KAYNAK : Haber Vitrini
İnternethaber'in sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Doğu Ergil, Güneydoğuda köylerin boşaltılmasıyla, bugün kentlerin yaşanmaz hale geldiğini belirtiyor ve çarpıcı bir cümle kuruyor: Üç yıl öncesinin rakamlarıyla, İstanbul’da 20 bine yakın sayıda tetikçinin var ve bu insanlara birkaç yüz milyon vererek rahatlıkla karınızı veya kocanızı öldürtebilirsiniz!
Güneydoğu Raporu’nun sonrası …
Rapor ortalığa çıktığında kimi takdir etti, kimi küfretti. Ama, Prof. Dr. Doğu ERGİL’in 1999’da Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) adına hazırladığı ‘Güneydoğu Raporu’ pek çok kesimin uykusunu kaçırdı. Çünkü, Prof. Dr. Ergil’in ‘Güneydoğu’ya ve Kürt Sorununa’ sosyal bilimci gözüyle bakışı, her şeyden önce cesaretli bir yaklaşımdı. Bir sivil bir kuruluşun hassas bir konuda rapor hazırlatarak ‘devlet işine burnunu sokmasına’ kızılsa da, raporun gündeme getirdiği sorunların önemini kimse yadsıyamadı.
Güneydoğu Raporu’nun üzerinden üç sene geçti ve bugün artık Türkiye’de terör değil, Kürt vatandaşlara verilecek azınlık hakları konuşuluyor. Rapordan sonraki süreçte neler yaşandığını merak ettim ve teybimi alarak Prof. Doğu Ergil’in başkanı olduğu Toplumsal Sorunları Araştırma Merkezi (TOSAM)’nin kapısını çaldım.
İşte benim merak ettiğim sorular ve yanıtları…
Meşhur ‘Güneydoğu Raporu’ndan sonra neler tartışıldı Türkiye’de? Hazırladığınız raporun demokrasiye katkı sağladığını ve bugüne ışık tuttuğunu düşünüyor musunuz?
Böyle bir raporu, ya devlet ya da siyasi partiler hazırlayıp ortaya koymalıydı. Rapor şu ihtiyaçtan kaynaklandı: Bu ülkede çok büyük boyutlara varan bir sorun yaşanmıyor. Bunu biz kendi inisiyatifimizle çözelim. Yoksa, bölgemizdeki istikrar adına, başkaları bizim istemediğimiz bir çözümü zorlayabilirler. Yaşanan sorun, yan problemler de yaratıyor, kitlesel göç yaşanıyor. Şehirlerde büyük bir hırsızlık, gasp ve suç artışı var. Ben o dönemlerde yalvarıyordum. “Eğer bu adamlar tehlikeliyse, neden bu adamları kentlere göçe zorluyoruz” diye! “Şehirler yaşanmayacak hale gelecek” diyordum, hiç kimse dinlemedi. Binlerce köyün boşaltılması, hukuka, insan haklarına ve demokrasiye aykırı bir durumdur ama, gerilla savaşı veren bölücü bir örgütü etkisizleştirmek için askeri açıdan uygun bir stratejidir. Evet, doğru ama eğer toplumsal yaşamı ve yönetim tarzını sadece güvenlik üzerine oturtursanız; hatta güvenlik kavramını iyice daraltıp, ‘güvenli kırsal bir alan yaratacağız’ diye sınırlandırırsanız… Pekiyi, alınan tedbirin ‘güvensiz kentler yaratmak’ gibi bir sonucu da olacağı hesap edildi mi? İşte şimdi kentler oldukça güvensiz yaşam alanları haline geldi. Sadece İstanbul’da, bundan üç sene önce emniyet müdürünün söylediğine göre tam 19 bin küsur tetikçi vardı. Yani, birkaç yüz milyon liraya, çok rahat karınızı, kocanızı öldürtebilirsiniz, borçlunuzu veya evden çıkmayan kiracınızı topuğundan vurdurabilirsiniz.
Bu suç ortamı nasıl gelişti zannediyorsunuz? Sözünü ettiğim toplumsal muhasebeler yapılmadığı için! O nedenle demokrasinin kuralları, güvenlik kadar önemsenmelidir. Çünkü demokrasi, toplum yaşamını etkileyen bir karar alınırken, bütün toplumsal kesimlerin o konuda ne düşündüğünü, ne yapmak istediğini, neye gereksinim duyduğunu kaale almayı zorunda kılar. Bu da değişime tüm kesimleri ortak etmek ve uyulacak kuralları, onların belirlenmesine ve benimsemesine olanak sağlamakla olur. Toplumun geleceğini ilgilendiren kararlar, dar bir çevrede alınıyorsa, ne demokrasi gelişir, ne de toplumsal oydaşma ve istikrar sağlanır. Ben bulgularımla bunları sergiledim. Zamanın akışı doğrultusunda, yani saatin ibresi doğrultusunda düşünen tüm insanlar önce yadırganır, hatta dışlanır ama sonra kabul görür. Şimdi galiba bu aşamaya geldik.
PKK ile mücadelenin plansız programsız yapıldığını mı söylüyorsunuz?
Hayır, ama hesapsız kitapsız şeyler de yapıldı diyorum. Birinci hedef, orada PKK’yı paramiler ya da milis gücü olarak çökertmekti. Bu yapıldı. Siyaseti silahla yapmaya kalkan her yasa veya kural dışı güç, böyle bir tepkiyi davet eder. PKK, bölge insanının ve geçliğinin enerjisini olumsuz kanallara(isyana) yönelterek heba etti. Türkiye’nin ekonomik ve siyasal gelişmesinin en az on yıl geciktirdi. Ancak benim araştırmalarım başka bulguları açığa çıkarmıştı. Bunlar, dönemde çok yadırganmıştı. Ama şimdi doğruluğu ortaya çıktı ve AB üyesi olmak için de, birer gerekirlilik haline geldi.
Birinci bulgu; başlamış olan Kürt hareketinin içinde yer alanların %90’ının, Türkiye’den ayrılmak falan gibi bir istekleri olmadığı doğrultusundaydı. Ayrı bir devlet kurmak da istemiyorlardı. Bunu bir katarın hareketine benzetmek mümkündü. Lokomotifi PKK idi ve son istasyona gitmek istiyordu. Hakikaten bağımsız bir Kürdistan istiyordu bu örgüt. Ama bu trene binenlerin %90’ı çeşitli istasyonlarda inmek üzere katara daha iyi bir yaşam, daha fazla eğitim, daha fazla saygı, daha fazla gelir için binip, o istasyonlarda inmeye niyetleniyorlardı. Bunu görmek lazımdı. O yüzden, bu lokomotifi, sürüklediği vagonlardan ve yolculardan ayırmak lazımdı. Çünkü bu kadar çaplı, yüz binlerce, milyonlarca insanı ilgilendiren bir olguya sadece ‘terörizm’ diyemezsiniz. Sosyal bilimler literatüründe bunun adı ‘sosyal anlaşmazlık’tır. Anlaşmazlığın kitlesini oluşturan kesimi, onlara “Niye bir terörist örgütü destekliyorsunuz?” diye sorduktan ve gerekçelerini anladıktan sonra peşine takıldıkları örgütten ayırmak lazımdı. Bu, salt şiddetme yapılmaz. Sosyal bilimlerin çeşitli disiplinlerinin ve uzman kadroları devreye sokmak gerekir. Bu konuda, devletin tayin edici rolü olmalıydı. Türkiye bunu hiç yapmadı. Böylesi bir girişimi PKK’ya taviz vermek olarak algıladı. gerekçelerini anladıktan sonra, bunların şiddet dışı yollarla ya da olağan yöntemlerle çözülebilirlerini çözmek gerekiyor. Türkiye bunu hiç yapmadı. Bunu PKK’ya taviz vermek olarak algıladı.
Oysa yapılması gereken PKK’ya taviz vermekten çok uzaktı. Bu örgütün başını çektiği harekete katılanların çoğu madem ayrılıkçı nedenlerle değil, fırsattan istifade çeşitli ve şimdiye kadar karşılanmayan ihtiyaçlarının karşılanması için katılıyorlardı. Yapılması gereken, bu ihtiyaçların makul ve yasal olanlarının karşılanmasıydı. Zaten, duyarlı, demokratik ve adil bir devletin yapması gereken de buydu. Bu yapılmadı. Devlet bölge halkına küstü.
İkinci önemli bulgu da, bölge halkının çok büyük bir kesimi, TC. vatandaşı olmaktan hiç yüksünmüyordu ama, Kürt olarak saygı görmek istiyorlardı. “Benim Kürtlüğümü kabul edin. Bu rejim için bir tehlike falan değil, benim tarihsel, kültürel mirasım ve onu önemsemem hakkımdır. Bu hakkı her demokratik ve hukuk devleti teslim eder. Bu yapılmadığı takdirde, ben TC. vatandaşı olmayı gönülden benimserim. Zorla benimsemem hayır getirmez” türünde bir duruşu dile getiriyorlardı. Bu hala geçerli. Ben bu duruşa ve söyleme tercümanlık yapınca inanılmaz bir hakaret, saldırı ve tehdit tufanına tutuldum.
Pekiyi, ben bu bulguları sergilemeseydim, durum geçiştirilecek, her şey eskisi gibi mi olacaktı? Yani Türkiye’de sadece Türkler yaşayacak, onlar da oba Türkleri, kent Türkleri, dağ Türkleri, dişi ve erkek Türkler olarak kimini hiç anlamadığımız ‘farklı’ şivelerde konuşan ve bizimkine benzemeyen ibadethanelerde tapınan homojen bir yığın olarak algılanmaya devam mı edecekti? Kendimizi aldatmaya ne kadar devam edecektik? Çünkü, dünyada sadece kendimizi aldatıyorduk ve bir de inandırıcılık ve itibar sorunu yaşıyorduk. Bu ipsiz sapsız, bilimden yoksun yaklaşım sona erdirilmeliydi. Çünkü bu kadar kan, gözyaşı ve acı açıklanamayacaktı. Ben, olanı biteni tartışmaya açtım. O zamana kadar tabu olan bu konular tartışılmaya başlandı. Tarihi bir şey yapılmışsa, bu konuların tartışmaya açılmış olmasıdır. Benim söylediklerim, bilimsel oldukları için doğru değildi. Bunların toplum yaşayarak, zamana ve gerçeklere karşı sınayarak gördü. Zaman, bulguları doğruladı.
Apo’nun asılması ile ilgili seçim sözü verenlerin, Türkiye’nin AB üyeliği göz önünde bulundurulursa, Apo’yu asmaları çok zor görünüyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
İstenirse asılır. Apo’nun asılması siyasi bir karardır. Siyaset, toplumun ihtiyacını karşılamak üzere ortak karar alma süreciyse eğer, oturulur bir hesap yapılır. Bu adamı asmak ne kazandırır, ne kaybettirir muhasebesi ve gereği yapılır. Sağduyu doğru olanını yolunu gösterir.
Bu hesabı yapıyor mu Türkiye?
Kapalı kapılar arkasında yöneticiler yapıyor. Öyle seziliyor ki, onlar ‘zararı dokunur’ sonucuna vardılar zaten. Ama siyasi hesapları nedeniyle halka bunu söyleyemiyorlar. Hukuk, intikam üzerine oturmaz. Islahat üzerine oturur. Yani, topluma zararlı olanların en önce tecrit edilmesi, sonra ıslah edilmesi üzerine... Bu anlayış, mahkumun veya suçlunun yok edilmesi düşüncesiyle çelişir.
Burada, Apo’nun asılmamasının getireceği şeyler şöyle hesap ediliyor: Birincisi, PKK üzerinde hala nüfuza var. Apo şunu söyledi: “Kürtlerin hukuksal ve kültürel eşitliğini sağlamak için benimsenen dava doğruydu. Ama yöntemimiz yanlıştı. Şiddet uyguladık, çok insan yok oldu, çok aile acı çekti. Türkiye zarar gördü. Bu yanlıştı, özür dilerim!” dedi. Bu çok önemli bir şey.
İkincisi; telkinleriyle örgütünün silahlı bir milis gücü olarak faaliyetlerini durdurdu. PKK yenilmiş bir yasadışı silahlı örgüttü ama, içinde maceracılığa kalkışabilecek unsurlar hala var. Onların engellenmesi için emir verdi. Buna da şimdiye kadar uyuldu. Üçüncüsü de çok önemli. ‘Artık bağımsız bir Kürdistan, ya da federasyon’ talebinden vazgeçildi. Apo’nun “Demokratik bir cumhuriyet istiyoruz” önermesiyle. Aynen benim 1995’te “Doğu Sorunu” çalışmamda söylediğim gibi. “Kürtlerin, TC. vatandaşı ama Kürt olarak saygı gördükleri, Kürt oldukları için ayrım yapılmadığı bir demokratik cumhuriyet istemeleri” önemli ve sağlıklıdır. Bunları savaş alanında değil, siyaset alanında dile getirmiş olmaları, düzeni olgunlaştırmak açısından yararlıdır. Ben ne diyordum? “Kürtleri, bir olumsuz güç olarak karşımıza almayalım. Sistemi ilerletmek, demokratikleştirmek, çoğulcu ve dünyalı kılmak için, itici güç olarak arkamıza alalım”. Yurt dışında bir sürü militan Kürt grubu, önce Türkiye’nin AB’den önce Gümrük Birliği’ne alınmasına, sonra da birliğe adaylığının reddine çalışıyorlardı. Hep telkinlerde bulunmaya çalıştım. “Türkiye’yi kendi zorluklarıyla başbaşa bırakmayın. Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyin ki, Avrupa’nın demokratik ilkeleri ve hukuku bağlamında bu sorunlar çözülsün.” dedim. Çünkü, Türkiye’nin bir Kürt sorunu yok. Türkiye’nin bir demokratikleşme ve dünyayla bütünleşme sorunu var. Bu dediğim sorunlar halledilirse, Kürt sorunu zaten kendiliğinden hallolur. Ve bunu onlar da anladılar bir süre sonra. O araştırma ve ondan sonra yaptığımız çalışmalar, devletin, siyasi partilerin yapması gereken çalışmalardı. Bu bulguları ortaya çıkardıktan sonra iki buçuk yıl, AB’den sağladığımız bir fonla Türkler ve Kürtlerin bir arada yaşadığı çeşitli yerlerde, hem ‘Kürt sorunu’ hem de ‘demokratik yeniden yapılanma nasıl sağlanır’ üzerine toplantılar yaptık. İki ilkeyi, yani Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve şiddetin hiçbir biçimde siyaset yöntemi olarak benimsenmeyeceğini tartışma dışı bıraktık. Sonunda, bir ‘ortak anlayış belgesi’ çıktı ortaya. Ve bu hakikaten beklediğimiz gibi Türkiye’nin demokratikleşme projesiydi. Biz bunu belgeyi 1999’da üç dilde bastırdık. Türkçe, İngilizce ve Kürtçe. Tarihi bir belge olsun diye ayrıca, Türkçe, İngilizce ve Kürtçe’yi bir arada bastırdık 500 adet. Ama, DGM kararıyla matbaada el konuldu bunlara. Fakat çok miktarda basıldığı için dünyanın her yanına yayıldı. Şimdi, bu belgede teklif edilen öneriler paketi, AB’ye uyum sürecinde Brüksel’den bize dünyalı olmanın şartı olarak geri geliyor. Eğer Türkiye, kendi aklını ve vicdanını 7 yıl önce kullansaydı, ev ödevini yapar, temel sorunların çözüm aşamasına getirir ve şu anda tam üyelik müzakerelerine başlamış olurdu.
Mesut Yılmaz’ın “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” sözü siyaseten söylenmiş bir söz mü sizce?
Tabi. Ve doğru bir sözdü.
“Siyasetini Arayan Türkiye” kitabınızda ‘demokrasi cephesi’ kurulmasını öneriyorsunuz. Ne demek bu?
Demokrasi cephesi; korkulardan arındırılmış, kendi adına karar verebilen, ayrıcalıklara değil haklara saygılı, ortak yaşamın birlikte ve uzlaşarak belirlenmesini kabul eden, çoğulculuğu benimseyen, şiddeti bir kontrol ve sorun çözü aracı olarak reddeden ve hukukun üstünlüğüne inanan bütün kesimlerin bir siyasi cephede buluşmasıdır. Bu kesimler bir araya gelmeliler ki; çeşitli endişeleri ve korkuları uyararak, düzenin değişmesine direnen çevrelerin aldatmacalarına karşı dirensinler ve daha güçlü bir siyaset odağı haline gelsinler.
HADEP'in meclise girmesini Kürtlerin temsil sorunu açısından önemli buluyor musunuz?
Kürtlerin nüfusunu bilmiyoruz, çünkü korkuyoruz saymaktan. Ama bir tahminle, Türkiye'de 7 kişiden birinin Kürt olduğu söylenebilir. Bu da 10 milyon kişi demek. Bunun yarısı, yani 5 milyon kişi seçmen olsa ve tümü bir partiye oy verse o parti belki de iktidar olacak. Ama Kürtler bunu yapmıyor. Özellikle Güneydoğu dışındaki Kürt yurttaşlarımız gidip HADEP'e oy vermiyor. HADEP'in ulus çapında aldığı oy oranı yüzde 4,5. Bu, seçim barajının yarısının bile altında. Niçin? Çünkü, HADEP'e atfedilen, Kürt milliyetçiliğinin, kendi pratik ve temelli sorunlarına çözüm üretmeyeceğinin farkında, insanlar. Ne istiyorlar? Herkes gibi güncel sorunlarının çözülmesi yanında bir Kürt olarak onurlarının çiğnenmemesini, eşit statüde vatandaş olarak görülmek ve muamele edilmek istiyorlar.
Bunun olması için sistemin demokrasiyi benimsemiş olması lazım. Böyle bir sistemde HADEP gibi etnik temele dayalı partilerin de fazla önemi kalmayacak. Oysa bugün Türkiye siyasetinde, etnik temele dayalı bir duruş hâlâ önemseniyor. Öyle olduğu için de hâlâ HADEP var. MHP önemliyse bir kesim için, HADEP de önemli olacaktır. MHP, programı itibariyle değil de, Türklüğe yaptığı vurgu itibariyle önemseniyorsa, HADEP de Kürtlüğe yaptığı vurgu açısından önemsenecektir. Programı itibariyle çok daha gerçekçi ve toplumsal taleplere daha duyarlı siyasi partiler çıktığında ortaya, onlar daha geniş kesimlerden onay aldıkları oranda etnisiteye veya dine yapılan vurgu daha da azalacaktır.
Bugün herhangi bir siyasi partiden yeni bir rapor hazırlanmanız istense yanıtınız ne olur?
Elbette hazırlarım. Zaten önce devletin ve siyasi partilerin hazırlaması gerekirdi böyle bir raporu.(İnternethaber)
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 16:40