
CEM YILMAZ'A FIRLAMA DEMEYİN!..
Son 10 yılın en komik adamıyla ciddi muhabbetler. Cem Yılmaz Rolling Stone'un Kasım sayısına bakın neler söylemişti...Cem Yılmaz'ın ünlü reklamda Ajda Pekkan'a ne dediğini hatırlarsınız; "Ne o bugün gerginsiniz Ajda Hanım'. Son günlerde aynı şeyi onun için de söylemek gayet mümkün. Gerginliği de şundan, yeni filmi Hokkabaz çıkacak ve Hokkabaz'ın G.O.R.A.'nın olağanüstü başarısından sonra nasıl karşılanacağını merak ediyor. Biz de doğrusu merak ediyorduk. Hem Cem Yılmaz'ı hem de filmi. Daha çok da Cem Yılmaz'ı. Bu yüzden Yeşim Tabak'la biraz da Cem Yılmaz'ı kendi komikliği hakkında konuşturmak için Hokkabaz'ı bahane ettik. Cem Yılmaz'ı daima komik bulmuşumdur, gerçekten komik; komik, zeki ve sevimli. Konuşurken gördük ki bütün bunlara bir de şunu ekleyebiliriz; tedirgin de o. İşi ile ilgili bir tedirginliği var. İyi bir tedirginlik, onu hep canlı ve ayakta tutan.
Takdir edersiniz ki, şu cep telefonu mesajını bir Cem Yılmaz repliği saymak eğiliminde olduk: "...dışarıda buluşalım, sonra benim eve geçeriz". Biz eve gidip, 'üzerimize rahat bir şeyler geçireceğimizi' sanırken, Cem (ona sen ve Cem deme iznini almamız zor olmadı) uzun uzun son zamanlardaki yorgunluklarından yakındı. Eve geçtiğimizde de sürdü bu biraz. İşi konusunda kontrollü, denetimli, yanlış anlaşılmaktan korkuyor. Önce yoğun bir kendini anlatma ihtiyacı, sonra sohbete geçtik. Nihayet teybi açtığımızda allahtan bu özelliği işimize yaradı. İkimiz de leb demeden leblebiyi anlayan, her sorduğumuza tam cevabını veren, sorularımız karışısında 'bu enteller böyledir' ifadesi takınmayan bir ropörtaj malzemesini özlemişiz. Epey konuştuk... Bu arada size evi anlatmalıyım. Üç katlı modern bir Levent villası. Duvarlardaki resimlerde ve aksesuarda bir Osmanlı teması hakimiyeti var. (Mamafih köşe bucakta güzel bir Nuri İyem, sağlam iki Mehmet Güleryüz görmek de mümkün.) Muhteşem bir merdiven... Cem'in bir arkadaşı "Bu evde sen değil merdiven oturuyor," demiş, o haşmette. Fakat güzel. Durmadan çayınızı ve kahvenizi tazeleyen, Aslan Bey yönetiminde bir hizmetliler ekibi. (Cem, gündelik hayatta erkeklerle birarada olmaktan rahat edenlerden...) Türk kahveleri, filtre kahve bardağında, kallavi sıfatını gerçekten hak edenlerden. Osmanlı teması Cem'in çakmağının ucundaki püskülde, sehpadaki Tespih kitabında da sürmekteydi ve tuvaletlerden birindeki Osmanlı'dan da çok Yüzüklerin Efendisi tarzı üç tane kılıçta zirveye ulaşıyordu! Cem'in hoş tarafı, 'ne zaman espri yapacak' ya da 'şimdi bu yaptığı espri mi acaba' gerginliğini üzerinizden attığınızda gerçekten ahbaplık ettiğiniz biriyle konuşuyormuş hissine varmanız. Tabii her zamanki gibi klasik siyah gömlek ve pantolon; hiç kotu ya da beyaz tişörtü yokmuş.
Hokkabaz'ı da ille seyretmek istedik. Tahmin edilebileceği gibi bu çok kolay olmadı. Bir gün süren sms trafiğinden sonra biraz da emrivaki gibi 'geliyoruz, yoldayız' mesajını atıp iki şişe Horoz Karası şarabıyla eve damladık. Uykudan uyanmış, mahmur ve pembe pembeydi. Ayağında daha çakşır tipi bir siyah pantalon, çarıkvari siyah ev terlikleri ile daha da sevimliydi.
Hokkabaz, özellikle Herşey Çok Güzel Olacak'ı sevenlerin çok hoşlanacağı bir film olmuş. Yedi yıl arayla gene Mazhar Alanson ve Cem Yılmaz. Yanlarında şahane dövmeleriyle Özlem Tekin. Ayrıca Cem'in 'Maradona' lakaplı kardeşi rolünde Tuna Orhan var. Mazhar Alanson sevdiğimiz huysuz ihtiyar kıvamında, Cem ise daha tıkız daha toplu bir fizikle, üzerine yapışan kısa kollu gömlekleri ve küçük kravatlarıyla Hüsamettin Özkan'la sihirbaz Doktor Tora arası mükemmel bir tip olmuş. G.O.R.A'daki haylaz çocuk kıvraklığı ve kılıktan kılığa girme şehveti, bu filmde yerini aşırı derecede miyop, çekingen, halk tipi bir hokkabaz -pardon, pardon sihirbaz- karakterine bırakmış. Komik ve hüzünlü bir yol filmi olmuş Hokkabaz. Komiklik, komedyenlik, gösteri sanatçılığı mesleğinin cilvelerine adanmış sanki biraz da. (Bir de miyoplara ve lazerle göz çizdirme ameliyatlarına...) Gene köpek öldüren, fincanlarda kahve ve her zamanki gibi bol bol sigara eşliğinde seyrettik, bitirdik filmi. Bu arada öyle bir senlibenlilik raddesine varmıştık ki, 'Bak korkulacak bir şey yokmuş değil mi,' dedik Cem'e, 'gördüğün gibi eleştirmenlere önceden film göstermek o kadar da kötü bir şey değilmiş.' Onaylamaktan başka çaresi yoktu. Sevimli sevimli bir Cem Yılmaz tebessümü yolladı bize. Bundan sonra o bizle sık sık görüşür mü bilmiyoruz ama biz onunla görüşmek, sohbet etmek ve film seyretmek isteriz. Onu 'Übeydullah Efendi' rolünde de görmek istiyoruz. (SIR!) Fatih Özgüven
Mizah anlayışını çok iyi anlatan şöyle bir sahne vardı. Bir TV şovuna bir kız arkadaşınla çıkmıştın. Kıza dönüp dedin ki, "Ya bunun içinde bir at var". Sen böyle deyince kız da güldü ve hakikaten at gibi güldü. Ne kıza hakaret eder biçimde yaptın bunu, ne mizahtan vazgeçtin. Cem Yılmaz ayarı böyle bir şey mi; dışarıdan bakınca sen mizahla nasıl bir ilişki kurduğunu düşünüyorsun?
'Eskiden beri komik bir çocuktum' tanımının dışında - kaldı ki aslında öyle de denilemez benim için - yani profesyonel komedyen tanımı oluşmadan öncesinden itibaren şöyle bir durum vardı; gülen insanları kıskanırdım. İki kişinin sohbet ederken güldüğü yerde şu sorular beni en başından beri çok ilgilendirmiştir: Niye bensiz gülüyorlar ve neye gülüyorlar?.. O nedenle belki de sosyal aktivite olarak ilgimi çekmişti gülenler ve güldürenler. Bir şeyler yapmam gerektiğini hissettim hep. O gülenlerin içinde benim de olmam lazım gibi. Güldüren olarak değil ille de. Merak ediyordum neyle bu kadar eğleniyorlar. Eğlenme isteğiydi birincisi (Ortaokul yıllarından falan bahsediyorum). Fakat 'insanları güldürürsem onlarla birlikte olurum'u işleme sokmadım uzun süre. Nasıl güldürülür? Gülmek iyi bir şey mi? Ki görüyorum iyi bir şey. Bunlarla çok vakit geçirdim. Ama öyle 'bakın bunun taklidini yapıyorum' gibi takılmadım hiçbir zaman.
Evet, mukallit değilsin sen.
Değilim ama etrafımda çok mukallit insan vardı. Hazırcevap, fırlama falan diye tabir edilen insanlar vardı ama onları sert buluyordum açıkçası. Özeniyordum onların sosyallikteki bu durumuna, dinlenmelerine, gelişlerinin beklenmesine. Ama evin ortasında 'bakın bi şey anlatıcam' diyen bir çocuk hiç olmadım. Başka uğraşlarım vardı. Mesela resim çiziyordum. Çok içine kapanık işler ya onlar, kağıtta bir şeyler çizip oynaşmak. Üniversiteye başladığım sene dedim ki, karikatür çiziyorum ben, karikatür dergileriyle bir temasa geçeyim. Gittim bir-iki kere, bir-iki telefon da açtım. Olmadı, böyle bir ilişki kuramadım. Derken bir vesileyle karikatürist bir abiyle tanıştım üniversitede, sonra dergiye başladım. Dergiye başlayınca bir baktım ki, o bizim sokakta mukallit, fırlama, hazırcevap dediğimiz tiplerin en sertini yapan adamların tespitlerini yapmış, ama yalnızca tespitini yapmış, kendisi öyle olmayan adamlar var. Onlar da benim gibi hep toplamış malı, ama karikatüre vermiş, ama düzyazıya, ya da bir şeye vermiş. Teknisyenler aslında bir anlamda. Pratikte kendisi çok hazırcevap olmayıp kağıtta çok acayip olan adamlar.
Yani insanları o an güldürmeye harcanmıyor da, o malzemeden bir şey devşiriliyor.
Mizahçının çok bıçaksırtı bir yerde durduğu aşikar. Dergi o anlamda çok güvenli geldi. Çünkü orada sevilip sevilmemeyle ilgili değil mesele, bir şey yapmakla ilgili bir haz var. Çok kişisel. Paylaşınca, artı bir hazzı var. Yoksa kalkıp da birinin takdir etmesi, 'yau ne kadar güzel güldürdün bizi,' 'ne fırlama adamsın' takdiriyle pek ilgilenmiyorsun orada. Şimdi uzaktan bakınca süslemek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama, elindeki malzemeyi işlemek, entelektüel bir kalite katıyor duruma. Malın kendisi neyse odur zaten, o ayrı bir şey. Gırgır'da bir kapak çizilmiş, adamın biri dergiyi basıp demiş ki, 'beni ne çizdiniz kardeşim kapağa!'. Sokaktan biri. Yani malın kendisi evet belki gülünecek bir şey, ama o kadar da kıymetli değil. Gerçi beni de hammaddenin kendisi yerine koyan çok.
Yanlış anlaşıldığını mı düşünüyorsun?
Bir kalabalık, beni şakayı yapan değil de, şakanın kendisi zannediyor. Bunu seziyorum. Halbuki ben işin diğer tarafındayım ve bu yüzden birisi 'ya çok fırlama adamsın' dediği zaman, benim çok kalbim kırılıyor. Yakın zamanda çocuklara yönelik bir kitap çıktı, 100 ünlü sahne sanatçısı diye. Bana göndermişler imzalayarak. Ben de varım içinde. Benim sayfamı açtım. Saçmasapan bilgiler ama çok teferruatlı ve 'o gün küçük Cem babasına dedi ki' tarzında. Bir paragraf var ki, çok öldürücü. "Cem Yılmaz'ı kısaca özetlersek küçük kardeşlerimiz, kısaca kendisine densiz diyebiliriz," diyor. Aynen böyle. Hayatımda hiç densizlik yapmak gibi bir eğilimim olmadı, yapamam, benim terbiyemin dışında bir şey. Ama ne yazık ki, o sahnedeki iş, komedyenin aktif haldeykenki o hali hepsini barındırabildiği için, öyle görünebiliyor. Çoğunluk böyle tespit etmediği için ben uzun süredir sahneye çıkabiliyorum. Çünkü densiz olsanız sizi döverler.
Seninki çok saldırgan bir tarz değil. Sanki yaraya basıp sonra merhemini de sürüyorsun.
Aslında en saldırgan benim. Yani emsaller için konuşuyorum. Yabancıları da izlediğim için gönül rahatlığıyla söyleyeyim, gayet saldırgan aktiviteler benim yaptığım şeyler. Yani bu illa ki politik şeyler demek değil. 'Teyzecim siz gerçekten yıllar evvel ölmüşsünüz, bence bu espriye gülemezsiniz,' demiş olmak, yıllar evvel, 22 yaşında sahnede, kalabalığın içinde, cesaret isteyen bir şey. Ama bu bazen 'ağzına geleni söylüyor,' gibi tercüme edilebiliyor.
Bizde bir çeşit halk komiği geleneği vardır, bir de bu senin anlattığın malzemeyi işlemek tarzı var. Eğer bir geleneğe bağlı hissediyor isen, bu mukallit tarzı komiklikle daha düşünülüp taşınılmış mizah arasında nasıl bir yerde görüyorsun kendini?
Yıllar boyu, 10-11 senedir, bu işi yapanlar tarafından söylenenleri yan yana getirirseniz, hiç tatmin edici bir mesleki eleştiri duymadım ben. Hafif bir şey yaptığım düşünülüyor. Soytarı denilmesinden hiç gocunmuyorum çünkü soytarı kıymetli bir şey. Çok aşikar. O da 'soytarı deseniz de ben mutluyum, çünkü iki tane Porschem var kapıda' olarak tercüme ediliyor. Bu da eksantrik. Nerede görüyorum derseniz, yaptığım sürece ancak bir yerde görebiliyorum. Hiçbir kalıcılık olmaması işin doğasıyla ilgili bir şey. Yani sizin kendi sevimliliğiniz, peyderpey azalan sempatikliğiniz, her şey yol açabilir modanızın geçmesine. Veya söylediğiniz her şeyin anlamsız kalmasına. Ama, en azından bir dönem yapmış olmak tatmin edecektir beni. Şu an karikatür de çizmiyorum. Ama çizdim. 2800 kere sahneye çıktım. Yani yeteri kadar çıkmışım. Gerçekten de çok tatmin olarak indim her seferinde. Öyle olmasa çok üzülürdüm, çünkü hep aklıma şu geliyor: bir insanın bir şeye hevesi olması ve yeteneği olmaması mümkün müdür? Mesela sinemada bazen başımıza geliyor, hevesimiz var iyi film yapmaya, yapamıyoruz. Ama onda şartlar çok başkalaşıyor. Bu işle ilgili mesela hiç öyle düşünmedim. Karikatür çizerken sahneye çıktım Leman'da ve hiçbir arkadaşım, abim, çıkmak istemedi.
Sen neden çıkmak istedin sahneye?
Ben niye çıkmak istedim, bilmiyorum, hiçbir bilgim yok bu konuda. Çıkıldığı zaman ne yapılacağını da bilmiyordum. Hayatımda hiçbir stand up gösterisi izlememiştim. A bizimkileri izlemiştim, yalan söylemeyeyim. Ama hoşuma giden bir gösteri izlememiştim. Bir tek beni çok etkisinde bırakan bir gösteri vardı. '79 senesi, 6 yaşındayım. Babam o kadar çok gülüyordu ki yanımda, dedim ki "babamın bu kadar gülüyor olması çok enteresan değil mi?" Bir gün benim gösterimin ikinci yarısında çıkmak zorunda kaldı babam. Başına ağrı girdi gülmekten. Çok mutlu oldum onu bu kadar güldürdüğüme. Eksantrik bir adamdır. Ben küçükken onun iş yerine giderdim. Şimdi onun tersi, ablam doğum yapacağı zaman yıllar sonra ilk kez bende kaldı, benimle iş görüşmelerine falan geldi. O da benim gibi giyiniyor. Siyah falan, yıllardır. İlkokul mezunu bir adam ama hiç yanlış bir şey söylediğini duymadım. Bazen bunun için az konuşur.
Güldürme işinin, başka insanların bu kadar güldüğünü görmenin kafanda doğrudan sevilmekle bir ilgisi var mı?
Mutlaka var. Sahneye çıkan bir insan için aksi mümkün mü? Bunları hakikaten çok fazla kişi söylemiyor. Artistlik denen şey çok fazla sevilmekle ilgili değilmiş gibi algılansın istenir.
Ama işte algılanmaz. İnsanın paçalarından akar.
Ben gerçekten spontan alkış aldım. Alkışı durdurduğum çok olmuştur. Aman yani. Abartmayalım. İşimizi yapıyoruz orada. Ama bu sanayi tipi bir engelleme değil. Samimi hissiyatım o. Zaten gülüyorsun, o yeter. Alkış bir prosedüre bağlı bir şey. Gülmek ise işin tam gerçek karşılığı bizim işimizde. Çok arkadaşımı gördüm, alkışı alacağı zaman bekleyip alma anı falan. Ya da finalde birçok tiyatro ekibinde. Alkışın belli bir koreografisi var hatta. (Toplu oyuncu selamını taklit ediyor) Fuayede tiyatrocuların seyirciye görünmemesi falan filan. Büyüler büyüler, sonra da tasarlanmış selam vermeler. Bazen seyirciyi zorladıklarını bile düşünüyorum. 'Bakın hala buradayız. Hadi hadi, ona geliyor iş. Bittiği zaman oyun hemen kaçarım. Çünkü utanıyorum. Demin güldük ya hep beraber geberene kadar, daha ne alkışlıyorsun. Aslında bu bedava yapılacak bir şeyken para/bilet karşılığında yapıyorsun ya, onun özrünü dilemek için değil ama, dedim ki, arkadaşlar bilet parasını nasılsa verdiniz, bu eğlenceyi satın aldınız, gülün. Bunu söyleyince, hiç kimse böyle bir şey söylemediği için sanılıyor ki, parayla ilgili çok ciddi tutkularım var.
Valla bizim hiç böyle düşüncelerimiz yok.
Ama bana geçiyor bunlar. Mesela şunu dediğiniz zaman reaksiyon alıyorsanız bir problem vardır. Diyorum ki, kaç kişi buranın hasılatını hesapladı? Yani herkes. Oturduğu zaman, düşünüyor insanlar. Ve bu çok eğlenceli. Bu eğlenceli ama, en ufak bir kozda bunu kullanıyor olmak çok acayip. Yani belli bir şöhretten sonra eroin kaçakçısı muamelesi görmek. Bu bizim memlekete özgü bir şey.
Demek ki mekanizmayı da gösteriyorsun bir yandan, oyunun bir parçası olarak kullanıyorsun.
Ama çok açık. Çünkü gerçekten de kahkahanın kaç para olduğu bilinmezken, biletinizin pahalı olduğunu, ucuz olduğunu söyleyenler çıkabiliyor. Daha ucuz olamaz mı diyor. Ya bedava da olur. Yıllarca yaptım bedava. Bir yandan da şöyle düşünüyorum kendi gösterimle ilgili. İndikten sonra yakınlarıma diyorum ki, arkadaşlar, demin gördünüz olanları, biz beraberce bir şeye gidip hiç bu kadar güldük mü? Hayır. Ve bir sürü de bilet paraları ödedik. Yani gülmek değil de illa, eğlenmek, hoşça vakit geçirmek diyelim. Bir sürü ödedik bilet parası ve eğlenmedik bile. Ben o kadar çok kötü gösteri izledim ki. O kadar çok kötü tiyatro oyunu izledim ki. Ne var bunda, bunda gocunacak ne var. O insan evinden kalkıp geliyor, otoparka mı bırakıyor arabasını, ne kadar para verdi, değnekçiye mi bıraktı, bütün bu sürece sebep olan ben olduğum için ilgileniyorum bunlarla. Gösteriye herkes ama herkes kesinlikle geç çıkar, ama ben hep erken çıkıyorum. Çok hoşuma gidiyor bu. Çünkü ben onların benim numaradan içeride beklemediğimi bilsin istiyorum, onun için. Yoksa bir şaka olsun diye değil. Çünkü ben bir fark görmüyorum seyirciyle aramda. Yani gelmiş ve ona sunacağım en büyük oyun bu olmamalı: "Hadi hadi"
Ama bu kadar başarılı olduğuna göre, seni anlayanlar anlamayanlardan daha çok. Doğru anlayanlar neyi anlıyor? Oyuncusun ama biraz rol yapamamak var mı bunun içinde? Yani her şeyi deşifre etme ihtiyacı.
Komedyenlerin genelinde, klişeyi kırma eğilimi vardır zaten. Fuzuli adaptan kaçınırım ama terbiyeyle ilgili şeyleri kaçırmamaya özen gösteririm. Beni yanlış deşifre edenlerin profesyonel olması üzücü. Genç bir komedyenin, yaşıtım mesela, beni yanlış deşifre ediyor olması çok daha üzücü. Yani yakın zamanda benzer işi yapan adamın çıkmıyor olması, bu kadar kalabalık memlekette çok şaşırtıcı. Çünkü benden bir sürü olmaz tamam da, çıkıp sahnede enteresan, ya da komik, ya da ilgi çekici neyse, hiç duyulmamış bir şeyler anlatan adamların olmaması çok tuhaf değil mi? Bu anlamda kısır bir toprak da değil. Ama uygulamada olmuyor galiba. Çünkü uygulama çok karmaşık. Planlanacak bir şey değil.
Ki sen mümkün olduğunca planlı giden bir adamsın.
Aslında öyle birazcık. Ama o zaman şunu da planlayabilirdim; yani bütün bu rahatsız olduğum şeyleri niye engelleyemiyorum. Onu bilmiyorum. Karmaşık.
Bir seyirciyi hoş tutma tarzı komiklik vardır bizde ki, onun da hoş olanları vardır. Bal Mahmut tarzı diyelim. Bir de seyirciyi gerekli gereksiz provoke etmek, Huysuz Virjin tarzı. Sürekli 'kocanla yatabilir miyim hanım' tarzı espriler. Mekanik bir şeydir bu. Bir de bunun çok sağlam karışımları vardır. O karışımlardan birisi misin sen?
Belden aşağı espri diye tabir edilen şeyin ucuzlukla aynı zannedilme tehlikesi var. Seyirciyi belden aşağı bir meseleyi anlatarak da hoş tutabilme balansı önemli. Ben ilk defa sahnede edepsiz şeyler yapan adam ünvanını istemiyorum, öyle bir şey yok çünkü. Taammüden edepsizlik yapmak gibi bir eğilimim yok. Ama şöyle bir durum var, onu yapmaktan kaçmak da iyi bir komedyen fikri değil çünkü çok ciddi bir malzemedir. Dinle ilgili şaka yapmıyorum diyebilirsiniz. Bu bir karar değildir. Yapamıyorsunuzdur duygusal olarak, yapmazsınız. Tercihleriniz neyi yapabilip neyi yapamamakla ilgili olursa, o zaman sahnede daha usta görünürsünüz. Dediğiniz belirgin ayrım şundan kaynaklanıyor, belden aşağı esprinin göze batması, neyi yapıp neyi yapamayacağınızla ilgili balansı tutturamamaktan kaynaklanıyor ve o adam öyle yaftalanıyor. Bu gerçekten çok feci şakalar yapar deniyor.
Seni izlerken insanlar tehdit altında hissetmiyorlar. Orada araya şöyle bir şey mi koyuyorsun, 'ben bunları gösteriyorum, bunlara dikkatinizi çekiyorum, bakın ne kadar absürd, ama ben de bir şey bilmiyorum, sizden bir farkım yok.'?
Aynen öyle. O bir hile değil ama, işin olağan sürecinin içinde öyle bir hile var. İnsan güldüğü şeyin kendisi olmadığı kanısıyla hareket eder. Kahkaha, zeka paylaşımının beraberce kutsanmasıdır. 'He he aynı ya! Aynı şeyleri düşünüyoruz' gibi. Şimdi bunun formülü yok. Bu bir teknikle elde edilmiş bir şey değil. Bu olayın tespiti bu. Komedyenin doğası böyle. Adam gülerek kendini koruyor orada. "Ben o bahsettiğin adam değilim ki, bu o" Yani psikolojik reaksiyon bu. Benim durumum ise bambaşka. Ben en çok gülenim sahnede, anla durumu.
Ama o da insanları daha da güldüren bir şey.
Mazhar abi dedi ki, "senin şu kahkahan yok muuu?". Dedim ki, hayırdır, neymiş o? Ne zaman sana böyle eleştirel bir şey yapalım desek, 'ha ha ha' diyosun dedi. E doğru. Kahkaha çok tehditkar bir şey.
Sana bir tehdit yöneleceği zaman onu 'mahallenin çocuklarıyız hepimiz' tarzı bir tavırla savuşturuyorsun. Özellikle magazincilerleyken. Ya da çok komik olan şeyleri bile pes perdeden söylüyorsun.
Kendiliğinden oluştuğu için hiçbir teknik geliştirme durumum olmuyor. O kadar değişken ki aslında. Mesela Almanya'da oynadığım zaman oradakiler gibi konuşuyorum, (Almancı tonlamasıyla) 'yani geeçekten yani'. İstemsiz oluyor. Çünkü onlarla anlaşmak istiyorum. "Niye böyle oluyor ya," oluyorum. Askerde asker gibi. Biraz organik oluyor kitleyle.
Peki kişisel ilişkilerinde?
Orada tam tersi. Eğer aktif bir sosyal hayatım olsaydı çok zorlanırdım. Ben komünikasyonda başarılı bir insan değilim ki, zaten sahnedeki arızalı bir iletişim şekli değil mi? Yalnızca anlatıyorsun, hiç dinlemiyorsun. İletişim derslerinde öğretilen ne varsa tam tersini yapmak zorundasın sahnede.
Özel ilişkilerde çok faydalı olmasa gerek.
Şakabazlığımdan çektiğim çok olmuştur ama yani ben onu oraya taşımamaya çalışıyorum açıkçası. Sahnedeki adam gidiyor yerine başkası geliyor değil. Ama bir şey yapman lazım, bir değişiklik.
Değiştirebiliyor musun yeterince?
Değiştirebiliyorum, değiştirmeliyim. Bu yani bir terbiye, adap. Aklımın kenarından bir cinlik geçiyor da yapmıyor değilim. Yani yapmamam gerektiğini biliyorum.
Çok takip edilmene rağmen özel ilişkilerini basından uzak tutabiliyorsun.
Ya gerçekten çok takip ediliyorum, inanılır gibi değil. Ama bunun bedeli evden çıkmamak olmamalıydı.
O derece...
O dereceyi uzun zamandır yaşıyorum. Ama çıkmak da istemiyorum. Çünkü üzerinden çok zaman geçti hadisenin. Bir yere gidersem bir şeye benzemiyor zaten. Tüm bu tantananın arasında oyunculuğum es geçiliyor. Geçen gazetede sinemanın genç yüzleri vardı, bir sürü erkek, ben yoktum. Ama neden?
Komedyen bir noktada cinsiyetsiz oluyor belki.
Dünyada da sorunlu biraz komedyenin konumu. G.O.R.A.'daki performansım aslında çok zordu. Kimse bahsetmedi. Ama mesela Organize İşler'deki küçücük rol konuşuluyor.
Basını epey ciddiye alıyorsun. Sürekli yanlış anlaşılmaları bertaraf etmek ister gibisin.
Ne yazık ki ben ciddiye almama tavsiyesini tutamıyorum. Bana o kaşarlanmak gibi geliyor. Bu konuda duyarsızlaşmak mümkün değil ki... Komedyenin komedyen olmasının yetmediği bir durum var burada.
Komedyen olmak sana da yetmiyor galiba artık. Karikatürden stand up'a, oyunculuğa, yönetmenliğe geçiş... İşine nasıl bakıyorsun, stratejik mi içgüdüsel mi?
Tamamen içgüdüsel. Ama modası geçmek falan gibi şeyleri ne kadar önemsemiyorum desem de, tamamen es geçemiyor insan çünkü bir baskı var, çünkü bir yaptığınız iş öncekilerle kıyaslanıyor. Ortada bir takdir varsa şunu toplamak isterim dorğsusu: ne kadar para verirsen ver ben tv'ye iş yapmam, ne kadar para versen istemediğim işi yapmam. 'Ya bunu da yapıyoruz sevmeye sevmeye' diye söyleyen arkadaşlar var. Ben bunu anlamıyorum. Yani bu evde oturmayabilirim, ama istediğim şeyi yaparım. Ama bu evde oturup istediğim şeyi yapıyorsam, o zaman dövülmeyi hak ediyorum. Ki bazen olan da bu.
SABAH Güncellenme Tarihi : 24.3.2016 22:13