BİR GAZETECİNİN ÇIĞLIĞI… NEDEN TEK BİR MUTLU GAZETECİ YA DA TELEVİZYON HABERCİSİ YOK?
Herkese Merhaba,
Derdinden patlamak üzere olan birinin çığlığını yüreği kaldırmayacaklar bu yazıyı lütfen hic okumasın, şimdiden uyarıyorum. Ayrıca biraz uzun olacak galiba!!!
Girişimden de anlayacağınız üzere biraz gerginim bugünlerde. Hayat ile bir türlü barışamıyorum. 30 yaşındayım ve ölesiye mutsuzum. Harika bir sevgilim ve belki de tanıyıp tanıyabileceğiniz en renkli, en sıcak dostlara sahip olmama rağmen. Oysa sloganım ''inadına yaşamak'' olmuştur hep. İnatlaşmaktan vazgeçtim artık zoraki bile gülümseyemiyorum. Nedeni mi, ben maalesef bir medya çalışanıyım, renkli camın büyüsünün bir türlü esir alamadığı bir televizyon habercisiyim.
Geçen gün bir arkadaşımı gördüm. Uzun yıllardır çalıştığı gazeteden kavga dövüş ayrılmış başka bir kuruma geçmiş. Nasıl memnun musun diye sordum yalandan. Yanıtı netti, ''Ha Adana Genelevi ha Çankırı, hepsi ayni değil mi?''.
Tanıdığım tek bir mutlu gazeteci ya da televizyon habercisi yok ne yazık ki.
Hepsi mutsuz... Hiçbiri gazetecilik amatör bir meslektir, sevmeyen yapamaz, tutku gerektirir, mavallarına kulak aşmıyor uzun zamandır. Emeğinin karşılığında yaşayabileceği bir ücret ve ücretini zamanında ödeyecek bir kurum arıyor basın çalışanları yalnızca. Basın etiği, ilkeleri, suratına tüküren Başbakana karşı medya dayanışması... hikaye..
Bir çoğu hayallerinin mesleği olarak başlamış, hayal kırıklıkları bile onlara mesleki hırslarını terkettirememiş ama çıkardıkları dersler var tabii. İlki, kimseye güvenmemeyi öğrendim diyorlar. Bunlar azınlık olsa da nedense hep mutlu olurlar, haber pesinde koşarlar. Başka hiçbir konu hakkında uzun soluklu bir sohbete katılamazlar çünkü yasam yoksunudurlar. Aslında mutluluk oyunlarının ardında çok masum(!) bir sebep yatar, hepsinin aklından gecen şey aynidir, ''bir gün o koltuğa ben oturacağım ve bu salaktan daha iyi yöneticilik yapacağım''.
İkinci grupta sürekli söylenenler vardır. Dünyanın bütün yükü omuzlarındaymış hissiyle hareket eder, durmadan söylenirler ve yöneticilerinin dedikodusunu yapmaktan hiç çekinmezler. Herşeye rağmen ağızlarını haber toplantılarında bıçak açmaz. Bundan da hiç utanmazlar. Yöneticilerinin yüzüne güler ardından dolap çevirirler. En kalabalık grup bunlardır. Yaralı parmağa işemezler, hep bana hep bana derler. Ne uzar ne kısalırlar, şans yüzlerine gülerse bir gün bir halt olurlar, yöneticilik yaptıkları gün o kurumun çalışanları için de kabul dolu günler baslar....
Basın camiasında delikanlıların -kani deli olanları kastediyorum, yani cesurları- sayısı ise bir elin parmaklarını geçmez. Hani özü de sözü de bir olanlar...
İngilizler'in güzel bir atasözü vardır ''Bahaneler göt deliği gibidir, herkeste bir tane bulunur''. Delikanlı grubun da bahanesi ne yazık ki hiç bitmez.
Peki bunları niye yazıyorum. Çünkü sunu biliyorum hayattaki en kıymetli duygudur ''merak''. Aykırı örnekler hep hayranlık uyandırır ;çünkü cesaret de en az merak kadar gereklidir. Ancak ne yazık ki ben bu camiada gecen 8 yıllık esaretim boyunca tek bir farklı insan tanıyamadım, merakimi cezbeden.
Simdi okuyanlardan özür diliyorum. Yanlış anlaşılmasını istemem, herkes kendince özeldir, herkes kendi dünyasının prensi-prensesidir... Komik olan da bu zaten.Neyse...
Elbette hayat çok hızlı akıp gidiyor, birbirimize denk gelme olasılığımız tesadüflere bağlı çoğunlukla. Peki bütün bunlara kabul ama neden ayni tornadan çıkmış bir örnek yasamlar ile birbirinin tıpkı başımı gibi duran milyonlarca insan bu kadar iyi anlaşıyor ve ben tek başınayım?
Simdi gelelim önemli bir soruya, neden iş hayatımda böyle bir arayışa giriyorum. Çünkü is değil ki kardeşim, günümün 16 saatini ben bu sevmediğim insancıklar ile geçiriyorum.
İlk gençlik yıllarımda okuduğum Tembellik Hakki beni öyle mutlu etmişti ki. Bilmem aranızda o kitabi okuyanınız var mi, K. Marks'ın damadı Paul Lafarge'nin kitabi. Kayınpederi’ni de eminim çıldırtmıştır bu kitap. İş hayatına dair düşüncelerim bu kitapla netleşmeye başlamıştı o günlerde. 18 yaşındaydım ve garsonluk yapıyordum. Demiştim ki kendi kendime is yalnızca yaşamını idame aracıdır , mutlu iş olamaz. Sonra, yıllar sonra habercilikte karar kildim. Biraz zoraki -tek başıma hareket etme lüksüm yoktu ne yazık ki o yıllarda, hayallerimi kovalayamayacak kadar şanssız bir dizi olay yaşadım- biraz da beni bu camiaya yakıştıramayan ve sürekli göndermeye çalışan Beyaz Türk yöneticilerime inat kaldım basın sektöründe. Her gecen gün benim için biraz daha ızdırap her gecen gün artan tiksinti duygusu derken...önce bir beyin kanaması geçirdim sonra da mide kanaması. Anlatırken güleyim mi ağlayayım mi şaşırıyorum hala ama ise giderken tam 8 yıldır her sabah ayni duygu ile kalkıyorum yataktan. Kreşe gitmek istemeyen 5 yaşındaki çocuk ne hissediyorsa ben de aynen öyle hissediyorum, ağlamak istiyorum.
Çok enderdir, iyi isler yaptığım günlerin sonunda yataktan mutlu kalktığım. Çoğu zaman yaptığım iyi isler bile beni tatmin etmez çünkü ben kendimi hiçbir zaman renkli camin büyüsüne kaptıramadım, bu dünyaya ait olmadım. Olmak da istemiyorum...kendi duyama geri dönmek istiyorum!!!
Başınızı ağrıttıysam üzgünüm, ne hissettiğimi yazdım çünkü benim gibi mutsuz olan ama nedense kafası karışık, bir düzine insan tanıyorum. Bu yüzden anlatmak istedim kendimi. Ve söylüyorum, inanın kafam çok net, bu ülkede ya da dünyanın hiçbir yerinde dev medya kuruluşlarında namuslu gazetecilik yapılamaz -iyi isler yapılabilir elbette ama o da beni kesmez- ve meslektaşlarım kusura bakmasınlar ama patronlarımızın izin verdiği ölçüde namuslu olmak pek bana göre değil.
Sözde yetişkin cahil, salak yöneticilerden de yoruldum artık. Hep ayni geyiklerden hep ayni tele vole sohbetlerinden de... Kendime televizyonsuz, gazetesiz bir hayat istiyorum. O nedenle de kendime is arıyorum. Umarım size yakında aşk’tan, sanat'tan, farklı yaşantılardan, gerçek hayattan söz edebileceğim güzel mektuplar yazabilirim. Bana şans dileyin!
Hoşça ve Dostça Kalın.
ÖA
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 22:42