Medya
  • 17.12.2002 12:29

150 BİN DOLAR AYLIK ALAN GAZETECİ

KAYNAK : Haber Vitrini Patrona karşı editoryal bağımsızlığı nasıl koruyacaksın? Patrona karşı şu anda yüzde yüz editoryal bağımsızlığım var. Patron bugüne kadar bana, “Nurcan Hanım şunu şöyle yapmışsınız, şunu şöyle yapalım” demedi. Çünkü onu şahsen çok memnun edecek haberleri yaptınız! A biz tabii birtakım haberler yaptık. Grubun çok canının yanmış olduğu durumlar var. İşte POAŞ haberleri. Onların hepsi haber niteliği olan, küçük yatırımcının hakikaten hakkına sahip çıkan haberler. Onun dışında Pamukbank’la ilgili, ben bu grubun gerçekten çok ağır bir haksızlığa uğradığına inanıyorum. Bu inancın, Hürriyet’te çalışırken de var mıydı? Vardı tabii. El konulduğu zaman gerçekten çok üzülmüştüm. Bu kadar köklü bir bankaya bu şekilde el konulması, yani devletin bazı hortumcu bankalarla, yönetim hatalarından dolayı zorluklara düşmüş bankaları ayırt etmemesi, beni hakikaten çok rahatsız etmişti gazeteci olarak. Buradaki insanları tanıdığım zaman, o duygum pekişti. Yani o Pamukbank’la ilgili haberleri patronu memnun etmek için yapmadınız mı? Patron tabii ki memnun olmuştur. Tabii ki onun da memnun olması benim açımdan önemli. Neticede o benim işverenim. Çoğu zaman yukarıya geliyor Mehmet Emin Karamehmet. Ben de çıkıyorum yanlarına. Serdar Çaloğlu bizim yönetim kurulu üyemiz. Birlikte otururken gazete geliyor. Alıyor bakıyor patron. Yani, bir tek gün, şurası da şöyle demedi. Bir gün kendim sordum: Efendim, gazeteyi ben yapıyorum, yaptığım şeylerin bazılarını beğeniyorum, bazılarını beğenmiyorum. Neticede bir sürü aşama kaydettik. Ama siz bugüne kadar daha hiçbir şey söylemediniz. Beğeniyor musunuz, beğenmiyor musunuz yani? Onay mı bekliyorsun en azından? Yani, en azından “ben şu tür şeylerden hoşlanmam, şu tür şeyleri severim” demesini bekliyorsun. O da bana, “Nurcan Hanım, ben Akşam okuyorum.” dedi. Benim için yeterli bu söz. Ama bu nereye kadar böyle devam edebilir? Çünkü onun da gazeteciliğin dışında başka işleri var. Yalnız bu, dünyanın her yerinde maalesef var. Hepsinin arkasında çok büyük şirketler var. Çünkü sadece gazetecilik yapan bir adam, bu kadar ileri teknoloji ile başa çıkamaz. Çünkü medya çok pahalandı, üstelik bir–iki yılda bir PC’leri, dijital makineleri, matbaayı yenilemek zorunda kalıyorsun. Yani bu, sadece basından para kazanabilen bir patronun götürebileceği bir yatırım değil. Ama, tabii patronların kendi işleri, çok kritik, tehlikeli bir alan. Ama bu anlamda çok talepkar görmedim grubu. Patronun “Şu işimiz var, Nurcan Hanım gidip şu kişiyle şöyle bir şey konuşur musunuz?” diye bir talebi olmadı. Seni kullanmaz da, başkasını kullanır. Onu bilemem. En azından beni kullanmayacağını biliyorum. Öyle bir ilişkimiz zaten yok. Öyle bir beklentisi de benden zaten yok. Yani üst düzey gazetecilerin hükümet kapılarında iş takip etmelerinin örneklerini gördük. Çok fenaydı, çok yadırgadığım şeyler. Bunlar bitmiştir diye umuyorum. Türkiye’yi bugün yöneten kadro, bu ilişkilerden çok canı yanmış bir kadro. Dolayısıyla onlar medyaya eşit mesafede duruyorlar. Ümit ediyorum ki medya da bu mesafeyi korur. Ben, Akşam hesabına konuşabilirim. Bizim böyle bir beklentimiz olamaz. Ertuğrul Özkök’ün de böyle bir açıklaması olmuştu. Ama o çok tuhaf bir açıklamaydı, yani nereden kaynaklandığı anlaşılamadı. Ne demek, “Beş yıl için söz verelim.” Demek ki şimdiye kadar yapılıyordu, bir tür itiraf. İktidar şimdi eşit mesafede durmak istediği için mi böyle karar alındı. Onu da sormak lazım. Çünkü, zaten medya ve iktidar ilişkileri mesafeli olmalı. Bizim muhabirlik yaptığımız zamanlarda öyle değil miydi? Bu konuda çok tartışmalarınız olmuş muydu o zaman? Biz yazı işleri olarak kendimizi o ilişkilerin dışında tutmak istedik. O zaman bana Ertuğrul Özkök’ün postu, çok zor bir post olarak gözüküyordu. Çünkü, o tarz bir genel yayın yönetmenliğini ben yapamam. Onunki, patronlaşan bir genel yayın yönetmenliği idi. Bu, Ertuğrul Özkök’le ortaya çıkmadı, asıl Zafer Mutlu ile çıktı. Ertuğrul Özkök’le pekişti. Ben bunu, Ertuğrul Özkök zaten birçok yazısında kendisi yazmış olduğu için çok rahatlıkla söyleyebiliyorum. Yani ben onunla ilgili bilinmeyen bir şeyi ifşa etmiyorum. İşte “BDDK’ya Sabah Gazetesi’ni almak üzere teklif götürdük. Şu şu beraber gittik.” dedi. Şimdi bir genel yayın yönetmeni teklif götürmez holding adına. Dolayısıyla orada bir işveren–patron tutumu var. Bu transformasyon neden oluyor? Bence bu bir iktidar, Türkiye’yi yönetme, her türlü şeye hakim olma arzusu. Büyüme ve tek olma hırsı. Daha güçlü olayım, daha çok para kazanayımdan çok farklı bir şey bu. Başka bir yerde kendini konumlandırma ve böyle herkese, ulvi bir noktadan bakma isteği herhalde. Ama ben çok da severim Ertuğrul Özkök’ü. Onun insanlığından, kişiliğinden, bana olan sevgisinden, benim ona olan sevgimden çok bağımsız olarak söylüyorum. Acaba Ertuğrul Özkök’ü geçmek gibi bir hedefin mi var? Kendimi onunla kıyaslamıyorum. Ben başka bir şey yapmak istiyorum. O benim yaptığım gazeteciliği beğenmez zaten. İşte kara kuru, sevimsiz, takur tukur bir gazete yapmayı düşünüyor diye beğenmeyecek. Onun takur tukur dediği, sevimsiz, aman ne kadar sıkıcı dediği şeyleri yapmak istiyorum. Bir kere Hürriyet’ten çok farklılaştırmaya çalışıyorum. Ama birtakım değişiklikleri küt diye yaparsan, mevcut okuru kaybetme riskin var. Bu gazetenin logosu değişecek, suratı daha açılacak. Ama bunu okura benimsete benimsete yapacaksın. Benim yapmak istediklerim kafamda çok net. Ve bu, asla bir Hürriyet değil. Aydın Doğan–Mehmet Emin Karamehmet kıyaslaması yapmanı istesem? Yapamam; çünkü Aydın Doğan’la çok bir araya gelmedim. Onunla karşılaşan Ertuğrul Özkök’tü. Şimdi ben burada kendi patronumu neredeyse her gün görüyorum. Akşamları sohbet ediyorum, beraber maç seyrediyoruz. Patronun ne işi var her gün gazetede? O da ayrı bir psikolojik baskı değil mi? O yukarıda oturuyor, gazeteyle alakası yok. O hiç aşağıya gelmez ki. Aynı binadayız; ama odası yukarıda. Peki nasıl bir insan? Çok sade ve çok mütevazı bir insan. Gayet sindirilmiş bir görgü, hem serveti sindirilmiş, hem eğitimi sindirilmiş. Düşünebiliyor musun, kadınsın; odadan içeriye girdiğin zaman patronun ayağa kalkıyor. Çok enteresan, hoş bir şey. Medya patronlarının birbirleriyle gazeteleri üzerinden ettikleri kavgalar devam ederse? E bu birazcık geldi benim başıma da. İşte bu POAŞ olaylarında olsun, şurda burda olsun, e Aydın Doğan’la kavgalaşma durumları oldu; ama o da açıklamasını gönderdi. İşte biz tek satırına dokunmadan açıklamasını kullandık. Tabii ki ben böyle şeylerin olmasını hiç arzu etmiyorum, inşallah olmaz. Keşke sulh içinde yaşasalar. Eskiden gazete patronları sendikası vardı. Bir araya geliyorlardı ve tereddütlerini hükümete patronlarının ortak iradesi olarak yansıtıyorlardı. Ben gazete patronlarının iyi geçinmeleri gerektiğine inanıyorum. Benim şöyle bir umudum var. Var olan tekel kırıldı. O tekel hepimizi bir ara çok büyük bir cendereye almıştı. İki büyük gazete patronu anlaşmışlardı, birbirlerinden transfer yapmamak için. Sen bir köle gibi her şeye razı olup yaşamak zorunda kalıyorsun. Dağıtım tekeli vardı, o tekel kırıldı. Yeni yeni birtakım patronlar da çıkıyor. Herhalde oturup, ya birlikte yaşamanın yollarını arayacaklar ya da mücadeleler başlayacak. İnşallah birbirleriyle anlaşarak yaşamanın yolunu seçerler. Herkes kendi kulvarında yürüsün. İlle de her şeyin sahibi birisi olmasın. Sendikasızlık konusunda ne düşünüyorsun? Bu sadece patronların baskısı değil, ben orada sendikayı da suçluyorum, çok fazla varlık gösteremedi maalesef. Sendikanın şöyle bir handikapı var: Herkesi eşitleyen bir ücret artışı sistemi var. Halbuki medyada benzer işleri yapanlar birbirlerinden farklı olabilirler. Birisi çok daha yetenekli olabilir, birisi çok daha tembel olabilir. Yani o sendikanın ücret artışı, toplu sözleşme düzeni, istediğin kişiye, istediğin ücreti verebilmeyi engelleyen bir düzen. Sadece kıdeme bakıyor. Vasıfsız işçilerin çalıştığı fabrikalara uygun bir düzen. Ama basına çok uymuyor. Orada iş, patronlara düşüyor. Yani patronlar, gerçekten, farklı ödüllendirme biçimlerine açık olmalılar. Ama bunu derken, senin dediğin medya aristokrasisinden söz etmiyorum, katiyen. Bir televizyon programcısı, isim vermek istemiyorum, o birimde patron düzeyinde çalışan birisi bana, onun 150 bin dolar aldığını söylediğinde, ben yıllık zannettim, saf saf. Aylıkmış. Ay inanmıyorum! Aynen ben de inanmıyorum! Her gün ekrana çıkan bir televizyoncu. Ayda 150 bin dolarlık ne yapılır söyler misiniz? Bunun karşılığı yok. O zaman ne oluyor, kat oluyor, yat oluyor. Ama o doyumsuzluğu da haberlere yansıyor öyle mi? Yansıyor tabii. Kopuyor gidiyor, uçurum oluyor. Çok derin ücret uçurumları olmamalı. Bak genel yayın yönetmeni olarak benim odam burası. Çok şaşırdım, söyleyecektim, bu ne mütevazı oda diye. Çok şeker bir oda. James Dean’imi getirip astım. Oraya çiçekler koydum, kedi biblolarımı getirdim, kitaplık yaptırdım, burası yazı işleri salonu içinde, onun devamı olan bir açık oda. Bir genel yayın yönetmeni öyle steril ortamlarda, senden birkaç kat yukarıda, kendi başına, başka bir dünyada yaşamamalı. Bırak halktan kopmayı, kendi çalışanlarından koptu genel yayın yönetmenleri. Bundan daha büyük bir odaya ne gibi bir ihtiyaç vardır, bana söyler misin? Onun için ben buraya hemen ısındım. Çünkü bir gazeteci ofisi burası. Bir büyük şirket yöneticisinin odası değil. Ne zaman yazı yazmaya başlayacaksın? Serdar Turgut, “Genel yayın yönetmenleri köşe yazmamalı” diye yazdı. Aslında doğru söylüyor. Genel yayın yönetmeninin işi gazeteyi yapmak, yönetmek. Aslında yazmak da benim içimde kalan bir şeydir. Biliyorsun, Güneş’te köşe de yazmıştım ben. Sevdiğim de bir şey. Şimdi pazartesi yazıları yazıyorum. Onlar tabii Akşam’ı anlatan, editoryal yazılar. Genel yayın yönetmenlerinin, muhabirlerin haber kaynaklarının kökünü kuruttuğunu yazmıştın. Kaynaklarını muhabirlere yönlendiriyor musun? Ben çok fazla aramıyorum. Muhabir çok zorlanıyorsa arıyorum. Ben şimdi burada muhabir gibi çalışacaksam, muhabirin ne kıymeti var? Artık haber kaynakları muhabirlerin suratına bakmaz hale geldiler. Bekliyorlar ki, genel yayın yönetmeni arasın ve onunla konuşsun. Çünkü ona ya şunu yazma, boşver bunu yazma diyebilme hakkı var. Biz muhabirken böyle bir şey yoktu. Kedin var; çocuğun yerini tutuyor mu? Psikolojik olarak bence daha farklı bir şey yapıyor. Çünkü ağlamıyor, senden bir şey talep etmiyor. Ve kesintisiz bir sevgi kaynağı. Neticede onun için yaptığın şey çok basit. Bir tabak kuru mamasını koyuyorum. Her gün sade suyunu koyuyorum. Kumunu temizliyorum. Buna karşılık o hiçbir sorun çıkarmadan sadece bana kendisini sevdiriyor. Yani bu harika bir şey, bütün elektriğimi alıyor. Çok tüylü, şahane bir kedi. Eve gittiğim zaman, sarılıyorum, öpüyorum, okşuyorum. Tabii ki çocuk o değil. Çocukla başka ilişkiler kuruyorsun. Çocuğun yerini bir kedi asla tutamaz. Bir çocuk özlemin var mı? Çocuğu, isteyerek yapmadım. Ama çocukları seviyorum. Kendi çocuğum olması fikrinden, bir bağımlılık yaratacağı korkusuyla kaçmışımdır. Şimdi düşünüyorum, iyi ki çocuk doğurmamışım. Çünkü sevgimi kontrol edemiyorum. Kediyi bile tepeme çıkardıktan sonra, diyorum ki, herhalde bir çocuğum olsaydı o çocuk zıvanadan çıkardı. Aşırı tavizkâr bir anne olabilirdim. Yeğenlerime karşı biraz öyleyim. Senin zahmetini çekmediğin hazır çocukları sevmek, çok daha kolay. Bir sürü yeğenim var, hepsini de çok seviyorum. E onlar da annelerine babalarına kızıyorlar; ama teyzelerine, halalarına hiç kızmıyorlar. (Zaman) Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 18:56

İLGİLİ HABERLER