
ÇİĞDEM ANAD'DAN SERT SÖZLER : MEDYA ALÇAKGÖNÜLLÜ OLMAYANLARDAN OLUŞUYOR
Çiğdem Anad, 1962 Ankara doğumlu. Ziraat mühendisliği eğitimi alan Anad, on sekiz yıldır televizyon habercisi olarak çalışıyor. Altı yıldır CNN TÜRK'de haber koordinatörü. "Aklım Nereye Gidiyor, Ellerim Nereye" adlı ilk kitabı 1995 yılında yayımlandı. "Hayat geçiyor, sen neredesin?" adlı ikinci kitabı Everest Yayınları'ndan çıktı. Türkiye'de kadınların önemli bir istihdam alanı olarak görünen medyanın az sayıdaki üst düzey kadın yönetici ve habercilerinden olan Anad, kitabında son çeyrek yüzyılın insan profillerine dair önemli gözlemlerde bulunuyor; toplumsal hayatta yaşanan bencilleşmeyi, bireylerin hayatta kalma mücadelelerini, metropoldeki yalnızlıklarını ve sevgisizliklerini anlatarak, bir ülkenin nasıl değiştiğini analiz eden Çiğdem Anad'la, yeni romanından yola çıkarak edebiyata, hayata ve medyaya dair Birgün gazetesinden Sevgi Uçan Çubukçu ile söyleşti."Hayat geçiyor sen neredesin?" adlı romanınızda, Türkiye'nin son çeyrek yüzyılda geçirdiği toplumsal dönüşümde ilişkilere, bireylere dair gözlemler, saptamalar yapıyorsunuz. Herkes bir şekilde hayatta kalmaya çalışıyor. Gerçekten hayatta kalınabiliyor mu ya da nasıl kalınıyor? Hangi bedeller ödenerek gerçekleşiyor bu?
Yirmili yaşamlarımız 70-80'li yıllara denk geliyordu. O dönemde ölüm bir erdem olarak görülüyor, yüceltiliyordu. İntihar da benzer bir şeydi. Oysa o zaman da benim için asıl olan hayatta kalmak, mücadele etmek, var olmaktı. Bugün ölüm edebiyatı biraz gerilerde kalmaya başladı. Ben her zaman toprağa sıkı sıkı basarak varolmaktan yanayım ama nasıl olursa olsun ne pahasına olursa olsun değil. Elbette neyi hedefliyorsak, neye özlem duyuyorsak, nasıl bir dünya anlayışı içerisindeysek, kendimizi nasıl mutlu hissediyorsak onu kurmak için gayret etmeli ve o şekilde varolmalıyız. Ama bu olamadığı zaman bunun sonucu ölüm demek değil. İnsanın sürekli kendini yoklaması gerekiyor. Değişen dünya içinde, ben dönüşümümle birlikte nereye doğru yönleniyorum, diye sürekli bir sorgulama içinde olmalı. Bunu sürekli yapmak aslında kolay değil ama yapabilenler gerçekten hayatta bir kimlik bir karakter oluyorlar, varoluyorlar. Diğerleri de hasbelkader bir hayat yaşıyorlar.
Kitabınızdan bir alıntıyla şunu sormak istiyorum: Biraz önce söylediğiniz gibi "insan yaşadığı, gittiği yolu sürekli sorgulamalı, daha kötüye değil daha iyiye bakmalı" diyorsunuz. Alçak gönüllülükten söz ediyorsunuz. "İnsanın kendisine her konuda güvenmemesi bir erdemdir" iddianız var. Alçakgönüllü olmak bir erdemdir. Fakat bir yandan da etrafımızda kendini bilmezler, kendilerini oldukları yerden çok farklı yerlere konumlandıran kişiler sarmış durumda. Onların yanında alçakgönüllülüğümüz bir erdem olarak görünmüyor ve de biz alçakgönüllü yaklaşımımızla sanki sürekli ezilmeyi hak ediyormuş pozisyonlarda kalıyoruz. Bu saptamanızı içinde bulunduğunuz medya dünyası açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Medya dünyası alçakgönüllü olmayanlardan oluşuyor. Medyanın içindeki insanların çoğu kendilerini kocaman köşelerde konumlandırıyor, dünyayı bildiklerine, insanları tanıdıklarına inanıyorlar ve bu yanlış inancı kendilerini kaptırmış durumdalar. Her şeyi değiştirme gücünü kendilerinde görüyorlar. Kendi çaplarını ölçmüyorlar, anlayamadıkları, bilmedikleri kişilere değersiz insanlarmış gibi yaklaşıyorlar. Haberini yaptıkları insanları değersiz, kendilerinden aşağıda görüyorlar.
O zaman medyanın hem varoluşsal, ama aynı zamanda kendini yok eden çelişkisini görüyoruz.
Sözünü ettiğiniz, haber olan her şeyin nesneleştirildiği bir dünya değil mi?
Aslında gazetecilerin haber olan her şeyi nesneleştirmeleri bir meslek deformasyon ve bu bana anlaşılır geliyor. Çünkü gazeteci, işi gereği olayları çok içselleştirmeden görmeli, hep bir dış gözle bakmalı değerlendirmeli, yorumlamalı dolayısıyla bunu yapabilmek için de nesneleştirmesi gerekiyor. Sözünü ettiğim nesneleştirme bu değil. Sözünü ettiğim kendisini hayatın üstünde görmek, her şeye muktedir olduğu hissiyatı içerisinde yaşamak. Oysa o insanları meslekten soyutladığımız zaman, o kadar muktedir olmadıklarını görürsünüz. Ama onlar bir yanılsama içersindeler. Kurumların ve mesleklerin kendilerine verdikleri gücü kendi güçleri olarak görmektedirler. Bunu demek istiyorum.
"Gerçek olan her zaman doğru değildir" saptamanız var. Peki, bugün habercilikte daha çok gerçek olanla mı ilgileniliyor, ya da gerçeklik söylemi altında sanal bir dünya mı var?
Şimdi habercilikte tabii haberci gerçeğin peşindedir. Habercinin gerçeği ortaya koymasında onun peşinden koşmasında onu ortaya daha yalın bir şekilde çıkarmasında, sergilemesinde, sunmasında ben herhangi bir sakınca görmüyorum. İşin aslı o gerçek neyse, o gerçeği yansıtmak. Ama o gerçeğin doğru mu yanlış mı olduğu sorgulaması başka bir sorgulama, o da habercinin işi değil. Ama ben insan olarak diyorum ki, evet bunlar gerçek olabilir ama biz bu gerçekleri insan olarak doğru kabul etmek zorunda değiliz diyorum. Haberi aktarırken var olanı bozmama gayreti içerisinde olmalıyız bizler. Onun üzerine doğru yanlış yorumları yapmak habercinin işi değil. Bir köşe yazarının, bir sosyologun, psikologun işi, ama habercinin işi değil. Dolayısıyla ben bu gerçek ile doğru ayrımını yaparken bir haberci olarak yapmadım bir yazar olarak bir yazar bir insan olarak yaptım. Yazan bir insan tanımı benim için daha doğru bir tanım. Bu şekilde yaptım.
Toplumsal sınıflara dair oldukça iddialı saptamalarınız var. Üst sınıfların güç aldıkları temel duygunun korku, orta sınıfın ise esas duygusunun sevgi, aşk olduğunu söylüyorsunuz. Nedir bu korku ve aşk?
Orta sınıf gücünü sevgiden alıyor çünkü sevgiye daha aç. Orta sınıf sevgiyle daha çok besleniyor. Üst sınıf için sevgi unutulan bir duygu haline geldi. Üst sınıfın hayat rotası daha çok iktidara, güce, paraya dayalı. Onlar içerisinde sevgiye çok az yer var. Orta sınıf evet belki sınıf atlamak istiyor. Atladığı zaman sevgiyi belki bir kenara koyabilir. Ama sınıf atlamadığı sürece onun temelini sevgi oluşturuyor gibi bir gözlemim var. Piyango bileti çıkana kadar karısını çocuğunu evini seviyor. Bilet çıktıktan sonra karısını boşuyor evini terk ediyor. Sevgi arka planda kalıyor onun için.
Ama korku, elinde olanları yitirmeye dair bir duygu değil midir?
Üst sınıf kaybetmekten korkuyor. Oysa ki buradan Marks'a kadar uzanabilirsiniz tabii ki. Kaybedeceğiniz şey az ise korkusu da azalıyor. Hayatınız ne kadar değişecek ki. Ama mal varlığınızı, iktidarınızı, mevkilerinizi kaybettiğiniz zaman yaşamınız temelden değişecek. Dolayısıyla üst sınıf kaybetmekten çok korkuyor.
Dünyada tüm değerlerin tersine işlediğini söylerken "değerleri yıkmanın cesurluk, ilkeleri paylaşmanın akıllılık, pırıltıyı söndürmenin ise güzellik anlamına" geldiğini ifade ediyorsunuz. Yaşadığımız dünya çok mu ümitsiz gerçekten?
Hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmadım. O kadar umutsuz görseydim yaşamayı bu kadar yüceltmez, ölümü de bu kadar karalamazdım. Dolayısıyla insanlar umut ettikleri yaşam enerjisini saklı tutabiliyorlar. Değerlerin değişimi son derece olağan. Ama bunların hangi yöne evirildiğini görmek, nasıl değiştiğini tatmak, toplumu nereye sürüklediğini tahlil ederek ve saptamalar yaparak kendimizi konumlandırmak önemli. Yoksa değerler hiç değişmesin diye eskiye takılmak kalmak veya artık geçerliliği kalmamış olan değerleri yüceltmek kendini bugün için değerli olamayan değerlerle tanımlamak manalı değil. Önemli olan nasıl nereye, bu soruları sürekli sorabilmek önemli ve insanların bazı değişmez değerleri de olabilmeli. Bu herkese göre değişebilir. Mesela adalet benim için değişmez başlı başına bir değer. Adaletin içeriği tartışılabilir. Tanımı da yıllar içerisinde değişebilir. Ama bu adaletin kendisini ortadan kaldırmaz, kaldırmamalı. Ya da vicdan, vicdan benim için bugün hala çok önemli bir erdem, ama belki yirmi yıl önce vicdan eşittir acıma duygusu diyorduk. Ama acıma ile vicdanın çok farklı duygular olduğunu, zaman içerisinde ayrıştırdım.
Medyada bu değerler ve bu kaygıları taşıyarak, uzun mesafeli yürümek, kalıcı olmak, hala mümkün mü?
Burada benim koca bir iddiam var. Artık kalıcılık peşinde olmamak gerektiği iddiası. Örneğin ben yazdıklarımın kalıcı olmasıyla hiç ilgilenmem. Yazdığım kitapta kalıcılık iddiam hiçbir zaman yok. On yıl öncede yazdığımda da yoktu, şimdi de yok. Edebiyattaki kalıcılık iddiasını da ben artık anlayamıyorum. Kalıcılık nedir? Kalıcılık kendini tanımlayarak var olabilmektir. Yaşayabilmek, mücadele edebilmektir. O kadar. Kalıcılığın bir karşılığı yok doğrusu benim için. Baktığımız zaman eskilere, onlarda hep bir kalıcılık iddiası vardı. Edebiyat özeline indirgeyecek olursak yazarların çoğunda kalıcılık iddiası vardı. Ben bu iddiayı boş buluyorum. Bu kadar hızlı akarken hayat, bu kadar hızlı koşarken, hangi kalıcılıktan söz edebiliriz ki bugün.
Peki kalıcılık yoksa, örneğin, Dostoyevski, Kafka, Sartre ya da Oğuz Atay'ı nereye koyuyorsunuz? Onlarca kalıcı değil mi?
İyi bir örnek tabii ama biz bunları çocuklarımıza okutabiliyor muyuz? Okutamıyoruz. O zaman kalıcı değil. Tam da bu nokta da torunlarımız belki okuyacak. Bugün için kalıcı diyemiyoruz. Bugün biz çocuklarımıza ittire kaktıra şu klasikleri de oku diye zorluyoruz. Onlar için hiçbir şey ifade etmiyor. Hayatta karşılığını bulmalı kalıcı olan şey. Yaşanan günde karşılığını bulmalı. O gün karşılığını bulmuyorsa eğer, o zaman kime ulaşıyor bu kalıcı eserler. Ulaştığı kimler var. Üç kişi mi, beş kişi mi, yeter mi üç beş kişiye ulaşması. En azından tartışmalıyız. Ben edebiyatla ilgilenmeseydim bunları okuyacak mıydım? Okumayacaktım. Ben sadece edebiyatla ilgileniyorsam bunları okumam gerekli diye okudum. Okudum zevk aldım mı? Aldım. Ama ilgi alanım olduğu için. Yoksa bugün onları okuduğum zaman beni sarsan sürükleyen yerler oldu mu? Yanıtım hayır.
Antik Yunan, Ortaçağ ve Aydınlanma dönemi eserlerini okuyoruz, sadece uzmanlarına ait birer malzeme mi oluyor bunlar?
Evet bence öyle. Uzmanları ilgilendiren bir kalıcılığı oluyor bunların. O yolu seçmiyorsanız. Eğer işiniz siyaset bilimi değilse, o zaman sizden önce yazılanların bir değeri olmuyor. Beni en etkileyen şair her zaman için Nazım Hikmet olmuştur. Ama artık Nazım Hikmet bugün tam da bugün bana yeni açılımlar sağlamıyor. O şiirselliği, o coşkusu, o hayat sevgisi her zaman için özel bir etkisi var. Ama bu etki yirmi yıl önceki gibi bir etki değil. Hatta yirmi yıl önce hayata dair sorularıma cevaplar buluyordum okurken. Ama şimdi çocuğum da hayata cevaplarını Nazım Hikmet'i okuyarak bulmuyor.
Evet ama Nazım Hikmet'in değerini de azaltmıyor bu.
Azaltır mı azaltmaz mı bu da başka bir tartışma bence. Bugüne cevap vermiyor. Yirmi yıl önce bize bir takım cevaplar veriyordu dolayısıyla daha değerliydi. O zaman yirmi yıl önce Nazım Hikmet daha değerliydi. Böyle demek daha doğru değil mi? Bugün değerinde bir şeyler yitirdi. Otuz yıl sonra daha da yitirecek. Bu durumdan daha da doğal bir şey olmaz. Zaten öyle de oldu. O zaman kalıcılığın içi boşalıyor. On yıl önce benim söylediklerim ilk yazdığım kitapta çok insanı heyecanlandırdı. O andaki hayatlarına çok dokundu. Ama bugün ben okuduğum zaman on yıl önce yazdıklarım bana bile dokunmuyor. Çünkü ben durmadım, geliştim. Yani bugüne dair çok kavrayıcı çok sürükleyici bir şey bulamıyorum on yıl önce yazdığımda. Senin yazdığın farklı olabilir, bir başkasının yazdığı farklı olabilir, onun geçerlilik süresi on yıl değil de yirmi yıl olabilir, otuz yıl olabilir. Otuz sene sonra onun da geçerliliği kalmayabilir. Bugün en çok okunan Ahmet Altan acaba on yıl sonra Türkiye'deki insanlara çok şey söyleyebilecek mi? Hiç zannetmiyorum.
Kalıcılık, hayata ve insana ya da insanlık durumuna dair önemli soruları sormak ve görmek değil midir?
Ama o sizi kalıcı yapmaz ki. O dönem için bir köşe taşı yapar belki. Ama o dönem için yapar. Siz zaman içerisinde öyle tespitler yapmışsınızdır ki. Örneğin Nietzsche, onun ömrü çok uzundur. Ömrü kısa olan yazarlar da vardır. Ama bence artık hiçbir alanda kalıcılıktan söz etmek mümkün değil. Kısa ömürlü ve uzun ömürlü olarak tanımlamak daha doğru gibi geliyor.
Bu sizi ürkütmüyor mu?
Hayır hiç ürkütmüyor, hayatın kendisi bu. Ve bugün bir karalama kampanyası olarak Marks ile Lenin çok küçümseniyor. Pratikte Marks'ın koyduğu teorinin karşılığını aramak çok manasız tabii. Yani elli yıl önce de bunu birebir aramak yanlıştı. Ama oradaki teorini kendisine bakıp, onu nasıl geliştireceğimize bakıp, değişen güne nasıl uyarlayacağımıza baksaydık, onu bir değişmez bir kurallar bütünü olarak algılamasaydık, bugün hala çok yol gösterici olabilirdi.
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 23:06