçi yakalanıyor, ama emri veren ortaya çıkartılmıyor.
Ne ilginç değil mi?.
Bir gün Özal ile röportaj için Marmaris’teki Okluk koyuna gittim.
Özal çok neşeliydi..
Kendisine şöyle dedim;
- Sayın Cumhurbaşkanım!.. Sizi tanıyorum siz hiçbir meseleyi yarım bırakmazsınız. Bırakmadınız da.. Birazdan soracağım şeyi de yarım bıraktığınıza inanmıyorum.
Size suikast emrinin veren perdenin arkasındaki kişiyi buldunuz mu?
Özal güldü ve, “O kişiyi biliyorum” dedi.
“Efendim kim?” dedim
“Devletin selameti için açıklamadım. Asla açıklamam. Sende bu kısmı yazma” dedi..
Devletin selameti..
Eminim Özal’ı kurşunlatanlar da, “Devletin selameti” diyerek bu işi yaptırdılar.
İhtilal yapanlar da bildirilerinde hep aynı cümleyi kullandı : Devletin selameti için..
Herkesin selameti kendine..
Bir amiral cübbe giydi diye gece yarısı bastonlarla masaya oturup muhtıra yazan 104 amiral de devletin selameti demişti..
104 Amiral namaz kılıp cübbe giyen bir amirale tahammül edemedi.
Bu amiraller Özal Cumhurbaşkanı iken genç birer subaylardı.
Kim bilir!.. Özal Cumhurbaşkanı olarak namaza durduğunda nasıl dişlerini gıcırdattılar?
“TC Cumhurbaşkanı nasıl olur da namaza durur” diye masaları yumrukladılar.
Demem o ki..
Özal’ı vurduran da zehirleyen de aynı..
İsimleri ayrı olsa da gerekçeleri de aynı :
- Devletin selameti..
Sizin selamet, millete felaket.
Devletin selameti için yok olmanız artık fakruzaruret.
METİN ÖZER/ HABERVİTRİNİ