Gündem
  • 12.7.2004 09:50

DENKTAŞ'I LONDRA'DA NASIL ÖLDÜRMEK İSTEDİLER?

ÖMRÜNÜ Kıbrıs Türklüğü’ne adayan, Kıbrıs Türkü’nün bağımsızlığı ve özgürlüğü için yıllardan beri mücadele veren Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Mücahit Rauf Denktaş, referandum sonucu KKTC’de ve Rum kesiminde ortaya çıkan siyasal durumu ve KKTC’nin geleceğini, Tercüman’a yorumladı. Denktaş, Tercüman’ın KKTC Temsilcisi Fevzi Tanpınar’a ülkesinin gelecekteki duruşunun nasıl olması gerektiğini ayrıntılı biçimde anlattı: t Referandum sonrası geçen sürede, ABD’nin de, AB’nin de Annan Planı ile çözüm dışında bir B Planı’nın olmadığı anlaşılıyor. Bundan sonraki süreç ne olacak, dünyadan bizim beklentimiz ne? Bir ödüllendirme mi? Şu ana kadar yapılanlar yeterli mi? Bekle gör politikası yanında yapmamız gereken başka şeyler olmalı mı? Hareketlilik lâzımdır. Kendi planımızı oluşturarak dünyanın önüne, alnımızın akıyla çıkmamız gerekmektedir. Annan Planı, içeriği itibarıyla taraflardan biri veya her ikisi hayır dediği taktirde ortadan kalkacağını ve kalktığını vurgulayan bir plandır. Taraflardan biri hayır demiştir. Dolayısıyla bu plana hâlâ ümit bağlamak çok yanlış olur. Rumlar, hayır demekle iki şeyi yapmışlardır. Birincisi, planın kendilerine verdiğinin çok daha iyisini Avrupa Birliği üyeliğiyle alabileceklerini ve bu planla zaman içerisinde Türkler’i eritme imkanını sağlayacaklarını düşünmektedirler. Halbuki, doğrudan Avrupa Birliği’ne girip bizi azınlık gibi göstermeye devam ettikleri taktirde, daha erken bir zamanda ortadan kaldırabileceklerini düşündüler ve pazarlık kozlarını elde tutmak için hayır dediler. İddiaları kırk yıldır olduğu gibi, bütün Kıbrıs adına konuşabildikleri, bütün Kıbrıs’ı temsil ettikleri yönündedir. Bunun karşısında Kıbrıs Türkler’i gereken cevabı devletlerini kurmak suretiyle vermişlerdir. Devletlerini, eşit egemenliklerini, ayrı bir halk olduklarını Rum tarafı kabul edinceye kadar bu konumu korumak mecburiyetindeyiz. Bundan tâviz verirsek zaten azınlık statüsünü kabul etmiş oluruz. Bu konumumuzu korurken, dünyaya referandumun da gösterdiği gibi, iki halkın varlığını, selfdeterminasyon sahibi iki halkın varlığını artık kabul etmeleri gerektiğini, bu halklardan birinin diğerini temsil etmediğini, diğerine tahakküm etme hakkı olmadığını, altını çizerek kabul edip artık Kıbrıs’a o şekilde muamele yapmaları gerektiğini devamlı surette vurgulamak mecburiyetindeyiz. Ekonomimizi geliştirmeliyiz Bu arada yasalarımızı da AB ile uyum içerisine getirmeli ve ekonomik açıdan seviyemizi yükselterek kapılarımızın açık olduğunu duyurmamız lazım. Bunları yaparken Türkiye ile de uyum içerisinde olmaya mecburuz. Kısacası Türkiye’nin de Avrupa Birliği’ne girme sürecini, birlikte hazırlanarak tamamlamalıyız. Türkiye’den evvel girer miyiz, girmez miyiz meselesi, Türkiye ile yapacağımız anlaşmaya bağlıdır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye bakışı önemlidir. Sonuç, biraz da Türkiye’nin tam üye oluncaya kadar Kıbrıs üzerinde ne muamele yapacağına bağlıdır. Bir anlaşma yapmaları lazım ki, Yunanistan AB üyesi olarak Türkiye’den daha fazla bir yetkiye, söz hakkına sahip olmasın Kıbrıs üzerinde. Yâni yapılacak şeyler çoktur ve yapılmaya başlanmalıdır. Ama esas olan Rum’un bütün Kıbrıs’ın meşru hükümeti olduğu iddiası karşısında ve bu iddiayı yasal hale getirmek için 63’ten bu yana yaptığı kanunsuzlukları, bize verdiği zarar ziyanı göz önünde tutarak, kendi varlığımızı, kendi egemenliğimizi, kendi devletimizi sonuna kadar savunmaktır. t Özellikle referandum sonrasına baktığımızda bugüne kadar sizin söylediklerinize muhalif olanların da artık sizinle görüş ve söylem birliği içerisine girdiğini görüyoruz. Ne değişti ki böyle oldu? İktidarda olmak sorumluluk ister Doğaldır. Muhalefetteyken söylenen sözler, tabiatıyla sorumluluk içerisine girince ölçülüp tartılır ve ona göre hareket edilir. Bir devletin başbakanı bu makama gelmeden önce devletin varlığını soruşturan beyanatlarda bulundu ise başbakan olduktan sonra da aynı şekilde devam edemez. Tabiatıyla devleti temsil ettiğinin, devletin başbakanı olduğunun bilinci içerisinde hareket eder. Kendi etrafındaki arkadaşları da aynı gerçekleri görmek zorundadır. En önemlisi bu arkadaşlarımızı, AKEL’in büyük hayal kırıklığına uğratmış olmasıdır. Şimdiye kadar AKEL’e inanarak, AKEL ile işbirliği içerisinde yaptıkları ve söyledikleri göz önünde tutulursa AKEL’in bir hayır ile kendilerini ne denli hayal kırıklığına uğrattığı ortaya çıkar. Allah’tan AKEL, bu hayal kırıklığını yaratmıştır. Yoksa evet demiş olsaydı ve AKEL ile milliyetçi, ENOSİS’çi AKEL ile aynı kanala girenlerin hükümet olmalarıyla işimiz çok zorlaşacaktı. Bu da Allah’ın bir inayetidir ki, AKEL yandaşı olarak yıllarca beraberinde taşıdığı Türk tarafını yarı yolda bıraktı ve böylelikle Rum tarafında, sağcılarla solcular, Kıbrıs’ı Yunan Adası yapmak için nasıl birleşti, herkes görmüş oldu. t Yıllardır üzerinizde çok ciddi bir yük var ve çok ciddi bir tempoda çalışıyorsunuz. İsviçre’den bu yana baktığımızda, Sayın Talat için, üzerinizdeki yükü nispeten azalttı diyebilir miyiz ? Devre dışı bırakılmam bana şamar olacaktı Tabiatıyla benim Annan Planı’na karşı çıkışım, dünyaya bir şeyi göstermiştir. O da şu şekilde ifade edilmiştir. Biz şimdiye kadar, hükümetin kullanması gereken yetkiyi Denktaş’a bıraktık. Lider diye Denktaş’ı kabul ve kamufle ettik. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ile değil, liderle görüşüyoruz diye gidişatı kamufle ettik. Halbuki icra yetkisi hükümetlerindir. Sayın Talat’ın ve partisinin referandumda evet demesiyle ümit ettiler ki göreve gelmeden önce, yâni muhalefetteyken Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bakış açılarını, göreve geldikten sonra da devem ettirecekler, yâni dikkate almayacaklar. Rum ile uyum içerisinde, Rum’un istediği yola gidecekler diye bir ümitle... Sayın Talat’ı öne çıkarmak eylemi yaptılar. Bu bana bir nevi şamar olacaktı. Halbuki, bilmediler ki bir husus vardı, bu benim istediğim bir şeydi. Bu nedenle ben de kendilerine tam yetki vererek İsviçre’ye gönderdim. Tam yetkili idi. Ve oradan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Başbakanı, Başbakan Yardımcısı statüsü görülmeye başlandı. Böyle devam etti. Amerika Birleşik Devletleri’ne yine aynı şekilde beni ekarte edip de işte hükümette biziz, işimizi yaparız diyerek kendilerini davet ettirdiler. Kendisine Başbakan diye hitap edilir edilmez, Papadopulos dünyayı ayağa kaldırdı. Amerika da geri adım attı derhal, “Yanlış bir kelime kullandığımızı kabul ediyoruz” dediler. Halbuki orada ellerine geçen fırsatı kullanmış olsalardı Kıbrıs meselesinin hallini önleyen bu sahte Kıbrıs Cumhuriyeti ünvanı, delinmiş olacaktı. Hayır, biz Başbakan olarak kabul ediyoruz, referandumla da görülmüştür ki, iki ayrı halk vardır ve sizin bu halkı temsil etme hakkınız yoktur. Bunların da devleti vardır, demokratik şekilde seçilmiş bir başbakanı vardır, biz de kendisine başbakan gibi muamele ediyoruz deseler, Rum Avrupa Birliği’ni kullanarak Kıbrıs’a sahip çıkma eyleminin tutarlı olmayacağını, geçerli olmayacağını görecek ve bizimle yeni, güzel bir ortaklık kurmak için motive edilmiş olacaktı. Ama taa başta, 63’te Makarios’un ellerinden Türk kanı akarken ve onu Kıbrıs’ın Cumhurbaşkanı olarak kabul eden, koruyan bu sıfatı kendisine bağışlayan Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve saire diğerleri yine bu hatayı yapmışlardır. Referandumla ortaya çıkmış olan bir fırsatı gereğince değerlendirmeyi becerememişlerdir. Türk hükümetleriyle kavga edecek makamda değilim t Biraz geriye dönüp baktığımızda, Türkiye Hükümeti ile görüş ayrılığına düşüldü ve tabii ki çok sıkıntılı dönemler geçirildi. Neydi bu krizlerin yaşanmasına sebep? Unutulmamalıdır ki, bu son döneme kadar Kıbrıs meselesi partiler üstü bir meseleydi. Bütün kararlar oy biriliğiyle çıkardı. Meclis’te de, Güvenlik Kurulu’nda da ilk defa - bir parti siyaseti olarak - oy birliğiyle alınan kararlara ters düşen bir durumla karşı karşıya kaldık. Bu hükümet gelir gelmez, kırk yıllık siyasetin yanlış olduğunu söyleyip işe başladı ve bu kırk yıllık siyasetin içerisinde tabiyatıyla ben de nazım rol oynayan birisiydim. Dolayısıyla, öyle bir siyaset gördük ki, ya değiş, ya da git siyasetiyle karşı karşıya kaldığımızı anladık. Ulusal davada bizim değişemeyeceğimiz, olmazsa olmazlarımız vardı. Bütün bu yayına rağmen yüz yüze geldiğimizde olmazsa olmazlar konusunda tamamen mutabık olduğumuzu gördük ve yola devam ettik. Halkıma mesaj verdim New York’a olmazsa olmazlar vardır diye gittik. İsviçre’ye olmazsa olmazları New York’ta elde edemediğimiz için gitmedim, halka bir mesaj vermek istedim... İşlerin yanlış yola gittiğini göstermek için... İsviçre’de uzlaşma olmadığı halde, planın referandumla halka sunulması, çok garibimize gitti. Genel Sekreter planın bazı yerlerini dolduracak ama hiç olmazsa vizyonda ve felsefede bir mutabakat hasıl olur da teferruatta bazı şeyler eksik kalırsa bu yapılabilirdi, onu düşündük. Sonuçta, Türkler’in istedikleri hususlarda olmazsa olmazlarda, hiç bir mutabakat sağlanamadı. Ama uzlaşmazlığı simgeleyen planı buna rağmen iki halkın referandumuna sundular. İki taraf da evet demiş olsaydı, uzlaşma mı olacaktı? İki taraf da sonuçta birleşmiş olacaktı ama uzlaşmazlığın kavgasını sürdüreceklerdi. Türk askeri de Ada’dan çıktıktan sonra, geçmişi yaşamış olanlar ne olacağının farkına varacaklardı. Ben, Türk Hükümetleri ile kavga edecek bir makamda değilim. Türk Hükümetleri ile işbirliği yapmam gereken bir makamdayım. Bunu elimden geldiğince yaptım, yapmaya da devam ediyorum, kimseye karşı da bir tavrım yoktur. Bu makamlarda oturan insanlar, sorumlu oldukları sürece işbirliği yaparlar, birbirlerine sırt çevirmezler. Beni iki defa öldürmek istediler KIBRIS Türkü’nün varolma mücadelesinin her anında bulunan Rauf Denktaş’a sorduk: Sayın Cumhurbaşkanı, size hiç suikast girişiminde bulunuldu mu? 1984 yılında Londra’da bir olay oldu. O zaman 3 yaşında olan küçük torunum Aydın ile bir seyahatten dönüşümde otelde kalıyorduk. Bizi Tansel Fikri Bey otele braktı ve gitti. Geç geldik. Yemek yoktu, özel yemek yaptılar bize. Salonu açtılar. O salonda da, sonradan Yunanlı olduğunu anladığım bir kadın sert sert bana bakıyordu. Yemeği yedik, odamıza çıktık. Çıkar çıkmaz telefon çaldı, çocuk atıldı aldı ama Allah’tan ben yetiştim, aldım. Alo der demez, telefonun ahizeden gaz çıkıp ağzımın içine yayıldı. Ve hemen boğazımda bir madde haline geldi. Az kaldı boğuluyordum. Zor çıkardım. Belli ki bir teşebbüsdü o. Tansel’e telefon ettik... Geldi. Çünkü ben artık dışarı çıkmak istemedim. Dışarda belki de ambülans çağırmamızı beklerlerdi... Tansel ertesi gün o maddeyi aldı laboratuvara götürdü. Laboratuvar kendisine bunun Bulgarlar tarafından kullanılan bir öldürme âleti olduğunu söylediler. ‘Belgesini iste’ dedim ama belge vermediler. Bir de Londra’da konferansa gittik, Dışişleri eski Bakanı Tahsin o zaman Londra Temsilciliği’ndeydi. Memurdu. Onunla beraber konferans vereceğimiz salona girerken, Rumlar nümayiş yaptı. Birinin elinde büyük bir haç, içinde çiviler çakılmış biçimde, tam benim gireceğim an saldırdı, onu başıma vurmak istedi. Tahsin beni itmeseydi adam isabet ettirecekti. Polise şikâyet ettiğimizde, bir şey yapmayacaklarını söylediler. H.O.Tercüman Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 22:33

İLGİLİ HABERLER