Medya
  • 23.11.2005 11:32

AYŞE ÖNAL''DAN ÇOK İLGİNÇ BİR TMSF BAŞKANI PORTRESİ...

AYŞE ÖNAL''IN YAZISI: Patronum Ahmet Ertürk Yeni iktidar sahibi eski bir meslektaşıma yönelik gürültüye karşı yazıp, ağır pişman olmuştum. İktidar görkeminin bu gürültüyü bir başöğretmen sessizliğine çevireceğini, eski meslektaşımın, güç ile girdiğini sınavdan alnının akıyla çıkamayacağını öngörememiştim. Meslektaşım yazdığım insan değildi. Aşağıda kalanları aşağılayıp, yüksekte uçmayı seviyordu. Güç onu bildiklerimizden yapmıştı, hakkında gürültü koparanlar ise zaten iktidar gücünün duvarına çarpıp hizaya girmişlerdi. Bu nedenle karşıma çıkan nadir sayıdaki olağanüstü insana, temkinle pişmanlık kaygısı arasında sıkışarak baktım. Ahlak ve hile düşkünü topluluğa kazaen düşmüş bu değerlere haksızlık olduğunu; içten bir gerçeğin dalkavukluğun mide bulandırıcılığını teskin edeceğini bilmeme rağmen bekledim. Üstüne üstlük birisinin patronum olması elimi kelepçelemişti. İki sıra dışı insan, özel bir kadın ve özel bir erkek sonunda kendime koyduğum yasağı deldiler. Özel bir diplomat Anne Dismorr’u bir başka yazıya bırakıyorum, özel bir bürokrat Ahmet Ertürk’ü patronluğumdan düştüğü için nihayet konuk ediyorum. Onunla tanıştığımda hayatlarını başbakanı görmek ve başbakana görünmek üstüne inşa etmiş tapınma bağımlıları arasında boğulmak üzereydim. Bu dehşetli ahlak karmaşası karşısında, onur ve duruş gibi hassasiyetlere olan inancım enkaz halindeydi. Laik iktidarlar esnasında ahlaki çürümenin, Allah’la aralarındaki dürüstlük bağını kaybetmelerinden doğduğunu sanıyor, Allah’a güvenenlere çok güveniyordum. Dindarlar ahlaki onarım ümidimdiler. Zaman ümidi hızla eskitti. İncinmiş bir düş kırıklığıyla, onların da etten kemikten günahkarlar olduğunu gördüm. Riyakar olabileceklerini, ihanet edebileceklerini, dünya makamları için birbirlerini boğazlayabileceklerini anlamak canımı yaktı. Sınıfsal uçurumları derinleştirmekten haz duyduklarını, eşit olmaktan nefret edip, küçülttüklerine yukardan bakmayı sevdiklerini gördüm. Dediklerini yaptırmak isteyen ve yaptıklarını yaptırmak istemeyenler arasına katılmışlardı. Allah’ın kelamı saydıkları selamları bile pahalanmıştı. Uçurumu onarmak için didindiklerini sanmaktayken, uçurumun müreffeh ve saygın kıyısına atlamak istediklerini gördüm. Üzgünlüğümü inzivama sakladım. Onunla, dindarlara ilişkin ümitlerimi kaybetmek üzereyken karşılaştım. Hayranlık uyandıran terbiyesini, başka türlüsünü bilmediği tevazusunu, özellikle kendisinden aşağıda olanlara gösterdiği saygısını bunu yapmayanların arasında bir madalya gibi taşıyordu. Kendi kendisine hediye ettiği insani bilgeliği erişilmez bir sadelikteydi. Ciddiyetten beslenen ciddiyetsizlerin kabusu mizah onun güler yüzlü parçasıydı. En çok kendisine şaka yapıyordu. Ona, mecliste ne işi olduğunu soran kameramanımıza şaka ile ‘Bilmem, çağırdılar geldim’ diyebiliyor, kendi elemanının onu tanımamasından kan davası üretmiyordu. Çok sıkıcı bir yemekte, ‘lütfen beni buraya teslim etmeyin’ diye eğleniyordu. Sürtüşme ve çatışma anlarında egosundan ödün verebiliyordu. Oysa ısrarla gazetelerin ilk sayfasında, televizyonların ana saatindeydi. Kendisini yemeye hazırlanan canavarı zarafetiyle hipnoz edercesine çıktı bütün tartışmalardan. Eşsiz zarafeti, onu riyakarlık batağının içine düşmekten koruyan sihirli uçan halısıydı. Türkiye’nin en büyük patronuydu. Saatleri durduracak kadar çalışıyordu ama dünyeviliğe, haberi olmadan getirildiği makamı, bir damla gölgede terk etmeye hazır duracak kadar ilgisizdi. Onda dindarlara duyduğum hayal kırıklığımı onarabilme gücünü buldum. Bunları yazmaktan hep korktum. Huysuz, çatışmacı kimliğimi hırpalayacağını sandığım yaranma damgasından korktum. Ahmet Ertürk’ün patronum olmamasına sanırım en çok ben sevinmişimdir. Artık eşit olduk ve muhteşem tevazusuna iltifat etme hakkımı özgürce kullanabiliyorum. Güncellenme Tarihi : 25.3.2016 10:35

İLGİLİ HABERLER