SAYGI ÖZTÜRK
Emin Çölaşan yılların gazetecisi. Bu süreçte başıma neler geldi neler! Sahteleri bile çıktı, acı ve tatlı nice olay yaşadı. Siyasetçilerle, gazetecilerle, okurlarıyla, ülkemizin en ünlü kişileriyle ve sokaktaki hiç tanımadığı insanlarla ilginç anılar paylaştı.
Meslekte her şeyi, tüm duyguları yaşadı. Güldü, kızdı, eğlendi, şaşırdı, sinirlendi, gurur duydu, hayal kırıklığına uğradı. İşletti, işletildi.
Emin Çölaşan ağabeyimizin yeni çıkan kitabı “Şu Benim Gazetecilik- Yaşadıklarım” adını taşıyor. Çölaşan, bu kitabında yaşadıklarının bir bölümünü anlatıyor. Okurken siz de bazen gülecek, bazen kızacaksınız. Belki de gözleriniz dolacak.
Yani Emin Çölaşan’ı tanıyamayacaksınız. Çünkü yazıları epeyce serttir. Üslubumun sert olduğunu o da kabul ediyor. Bunun nedenini ise şöyle açıklıyor:
“Ülkemizde olanları gördükçe, öğrendikçe, haksızlığa, hırsızlığa, yolsuzluğa, her iktidar dönemindeki ‘Benim hırsızım iyidir, ona göz yumarım’ anlayışına, Cumhuriyet ve rejim düşmanlarına, ülkeyi yönetenlerden sorumsuzların yalanlarına tanık oldukça, vatandaş olarak tepem atar. Bu durumda gazeteci ne yapar? Elbette sert yazması gerekir. Ben liboş, yağcı, yalaka, köşesine paraşütle indirilmiş torpilli takımından değilim ki övgüler düzeyim, birilerine rica-minnet edeyim, suya, sabuna dokunmayan şeyler yazayım. İşte bu aşamada, beni sadece yazılarımdan tanıyan pek çok okurun haklı yanılgısı ortaya çıkar: ‘Emin Çölaşan çok sert, gaddar, acımasız, asık suratlı, kasıntı biri.’ Oysa hiç öyle değilim.”
Pekin nasıl biri Emin Çölaşan. Yıllardır tanıdığım Emin Çölaşan için en uygun sözcükleri zaten kitabında da belirtmiş:
“Çevrede, gazetede, her yerde (elbette ortamına göre) gırgır, şamata yapmak, şakalaşmak, adam işletmek benim en büyük özelliğim.”
Çölaşan’ın tanıdıklarından işletmediği, ya da işletmeye kalkmadığı hemen kimse yoktur. Ama kendisinin de çok işlediğini bu arada belirtmekte yarar vardır. Yani işlediği kadar, işletilir. İşte bunlardan bir örnek:
Çölaş’ın böbrek sancısı tutuyor. Çektiği ağrıları köşesine yazıyor. Yazının yayımlandığı gün Kendisini Maya Clinic’in böbrek hastalıkları uzmanı olarak tanıtan kişi, telefonda Çölaşan’a şunları söylüyor:
“Yazsınızı okudum. Emin Bey, şimdi size anlatacağım formülü kullanırsanız bu taşı iki gün sonra derhal düşürürsünüz. Tamamen bilimseldir. Bu işin tedavisi doğada. Amerika’da en son keşiftir.”
Sonra doktor formülünü Çölaşan’a yazdırıyor: Bir tutam ısırgan otu, yarım kilo zencefil, bir kavanoz şu ot, bir kavanoz bu ot. Bunları kaynatıp suyunu içeceksiniz. Taş iki gün sonra düşecek.
Çölaşan, anlamadığı otları tekrar soruyor. Hoca, uzun uzun anlatıyor. Sonra bir anda kabalaşıyor. :
“Şimdi anladın mı geri zekalı yavrum. Anlamadıysan mektebi var, orada öğretirler”
Çölaşan şaşkınlık yaşarken , kısa bir ara ve ardından kahkaha: Ben Uğur Dündar...
MAGAZİN BASINININ ATLADIĞI FOTOĞRAF
Mehmet Ali Erbil’in, Sedef Erguvan ile evlendiği günlerde, bir gazetede kayınvalide İffet Erguvan’la ilgili haber yayımlandı. İffet Hanımın o sözlerini Çölaşan köşesinde eleştiriyor. Yazının yayımlandığı gün, İffet hanım, Çölaşan’dan randevu alıp gazeteye geliyor.
Aylardan Aralık. Hava erken kararıyor. O gün Ankara’da kar yağıyor. Akşam saatlerde kar yağışı iyice artıyor. Trafik alt-üst oldu. İffet Hanım dışarıya çıkamıyor. O gitmeyince Çölaşan’da çıkamıyor. Odada laflayıp duruyorlar. Saat 18.30 oldu. Araçlar çıkamıyor. İşlerinden çıkanlar yollarda yürüyor. Yaya trafiği sel gibi akıyor. Bundan sonrasını kitaptan okuyoruz:
-İffet hanım siz ne tarafa gideceksiniz?
-Gaziosmanpaşa tarafına.
-İyi bizim evde orada. Çıkıp yürüyeceğiz başka çare yok.
İkimizin de ayağında sabah iyi havaya göre giyilmiş normal ayakkabılar. İffet Hanımda bir de şemsiye var.
Çıktık dışarıya. Ayaklarımız kayıyor. Yürüyerek en az yarım saatlik yolumuz var.
İffet Hanım kayıp düşmemek için girdi mi benim koluma!
Herkes yürüyor. Karşıdan yüzlerce insan geliyor. Onların çoğu ya beni, ya İffet hanımı mutlaka tanıyor. Ben görünmemek için şemsiyeyi öne doğru eğiyorum, hiç değilse yüzümüzü göstermemek için çaba harcıyorum. İffet hanım uyarıyor:
-Emin Bey biraz kaldırın şemsiyeyi, kar üzerimize yağıyor.
Kaldırıyorum, bu kez yürümekte olan kalabalıklarla yüz yüze geliyoruz. İnsanlar gerçekten tanıyor, tuhaf tuhaf bakıyor. Ya da bana öyle geliyor.
Ulan rezil olacağım, magazin basınına düşeceğim. Haberler çıkacak:
“Son büyük aşk. Çölaşan ile İffet Erguvan aşkı. Çift, hiç kimseyi umursamadan kol kola romantik yürüyüşler yapıyor.”
Sonra ağzımdan asparagas demeçler bile yayımlanabilir:
“Evet, İffet’le düzeyli bir birliktelik yaşıyoruz.”
Yürüdükçe yol bitmiyor. Sonunda Petek taksinin oraya geldik. İffet Hanımın da gideceği yere yaklaşmışız. Ötesini, kendisinin gidebileceğini söyledi. Kolumdan çıktı, vedalaşıp ayrıldık. İçimden “Çok şükür sana Allahım kazasız, belasız kurtuldum, inşallah magazin basını haber almamıştır” dedim.
“BAZI ŞEYLERİ YAZMAK İÇİN ERKEN”
İşte, Çölaşan’ın “öteki yüzünü” birbirinden ilginç gırgır-şamatalarla dolu. Çölaşan, kitabının veda bölümünde ise şunları yazıyor:
“Evet, bu kitabın sonuna geldik. Yaşadıklarımdan bir bölümünü size anlattım, onları birlikte paylaştık. Sizin için yazarken ben de aynı şeyleri bir kez daha yaşamış oldum.
Bunlar benim anılarım, duygularım, başıma gelenler!... Gazetecilikte yaşadıklarım. Acı, tatlı, üzücü, eğlenceli bazı olaylar.
Gazeteci ile meslektaşları ve siyasetçiler arasında yaşanmış acı-tatlı hadiseler. Bir de okurlarıyla arasında kurulmuş sıcak bağlar ve gönül ilişkileri.
Bu kitapta siyasete, bire bir yaşadığım nice basın ve siyaset kavgalarına, kimileri nasıl mat ettiğime, gazeteci kimliğiyle zaman zaman medyada önemli yerleri ele geçirmeyi başaran sahtekarlara, dolandırıcılara, korkaklara, üçkağıtçılara, yağcılara, yalakalara, iş bitirici ve tetikçilere çok fazla değinmedim. Amacım o değildi.
Bazı gazeteciler vitrinde, hep gözler önündedir. Ben de onlardan biriyim. Bir gün rahmetli Çetin Emeç’e gazetedeki bazı sıkıntıları iletiyordum.
-Emin bunları Erol Bey’e kendin anlat.”
-Çetin Bey, Erol Simavi’yi taa İsviçre’den nasıl rahatsız edeyim. Ayıp olur.
-- Erol Bey bir firma, sen bir firmasın. İki firmanın doğrudan haberleşip konuşması niye ayıp olsun?
Bu sözlerden çok büyük gurur duymuştum.
Okurlar, “firma” olsun veya olmasın, gazetecileri çoğunlukla yazılarından tanır. Ama gazetecilerin bir de hep kapalı duran bir “perde arkası” vardır ki, hemen hiç bilinmez. Belki çoğu zaman gazeteci bile kendi perdesinin arkasını düşünmez, anımsamaz. Çoğu kez aklına bile getirmez.
Ben bu kitapta kendi perdemi biraz olsun aralamaya çalıştım. İçimden geldiği gibi yazdım. Bazı şeyleri yazmak için henüz erken. Kısmet olursa onları da yeri ve zamanı gelince yazarım.
İşte böyle. Son satırlara geldik. Artık sizden ayrılma, bu kitap için vedalaşma anı geldi. Lütfen bir konuda kafanızda hiçbir soru kalmasın. Kitapta ne yazdımsa hepsi gerçektir. Kitabımı okuduğunuz için size çok teşekkür ediyorum. Umarım ki sizi sıkmadım. Beğenmiş olmanızı diliyorum.”
Valla Emin ağabey ben beğendim. Eline sağlık. Kitabını “tanıtma bedeli”nin de üzerine yatmazsan, ilerde bir yazı daha yazarım! Yoksa, bundan sonra yazacağın kitaplar için “peşin” çalışırım haberin ola...
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 23:36