Gündem
  • 31.1.2005 11:44

İŞTE, 22 GÜN SÜREN FETHULLAH GÜLEN YAZI DİZİSİNİN TAMAMI...

AB'ye ders oldu

Gülen, "Brüksel'de benim gözlerim doldu. Tayyip ve Abdullah Bey, bayrağımızı kutsal bir varlık olarak yerden kaldırdılar. Bu davranış, bana o toplantı kadar önemli geldi" diyor


<ı>Fethullah Gülen'le 11 gün - 1
<ı>MEHMET GÜNDEM

Sunuş
2004'ün son günleri. 18 Aralık'ta New York'a indim. Ertesi gün Pensilvanya'da Fethullah Gülen'le randevum var. Dönüş biletim 30 Aralık. Bir yıl öncesinden başlayan ve defalarca yinelediğim röportaj talebim nihayet sonuçlanacak.
New York'ta o gece bitmek bilmedi. 13 sayfa soru hazırladım. Aklımda sorular uçuşuyor, yer değiştirip duruyor. Beni rahatlatacak tek şey, Gülen'le görüşmek, aklımdaki soruları teker teker sormak. Nasıl bir ortamla karşılaşacağım, ne kadar zaman ayıracak?
Sabah oldu. Bu röportajın yayını süresince fotoğraşarını göreceğimiz Arda Yavuz ve iki arkadaşımla erkenden yola koyuluyoruz. Hedef Pensilvanya. Röportaja daha yoldayken başladım. Kopmuşum arkadaşlardan. Yalnızca soru ve cevaplara yoğunlaşmışım.
Pensilvanya'nın soğukları New York'u aratıyor. Bulunduğumuz bölge dağ ve ormanlarıyla meşhur. Çevredeki evlerin çoğu iki, üç katlı. Birkaç dönüm de bahçeleri var. Onlara benzer bir eve doğru yöneliyoruz. Çatı katı hariç iki katlı. Fethullah Gülen, burada yeğenlerinin evinde kalıyor. Kendine ait bir evi yok. İçeri giriyoruz. Burası misafirhane olarak kullanılıyormuş. Bizi karşılıyorlar ve bir salona alıyorlar. Dışarıdan daha gösterişli olduğu halde içerisi, iç dekoru oldukça sade. Gülen'in bu misafirhanede bir odası var ve misafirlerini genellikle burada kabul ediyor. Ve Fethullah Gülen'le bu salonda karşılaşıyoruz. Odasının kapısı salona açılıyor. Tebessümle, "Hoş geldiniz Mehmet Bey" diyor. Biraz sendeliyor; sonra öğreniyorum ki, şeker zaman zaman dizlerine vuruyormuş.
Türkiye'den, Türkiye'deki tartışmalardan uzakta, stressiz, sağlığına da titizlenen bir insan olarak düşündüğümden olacak, başka türlü bir beklentiye girmişim. Rahatı iyi, sağlığı yerinde daha dinç bir adam portresi beklentisine...

Neler konuştuk?
Gülen'in tansiyonunu ve şekerinin dengesini küçük şeyler bile bozuyor, kalbini daraltıyordu. Yanında gölge gibi dolaşan bir doktorla hayat sürmek zor olsa gerek... Sorularımın çoğu belki ona göre can sıkıcıydı, ama sorulmalıydı. Ben de sordum...
İlk gün konuşma esnasında iki sefer tansiyon ilacı aldı. Gölge doktoru, tansiyonunu ölçtü, bana da kaş göz işaretleriyle arada bir mesaj göndermeyi ihmal etmedi. AB - Türkiye ilişkilerinden başlayıp faili meçhul cinayetler uyarılarını, niçin Amerika'yı tercih ettiğini, burada kimlerle görüştüğünü, Amerika'da oluşunun Büyük Ortadoğu Projesi, Kuzey Afrika ve Yeşil Kuşak teorisi ile ilintili görülmesini, Amerika'nın Irak politikasını, hoşgörü sürecinin stratejik argüman olarak değerlendirilmesini ve misyonerlikle ilişkilendirilmesini, kişiliğini, nasıl algılandığını, geçmişte Turancı, Neo - Osmanlıcı, Milliyetçi, Devletçi, şimdi ise ABD yandaşı, CIA ajanı, Kardinal diyenlere verdiği yanıtı....
İstihbaratını, "gönüllüler hareketi" dediği oluşumun nihai hedeflerini, hayalindeki Türkiye'yi, ne zaman döneceğini, sağ kolu olup olmadığını, nasıl geçindiğini, değirmenin suyunu, fiemşettin Günaltay'dan intihal yaptığı eleştirilerini, hedefinin devlet olup olmadığını, "yöntem farklı hedef aynı, demokratik yöntemlerle de olsa amaç; İslam cumhuriyeti" iddialarını...
Terör, canlı bomba, intihar saldırıları için ne düşündüğünü, cihat ilan edip etmediğini, radikal İslami akımları, Humeyni ve İran devrimine bakışını, kadını, başörtüsü sorununu, Alevilerin devletten taleplerini, Türkiye'den kimlerle görüştüğünü, ruhban okulu ve ekümenik (evrensel patrik) tartışmalarına bakışını...
Orta Asya'ya neden gitmediğini, okulların Ortadoğu'ya değil de Orta Asya'ya açılmasını yanılgı olarak görüp görmediğini, okullara yüklediği misyonu, başkanlık sistemini niçin desteklediğini, askeri, TSK ve emniyetteki örgütlenme iddialarını...

Türk Müslümanlara sıcak bakıyorlar

<ı>AB'nin bir Müslüman ülkeyle ilk kez müzakere sürecine girmesini, Avrupa'nın kimliği ve vizyonu açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
AB konusunda genelde Türkiye'nin kazançları konuşuldu. Avrupa ülkeleri farkında mı bilemiyorum fakat Türkiye'nin AB'ye ne kazandıracağı çok daha önemlidir. Eğer bunun farkında olarak temerrüt (inat) gösteriyorlarsa, demek ki inatları salim düşüncenin önüne geçiyor. Aslında bu ilişkide Avrupa'nın, itibarı ve geleceği adına çok önemli kazançları var.
Aydınımız öteden beri Avrupalılaşma peşinde. Tanzimat'la başlayıp Cumhuriyet'le hız kazanmış bir Avrupalı laşma süreci içindeyiz. Bilindiği gibi ilk ciddi anlaşma 1963'te oldu. Akabinde lehte, aleyhte konferanslar verildi. 66-67'li yıllarda dinlediğim çok ciddi insanlar karşı görüşler dile getirdiler. Onların fikirleriyle bugün AB'ye karşı olanların söyledikleri örtüşüyordu. Orası Hıristiyan kulübüdür, bize oyun oynarlar, bizi Hıristiyanlaştırırlar...
Bugün de bazı Müslümanlar kitap yazdırıp dağıttılar; gelirlerse, görüntüleriyle, telakkileriyle, din anlayı şlarıyla, Allah mülahazalarıyla bize müessir olurlar, gençlerimizi çalarlar... Avrupalıların da belki fakir olmamız, Müslüman olmamız konuları nda ciddi endişeleri vardı. Belki kendi dini değerlerine tam güvenleri de yoktu, ama onlar bu endişelerini dışa vurmuyorlardı. Bugün aynı endişeleri sürüyor mu bilemeyeceğim, fakat şimdiye kadar bizi alma niyetinde olmadıkları açıktı.

<ı>Yeni süreçte o niyette bir farklılık mı var?
Almanya'da asimile olabilir gibi gördükleri Türk toplumu, orada hem kendi varlığını korudu hem iki, üç nesil sonra kendine geldi. Başkalarının tesirinde bir toplumken, şimdi müessir bir toplum olmaya başladı. Çeşitli vesilelerle görüyoruz, dinliyoruz; başka Müslüman toplumlara nazaran hem Avrupa'da hem de Amerika'da Türk toplumuna karşı daha sıcak bir alaka var. Türkleri diğer Müslümanlara göre daha yumuşak buluyorlar. Belki, demokrasi, cumhuriyet ve laiklik mülahazası açısından daha sıcak bakmalarına sebep oluyor, rahatlatıcı bir yanı var. Hatta Amerika ve Avrupa'da Türk Müslümanlığı Türkiye'dekinden daha çok telaffuz ediliyor.

<ı>Müzakere tarihinin verilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Girecek miyiz ya da ne zaman gireceğiz? Bunlar belli olmasa da, tarih verilmesinin Türk toplumunun üzerinde psikolojik etkisi büyük oldu. Halihazırdaki hükümetin bir başarısı gibi görünmektedir. Sorgulanacak tarafları elbette vardır, ama politik mülahazalar şeklinde algılanır diye üzerinde durmak istemiyorum. Aslında bizim AB'ye üyelik adına aldığımız muştudan (müjde) daha ziyade, Avrupalılar bunu bir müjde saymalı, büyük alaka duymalıydılar.

<ı>Neden Avrupa için müjde olmalı?
Çünkü bölgeye hâkim olmak isteyen başka güçler var. Çinliler, ticari rekabet güçleri ve yumuşak davranmaları yla oraya çoktan girdiler. Amerika'nın da, Avrupa'nın da onlarla mücadele etmeye güçleri yetmez. Gelecekte ekonomik dünyada çok ciddi inkılapların olacağı muhakkak. Çin o noktada dünyayı tehdit ediyor.

AB, Türkiye'yi kazanırsa güç olur

<ı>Türkiye'yi yanına almış bir AB, Çin'in yayılması karşısında nasıl bir güç oluşturabilir?
Türkiye esasen, hem Ortadoğu hem de Uzakdoğu'ya köprü vazifesi görebilir. Ortadoğu şuur altı müktesebatı çok derin ve zengin olan bir Türkiye'ye Avrupa'nın ihtiyacı var. Kıbrıs'ı AB'ye aldılar, ama Türkiye'nin Kıbrıs'tan çok daha önemli olduğunu değerlendirebilmeleri lazımdır. İşin bir diğer yönü de - mevcut idarelerin başındakiler takdir edemiyor olsa bile - halklara indiğimiz zaman, tarihiyle, toplumdaki psikolojiyle, kredisiyle Türk toplumuna karşı fevkalade bir sempati ve alakanın olduğunu görürüz. Geçmişimiz itibariyle de, günümüzde cumhuriyet ve demokrasiyle idare ediliyor olmamız açısından da böyledir. Eğitim faaliyetlerinin olduğu değişik ülkelerde bunu açıkça müşahede ediyoruz. Dolayısıyla AB, ancak Türkiye'yi kazanırsa bölgede bir güç haline gelebilir. Amerika da bölgede hâkimiyetini devam ettirmek istiyor. ABD idarecileri, kamuoyuna yansıyan şekliyle Türkiye'nin AB'ye girmesini istiyor gibi göründüler. Fakat bunun münakaşası yapılabilir. Bölgede hâkimiyetini sürdürmek isteyen bir ABD, Türkiye gibi bir müttefiklerini kaybetmek veya onun bir başka güç içinde yerini almasını istemez.

Emekler boşa gidecekti

<ı>Hükümetin Brüksel zirvesinde gösterdiği performansı nasıl buldunuz? Teslimiyetçi mi, pazarlıkçı mı?
Çok devlet adamı ter dökmüş, hizmet etmiş, Avrupa yollarını aşındırmıştı. Bir defa daha falso yaşansaydı bütün onların emekleri heba olmuş olacaktı. Hükümet bu psikolojiyi yaşıyordu. Brüksel'de benim takdirle karşılayacağım şeyler de oldu.

<ı>Mesela...
Toplantıyı terk etme kararlılığını göstermek, bence milletimizin onuruna yakışır şeylerdi. Bizim ihtiyacımız yok, biraz da karşı taraf ihtiyacını idrak etsin demekti. Nitekim, bu kader denk noktasının o şekilde değerlendirilmesi bizim kazancımız, onların da geri adım atmasına vesile oldu. Kader denk noktaları her zaman insanın lehinde neticelenmeyebilir. Gidiyorsan git de diyebilirlerdi. Teker teker müzakere etme, birebir görüşme mevzuu da takdirle karşıladığım hususlardandı. Bunlar, değişik devlet adamlarının bu konudaki hizmetlerini şükranla yâd edecek bir noktalama yerine geçti. Ayrıca orada Avrupalılara bir ders verildi.

Takdir etmede cimri olmayın

<ı>Nasıl bir ders verildi?
Benim gözlerim doldu. Ülke bayrakları temsilcilerinin duracağı yerlere konmuştu. Orada Tayyip Bey de, Abdullah Bey de bayrağımızı bir kutsal varlık olarak yerden kaldırdılar... Bir de öpselerdi onu, tozunu üfleselerdi... Abdullah Bey cebine koydu. Türk toplumunun bazı değerlere karşı tavrını gösteren bir ders olması bakımından bu davranış bana o toplantı kadar önemli geldi. Biraz da her şeyin güzel yanına bakmak lazım. Olumsuz yanlarını selim akılla muhakeme yapalım, sorgulayalım ama milletimiz adına, milletimizin itibarı adına güzel şeyler de oluyor. Zannediyorum, bunları bütün entelektüeller görmüştür ve takdir de edilecektir. Takdir edilmeyen hususları da, hislerine kapılmadan, politik malzeme haline getirmeden, arkadaş bu yanlış desinler. Ülkemiz adına bunu kim yaparsa yapsın takdirle karşılarım... Hükümetin de takdirle karşılanacak yanları varsa, takdir etmede cimrilik yapılmamalı.

Orduda falancı filancı olmaz

Orduda örgütlendiği iddialarını yalanlayan Gülen, "Nasıl örgütleneceksin ki? Başlarında laikliğin temsilcileri var. Öyle örgütlenmeye fırsat vermezler" diyor


<ı>Fethullah Gülen'le 11 gün - 2
<ı>MEHMET GÜNDEM


<ı>İzlenim
Fethullah Gülen'le ilgili ilk izlenimlerim; hem yaşadığı ortama, hem sesine, simasına hüzünlü bir sürgünün sinmiş olduğu. Burada o kadar büyük bir sessizlik var ki, her konuşmanın içine dalıyor.
Yine bir sessizlik sonrası, "Nasılsınız?" diye soruyorum.
Fethullah Gülen de içinde bulunduğu ruh halini kendine ait bir şiirle ifade ediyor: "Beynim tıpkı bir sorular harmanı, / Kafamda istifham, cevabı sisli; / Sarmış buğulu hüzün dört bir yanı, / Kalbim annemin kalbi gibi hisli; / Gezer dururum yorgun ve âvâre.. / Her hâlim garipliğime emâre... / Düşüncem "vedâ" diyor bu yerlere / Doğ ey ışık, doğ gönlümün içinden! / Tasayla dolaştığım bu yerlerde, / Bir ses sun o eski bestelerinden, / Şu hüzünlü şafakta perde perde... / Hüzünlü gurbet... Hüzünlü gurbet, ah zalim gurbet!" Yine bir sessizlik...
Bu sefer sessizliği Gülen bozuyor: "Kalbim bugünlerde sıkıştırıyor..."
İki üç günde bitebilecek bir röportaj, Gülen'in sağlık sorunları nedeniyle 11 güne yayıldı.

<ı>Ordu ve asker. Bu kavramlara saygılı bir tavrınız var. Bu nereden kaynaklanıyor?
Osmanlılar, asker bir millettir. Hatta militarizm denmiştir. Askerde başlıyor, askerde bitiyor, ama yüreklerde hakkaniyet ve adalet düşüncesi olunca rahatsız olunacak bir şey yok. Hiçbir zaman sivil teşebbüslerin önü alınmamış, engellenmemiş, baltalanmamış. Ne var ki bizdeki biraz daha mukaddestir. Bediüzzaman, "Bayraktar" diyor. Malik bin Nebi de, "Alem-i İslam'ın şimalinde eğer Türk milleti olmasaydı bugün İslam dünyası yoktu" diyor. Bu, bir yönüyle atı, silahı, kalkanıyla kahraman askerler sayesinde olmuştur. Dolayısıyla meseleye, bir ruh olarak, mana olarak, bir şahs-ı manevi olarak bakıyoruz ve ona saygı duyuyoruz. Kılı kırk yararcasına hakkaniyet, adalet içinde olmuşlar. Ne var ki, bazı dönemlerde o hassasiyet ve incelik korunamamış. Böyle suiistimalleri, milletin kendisine çok şey borçlu olduğu o şahs-ı maneviyeyi karalamaya vesile edilirse müesseseye yazık olur. Bir reform yapılacaksa, onlarla görüşülerek yapılmalı. Askeriyedeki insanlar birer şehit namzetidir. Pek çoğu itibariyle gazidirler. Hâlâ hayatta pek çok sakat insan var. Bunlar nazar-ı itibara alınarak hakperestlik mülahazasıyla öyle görmek ve saygı duymak lazım. Nasıl devletin sarsılması, devletin sırlarının faş edilmesi karşısında hassasiyetimiz var, devletin önemli bir parçası olan bu müessese hakkında da aynı hassasiyetimiz vardır.

<ı>"Gülen cemaatiyle ilişkisi nedeniyle ordudan ilişiği kesilenler" diye zaman zaman medyada haberler çıkıyor. Ne dersiniz?
O müessesenin, alırken kriterleri olduğu gibi, atarken de kriterleri vardır. O meseleye de hukuki bir çehre kazandırılmalı. Sayın Süleyman Demirel'in bir beyanı olmuştu: "Bazı dönemler vardır ki, o dönemler gammazlama dönemidir." Kurtulamazsınız ve gammazlanan gider. Mesela birinin birine karnı ağrımış ve oradan uzaklaştırılmasını arzu ediyorsa şayet, siciline "falancı" demek yeter. Böyle bir şey var mı yok, öyle bir "cı", "cu" var mı, yok mu, ona bakmadan hemen yakıştırırlar. Böyle olunca herkes herkese nispet edilebilir... Hangi sebebe binaen atılmıştır onlar, iyi araştırılmalı, hukuk karar vermeli. Uzaklaştırılanları da, arkalarından istihbarat örgütleri takip etse, böyle bir şey var mı, yok mu diye...

<ı>Ordu içinde sizi sevenler var mıdır?
Bazı kimseler beni sevebilirler, bir şey diyemiyorum. Bir kere biri anlatmıştı. Emekli olmuş, bir yerde karşılaştık. "Ben sizin vaazlarınızı dinliyordum. Pek çok astıma ve üstüme de dinlettim." Zannediyorum camiye de, konferanslara da gelip dinleyenler olmuştur her meslekten. Türkiye'de dinlemeyen çok azdır. Dinlemeye değer mi, değmez mi ayrı mesele. Dinleyenlere, hatta kaydedenlere abesle iştigal ediyorsunuz demişimdir. Onlardan biri, "Kara kaşına, kara gözüne hayran değilim. Sen konuşuyorsun ben de bunları kaydediyorum" demişti. Bunlara bir şey diyemem ki. İçtihad hatasında bulunmuşlar derim. İçtihad hatasını düzeltmek de benim vazifem değil.
Zannediyorum, birileri garazlarını gerçekleştirmek için o nispeti kullanıyorlar. Dilerim bu müessese yapacağı reformlarla daha salim sonuçlara varabilecek bir kısım şeyler geliştirir. Gerekli tahkikat, takibat yapılır. Disiplinsizlik mi, emre itaatsizlik mi... Nitekim son zamanlarda duyuyoruz, adı suiistimallere karışmış, çalmış çırpmış ve ondan dolayı uzaklaştırılmış olanları. Ama o türlü şeyler bazen önemsenmiyor. Büyütmek için falancı denmesi yetiyor. Ordudur, askerdir, komutanlarına bağlıdırlar. Bunların içinde falancı filancı olmaz.

<ı>Emniyet ve Silahlı Kuvvetler'de örgütlenme var mı, yok mu?
Ben burada dururken nasıl örgütleniyorum, nasıl yapıyorum bilmiyorum. Bunu kendilerinin araştırmaları lazım. Kim o örgüt üyeleri? Bulsunlar çıkarsınlar. Bir ara "emniyette örgütlenme" diye verilen bir liste vardı. Sonra her biri farklı, birbirine zıt dünya görüşlerine sahip insanlar oldukları görüldü. Demek ki, yine birinin birilerine karşı karnı ağrıyordu. Kendilerine kredi kazandırma, başkalarını karalama adına masa başında bir liste yaptılar.
Orduya gelince, orada nasıl örgütleneceksin ki? Diyelim, o insanlar ordunun içindeler. Başlarında subaylar, cumhuriyetin, laikliğin, demokrasinin temsilcisi insanlar var. Öyle bir örgütlenmeye meydan ve fırsat vermezler. Kafalarında, duygularında, düşüncelerinde bu türlü şeylerin gelişmesine meydan vermezler. İşin doğrusu bunu anlamada zorluk çekiyorum.

Düşüncemden vazgeçemem

<ı>Çevrenize, "Şu okulları ele geçirelim" diye hiç telkinde bulundunuz mu?
Bir dönemde, umuma açık olarak, cami kürsüsünde söylediğim bir şey var. Dedim ki; niye sadece Kuran kursu diyorsunuz. İmam hatiplere çocuklarınızı koymuyorsunuz. Bir gün geldi, şöyle dedim: Çocuklarınızı niye sadece imam hatiplere veriyorsunuz, neden başka liselere de göndermiyorsunuz? Neden üniversiteye, askeriyeye koymuyorsunuz. Dedim bunları. Açıktan açığa söylediğim bir meselede benden ne isteniyor? Bir gazetede, bir televizyonda çıkıp bir ilanda mı bulunayım, bir zamanlar size şöyle şöyle demiştim, yanlış söylemişim, geri alıyorum; sakın, zinhar başka liselere çocuklarınızı koymayın. İmam hatiplere koyun. Sadece Kuran kurslarına koyun. Katiyen mülkiyede, adliyede, askeriyede çocuklarınızı okutmayı düşünmeyin. Sizden başka oralara çocuğunu kim koyarsa koysun mu diyeyim! Beni, camide ve konferans kürsülerinde dinleyen insanlara şeffaf olarak bu duygumu ifade ettim. Bazı fertler alaka gösterip çocuklarını yönlendirdilerse, ben o mevzuda, düşüncemden vazgeçiyorum, diyemem.

Yanlışsa, çıkıp yanlış desinler

<ı>Bunları cami kürsülerinde ifade ederken beklentiniz neydi?
Anadolu insanı, hayatın her ünitesinde olsun. Niye olmasın ki. Neden korkuyorlar? Bir dönemde çocuğunu okutmamış, sadece Kuran okusun yeter demişler. Hala doğuda, Güneydoğu'da böyle insanlar var. Yakın zamanda televizyona haber oldu, bir kaymakam ev ev dolaşıyor, aileleri ikna edip kız çocuklarını kendi aracıyla okula bırakıyordu. Bu tavır, devletin de genel politikasıdır. Siz sadece Kuran kursunda okutacaksınız. İmam hatip ve ilahiyatların fazlalığından bahsedilmeye başlandı. Niye sadece belli okulları yeğliyorsunuz da diğer okullara koymuyorsunuz. Bir vatandaş niye Türkiye'deki bütün okullara çocuğunu koymayacak ki. Bu hakkım veya değil, ama ben topluma karşı bunu bir vazife olarak gördüm ve arz ettim. Hakikaten yanlışsa, birileri çıkıp yanlış desinler...

Toprağımızı kaptırmayız

<ı>AB - Türkiye ilişkisinde din elden gider mi?
Türkiye'nin Avrupa tarafından kazanılması, bazılarına Avrupa tarafından fethedilmesi gibi geliyor. Yabancılar gelecekler, topraklarımızı alacaklar... Milli mülahazalarla endişe duyuluyorsa, milli değerlerimiz taviz vermeyecek kadar ruhumuza işlemiş. Bizi biz olarak kabul ederlerse beraber oluruz, biz onları kendi değerleriyle kabul ediyoruz. Dini değerlerimizin yıkılıp gideceği endişesi taşınıyorsa, bizler ne badirelerden geçmiş bir milletiz. Milletimiz, bölgedeki milletlerden daha fazlasına maruz kalmış, fakru zaruret yaşamış, değerlerimizden uzaklaşmış, ayakları bazen yerden kesilmiş, fakat gördüğünüz gibi millet yüzde 80, 90 oranında kendi tarihi değerlerine, ruh ve mana köklerine hâlâ sımsıkı bağlı. Ortak Pazar dedikleri dönemde de, Gümrük Birliği dedikleri dönemde de, şimdilerde de milletimizin ne milli değerlerinden, ne dini değerlerinden taviz vermeyeceğinden eminim. Toprak kaptırma endişesi de taşımıyorum.

İyi devlet adamı çok, iyi danışman az

<ı>Başbakan Tayyip Erdoğan'a mektup yazsanız veya mesaj gönderseniz ne derdiniz?
Şu meselede şunu söylerdim demektense meseleyi Peygamber Efendimizin bir sözü ile açıklamak istiyorum: "Allah bir devlet başkanına, bir melike, bir hükümdara merhamet buyurmuşsa, onu eğrilikten alı koyacak, doğruluğa sevkedebilecek iyi vezirler (danışmanlar) lütfeder" diyor. Osmanlı'da da, Cumhuriyet'te de büyük devlet adamları yetişmiştir.Fakat eksiklik, herhangi bir menfaat gözetmeden, doğrudan doğruya devletin, milletin çıkarları hesabına o insanları doğruya yönlendirebilecek danışmanların olmasındadır. Haddim olmadığı halde, daha evvel devletimizin başına gelen bir insana da bir arkadaşımla selamlarımı, saygılarımı arz etmenin yanı başında şu mütalaalarım olmuştu: Türkiye'de sadece partinize sempati duyanlardan danışman almakla, sadece kendi teşkilatlarınızla görüşmekle yetinmeyin. Türkiye'yi seven, bilge insanlardan yararlanın. Bunlar objektif bakarlar, çıkar gözetmezler. Bazı isimler vererek, Türkiye'ye ait bazı meseleleri bunlarla istişare etseniz dedim. Tayyip Bey'e mesaj göndermek icap ettiği zaman; siyasi mülahazası olmayan, hakkı düşünen, bilge insanları bulup, fikirlerine sık sık müracaat etmesi olur. Bu, ayağını sağlam yere basması açısından çok önemli geliyor bana. Sayın Bülent Bey'e de, Sayın Demirel'e de mesaj göndermem icap etseydi aynı şeyleri söylerdim.

28 Şubat endişemi dikkate almadılar

Gülen, "28 Şubat'ı gerçekten haber verdiniz mi?" sorusuna şu yanıtı veriyor: "O günlerde bazı bakanları araya koyarak endişelerimi bildirdim; kaale almadılar"


<ı>Fethullah Gülen'le 11 gün - 3
<ı>MEHMET GÜNDEM

İzlenim
Fethullah Gülen kimseye elini öptürmüyor. Çocuklar hariç... Onun çocuklarla farklı bir ilişkisi var. Konuşuyor onlarla, adlarını soruyor, başlarını okşuyor, her defasında ikişer çikolata veriyor. Bir keresinde elini öpen altı yaşındaki bir çocuğa şöyle dedi: "Kerametim yok, olsaydı hepsini sana verirdim..." Çocuklar ona ilginç sorular soruyor, "Bugün doktora mı gittin? Neyin var? Ne dedi doktor? Sen hasta mısın, niye öyle yapıyorsun elin mi ağrıyor, neden ağrıyor?" Öğle yemeğinde bir kız çocuğuyla yan yana oturdu. Adını sordu. Kız, "Zeynep" dedi. Gülen, "Zeynep'in anlamını biliyor musun; Babasının süsü demektir" diye karşılık verdi. Herkes yemeğini bitirdi, Zeynep hariç. Gülen, Zeynep'e dönerek şöyle konuştu: "Sen yemeği hepimizden daha doğru bir şekilde yiyorsun. Yavaş yavaş, sindire sindire. Böyle devam edersen, büyünce de güzel kalırsın..." Çocuklar gülümsetiyor onu...

<ı>Faili meçhul cinayetler olabilir gibi açıklamalarınız 'istihbari bilgi' niteliğinde değerlendiriliyor. Yakın zamanda bir gazetede, size bilgilerin, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı'ndan birkaç dakika önce geldiği şeklinde cümleler yer aldı. Nazlı Ilıcak da, "Gülen'in istihbaratı kuvvetlidir. 28 Şubat'ın geleceğini de haber vermişti" diye yazdı. İstihbaratınız gerçekten kuvvetli mi?
Benim şahsi bir istihbaratım yok. Fakat bir Türk vatandaşı olarak, milletimin kaderiyle yakından alakadarım. Bir insanın şu veya bu şekilde şahsı adına bir çıkar mülahazası, menfaati yoksa, oturur - kalkar kendini neye adamışsa sadece onu düşünür. Ben ulaşabildiğim herkesi dinliyorum, değişik gazetelere, internetlerden gelen bilgilere bakıyorum. Kendime göre yorumluyor, onlardan hükümler çıkarıyorum, kendi istinbatlarımı (özümseme, hüküm çıkarma) arz ediyorum. Gezip, sağa sola haber döken insanlar var. Şimdi internette oluyor bunlar. Niye e-maille bir şey olmasın? Biri hayati bir yerden duyduğu bir meseleyi şunlar planlanıyor diye ifade edebilir. Değişik yollardan ben bunları duyabilirim. Ne kadar gizli olurlarsa olsunlar, günümüzdeki iletişimin çoğalması, insanların çok çabuk her şeye ulaşmasına vesile teşkil ediyor.

<ı>28 Şubat'ı gerçekten haber verdiniz mi?
Nazlı Hanım'ın ifade ettiği gibi ben, o şubat endişesini taşıyordum. O mevzuda üslubumu kırdığım, çatlattığım da oldu. O günkü iktidara karşı endişe ediyordum. Genel tavırları itibariyle bu düşünceyi besliyorlardı. O düşünce, onların o tavır ve düşünceleri üstünde gelişiyordu. Ben o günkü tavırlarımı, davranışlarımı - kendime göre - saygısızlık sayıyorum, çünkü şimdiye kadar öyle konuşmadım, öyle düşünmedim. Ama o gün bir televizyon kanalında, "yüzlerine gözlerine bulaştırdılar" gibi yakışıksız bir lafla meseleyi ifade ettim. Onlar, duyduğum endişenin ifadesiydi.

<ı>Endişenizi dönemin yetkilileriyle de paylaşmış mıydınız?
Evveliyatı vardı. Değişik şekilde, değişik kanalları, bazı bakanları araya koyarak endişelerimi izhar ettim, mesele çok ciddi, bildiğiniz gibi değil, işin tahammülü yok, milletçe altından kalkamayız, çok zor durumda kalırız dedim.

<ı>Uyarıların size dönüşü asıl oldu?
Kaale almadılar, önemsemediler. Dahası, bu milletin gayretiyle bazı şeyler yapılıyor, belki bunları yıkmaya matuf kapı aralamalar da oldu. Bütün bunları değerlendirerek bu meseleyi izhar (açığa çıkarma) ettim. İsabet ettim veya hata ettim. İsabet etmişsem, milletime karşı bir vefa borcunu yerine getirdim.
O hassasiyetim üzerimde ben, yine acizane söylenilenleri dinlemeye, tartmaya çalışıyorum, bazı şeylere istinbatla, içtihatla, yorumla ulaşıyorum. Önemli gördüklerimi değerlendiriyor, milletim - vatanım adına ifade etmekte yarar görüyorum.

<ı>Faili meçhul cinayetlerle ilgili ikazınız hedefine ulaştı mı?
Birincisi, ilgililer haberdar olur, istihbarat, emniyet, jitem kendine düşeni yaparsa bu şeyi daha kundaktayken önünü alırlar. İki, işi planlayanlar, o mevzuda provokatör olarak kullanılanlar, kullanılacak olanlar milletin bu işten haberdar olduğunu bilince böyle bir şeye teşebbüs etmezler, vazgeçerler.
Hiçbir şey yapmasalar, vazgeçseler bile yine milletimiz kazanmış olacak. Bu tür mülahazalarım oldu ve öyle de netice verdi. Bence yadırgamaya gerek yok bu meseleyi.
Emsali yapıldı, yakın zamanda Sinagog önünde patlamalar olmadı mı? Bugün de bazı şeyler oluyor Türkiye'de.
Satırlı, baltalı üniversite talebelerinin durumları iyi şeylerin habercisi değil. Arkasının daha ağır olacağını görmemek mümkün değil.

<ı>Sizi eleştirenler de oldu...
Bazıları da diyebilirler; sen istihbarat memuru musun? Ne işin var bu tür şeylerde. Cami imamı isen oturduğun yerde kal, imam gibi davran, sana düşmez bunlar. Böyle düşünüp, böyle diyenler de kendilerine neyin yakışıp neyin yakışmadığını bilmeyen insanlardır. Ben olsam onlar için öyle demem. Yakışıksız şeyler bunlar. Bir Türk vatandaşı, belli bir geçmişi var, 66 yaşına gelmiş, hiçbir şey okumasa, hiçbir şey düşünmese, hiçbir şey dinlemese bile böyle samit (sessiz duyarlılık) infialleriyle olan hadiselere baksa yine böyle imtisas (algılayıp yorumlama) edeceği birçok şey olur. Böyle bir adamın söylediği şeyler yadırganmamalıydı. Çiğ olur bu mevzudaki aykırı ses çıkışları.

Cami yanında cemevi olsun

<ı>Avrupa Parlamentosu Alevileri azınlık statüsünde görmek istiyor. Alevilerin de cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması, Diyanet'te temsil edilme gibi talepleri var. Bu konuya bakışınız ne?
Şimdiye kadar Alevilerin Türkiye'de ciddi bir problemi olmadı. Cumhuriyetin ilk yıllarında bazı olumsuzluklar zuhur etmiş, belki üzerlerine de gidilmişti. Şimdi ise Aleviler hayatın birimleri içinde her yerde, her şey olabiliyorlar. Parti de kurabiliyorlar, asker de, vali de olabiliyorlar. Türk milletinin bazı fertleri olarak (bazı Alevilerin) azınlığa talip olmalarını anlamakta zorluk çekiyorum. Devletin kanunları var, o çerçevede istedikleri yerde eğitim yapabilirler. Belki kendilerine göre bazı öğretilerin gündeme getirilmesini düşünüyorlardır. Önceki yıllarda bazı Alevi kardeşlerimize demiştim; "Şifahi kültürle bu mesele götürülemez, bunu kitabiye dökelim." Zannediyorum şimdi Diyanet'in teşebbüslerinden birisi de o. Ahmet Yesevi'nin Hikemiyat'ından, Hacıbektaş'ın Makalat'ına kadar 15 - 20 kitap bir araya getirilerek, belki Alevi Külliyatı şeklinde ortaya koyacaklar. O kitaplardan çıkacak ihtiyaç, eğer bir cemeviyse, demokrasinin gereği onlara da o hakkın verilmesi gerekir. Zaten cemevleri var. Fakat her zaman bazı mekânlar, bazı ideolojilere alet olduğu gibi cemevlerinin de - bazı şeylerde Alevi vatandaşlarımızın rızasının hilafına - kullanılması Alevi vatandaşlarımızı zor durumda bıraktı. Teklişerimiz arasında; "Caminin yanında cemevi de olsun" demiştik. Cemevleri, yasal bir statüye kavuşturulabilir.

Birbirimizden farkımız yok

<ı>Alevi gruplardan bazıları 17 Aralık öncesi Avrupa'da bu yönde lobicilik yaptılar...
Eğer, bazı Alevi vatandaşlar, Türkiye'yi, Avrupalılara şikâyet ediyorlarsa, ben onu yakışıksız bulurum. Bazı ekraddan arkadaşların Türkiye'yi Avrupa'ya şikâyet etmelerini yakışıksız bulduğum gibi. Türkiye'de, Türk'ü, Kürt'ü, Alevi'si, Sünni'si ile esas bir Türk toplumu var. Kendilerini Türk olarak hissediyorlarsa bence birbirimizden farkımız yok.

<ı>Diyanet'ten talep konusuna nasıl bakıyorsunuz?
Osmanlılar büyük ölçüde teferruata ait meselelerde Hanefi olduğundan, fıkıh olarak daha çok o gelişmiş. Fakat bu başkalarını yok etmeye rağmen olmamış. Cumhuriyet dönemiyle beraber Diyanet teşkilatı meydana getirilmiş. Pekala Aleviler Diyanet'in, devletin açtığı mekteplerde de okuyarak diyanette de vazife alabilirler. Kendilerine göre bir camileri varsa o camide imam olabilirler, cemevinde o dini törenleri idare edebilirler. Aleviler, eğer kendilerini bir mezhep olarak ortaya koyuyorlarsa, Türkiye'de, Nuseyri, Ermeni, Süryani, Rum, Musevi, Protestan, Babtis, Bahai, Vahhabi de var. Onlar da kendilerine göre bir statü talebinde bulunabilirler. Şayet bir tarikat gibi algılanıyorsa Alevilik, - Hacıbektaşı Veli hazretlerinin de yoluna yöntemine bir tarikat nazarıyla bakılıyor -tarikatlar da kendilerine göre özel bir statü isteyebilirler. Oysa ki onlar da yasaklanmış. Zannediyorum bu tür istekler bazı problemler getirir, Türkiye'de daha bir kargaşaya sebebiyet verir. Nitekim demokrasinin biraz yumuşak algılandığı dönemler oldu, - 28 Şubat hadisesinden daha önceki dönemde - hiç de bizim tasavvuf ve tarikat geleneğinde olmadığı halde bazı kimseler sokaklara döküldüler. Caddelerde zikir - fikir yapmaya başladılar ve ciddi sıkıntı oldu. Bunlar, din adına mahzurlu şeylerdi.

<ı>Aleviler devletten bir şey istememeli mi?
Devlet cemevlerine bir şey demiyor. Cemlerini, semahlarını televizyonlarda bile yapıyorlar. Ama Türkiye'de hâlâ kitap okunuyor, zikir fikir yapılıyor diye basılan evler var. 40 - 50 yıllık tarihte cem yapıldığı için basılan ev yoktur. Ama ötekiler için açılan dava sayısı iki bindir. Cemden, semahtan dolayı tek dava açılmamıştır. Alevilere daha müsamahalı davranıldı.

Türkiye'yi yıkamazlar

<ı>Faili meçhul cinayetler olabileceği yönündeki endişeniz sürüyor mu?
Kısmen. Bu türlü hesapları olan kimseler hiçbir zaman tamamen vazgeçmezler. O kanaatimi devamlı koruyorum. Türkiye'nin derlenip toparlanıp güçlü bir devlet olmasını, hem içte hem de dışta istemeyen bazı kimseler vardır. Türkiye'yi onlar da yıkamazlar.

<ı>İçeridekileri biraz netleştirir misiniz?
Belki onun ibhamı ve itlakı (açmayıp genel bırakmak) daha önemli bir şey. Her zaman Türkiye'de gizli işler, çeviren insanlar vardır. Sağımızda solumuzda devletçikler şeklinde oluşumların temelinde bile içimizdeki bazı kimselerin dahli vardır. Her kesimde vardır, Türkiye'yi çekemeyenler, hazmedemeyenler.
Daha fazlasını ifade etmeye gerek yok. Bir cemiyyatı sırriye sözü bile bazılarını rahatsız etti. İnsan görüyor ve hayret ediyor.
Niçin muhtemel bir kısım endişelere karşı mülahazalarınızı arz etmenizi, bazı kimseler kendine çekiyorlar? Sen cemiyyatı sırriye insanı değilsin ki, niye rahatsız oluyorsun. Devlet söylüyor, emniyet söylüyor, mahkemelerde ortaya çıkıyor, her zaman gizli bir kısım organizasyonlar olmuştur. Ama bunlar çeşit çeşittir, kimisi hortumlamayla alakalıdır, kimisi kanlı katilleri organize eder.
Görüyorsunuz son zamanlarda basit hırsızlık, çocuk hırsızlığı diyebileceğimiz şu kapkaç olayları ile ilgili bile neler çıktı ortaya. Bir kaymakama şantaj yapmaya kadar vardı. Şimdi bunları görüp duruyorken, sen hâlâ bir kısım gizli organizasyonlar, cemiyetler yok diyorsan, senin başka bir problemin var demek.

Ruhban okulu açılsın

Gülen; "Türk terbiyesi, Türk kültürü ile yetişmiş Ortodoks papazların dünyanın değişik yerlerine gönderilmesi Türkiye'nin aleyhinde değil, lehinde olur" dedi


<ı>Fethullah Gülen'le 11 gün - 4
<ı>MEHMET GÜNDEM

İzlenim
Fethullah Gülen, çok az yemek yiyor. Kahvaltıda bir fincan süt ve yanında 3 - 5 peksimet... Kahvaltı ve akşam yemeğini odasında yiyor. Doktorlar yasakladığı halde, son Ramazan'ı oruçlu geçirmiş.
"Benim gibi hastalıkları olan birisine ben de 'sen oruç tutma' der, tutmaması nı tavsiye ederim. Ama kendime onu diyemem" diyor. Öğlen yemeklerini sağlığı elverdikçe birlikte yiyorlar. Mutfaktan yemeğini kendisi alıyor, masadaki yeri belli, oraya oturuyor. Masanın öteki sakinleri içinse servis yapılıyor.
Gülen, misafirlerinin yemeklerine, önlerinde bir eksik olup olmadığına çok dikkat ediyor. Yemekten sonra düzenli olarak çay servisi yapılıyor. Çayın yerini zaman zaman Türk kahvesi alıyor. Gülen, 2 - 3 bardak çayı hurma ve birkaç badem eşliğinde içiyor.
Burada yemekler kalori hesabına göre yapılıyor. Öğle yemeğinde iki, akşam sadece bir çeşit yemek yeniyor.

<ı>Ruhban okulu ve ekümeniklik konularına bakışınız nedir?
Mesele, devlet politikası içinde ele alındığından söylenecek her söz bazı yorumlara tabi tutulabilir. Patrikhane zaten açık. Patrik'le defaatla görüştüm. İlk görüşmeye giderken, yukarıdaki insanları da haberdar ettik. Karşı tarafın mülahazalarını bildiğim için, "bizim mülahazamız ne olmalı" diye sorduk. Burada detayına girmeyeceğim... "Ekümenik" (evrensel patrik), patrikhane var olduğu günden beri başında bulunan insana verilen bir ad. Onlar da o adı ve unvanı normal olarak kullanıyorlar. Başına buyruk... Öyle şeyler söylüyor ki... Amerika büyükelçiliği de o istikamette ona yaklaşıyor... Meseleyi bu şekilde algılama ve tavır alma yerine, neye binaen böyle diyorlar, önce ona bakmak lazım. Siz onlara ekümen denmesini kabul etmeyebilirsiniz, ama onlar kendi aralarında eskiden beri kullanıyorlar. Mesela, Türkiye'de Hoca efendi, vaiz efendi, müftü efendi diye de bir şey yok. Fakat halk alıştığı için söylemeye devam ediyor. Hiç talip değilim ama, insanımız benim için de öyle diyor. Zannediyorum, meselenin bu yanına da bakılmalıydı.

<ı>Patriğin niyeti nedir?
Kendisini dinlediğim kadarıyla talebi şu olmuştu: Ben Türk vatandaşıyım. Bana bu imkân verilsin, Ruhban okulu açılsın. Dünyanın değişik yerlerine göndereceğim kimseleri, Türkiye'de yetiştirip gönderelim... Bunları devlet başkanlarından bir tanesine arz ettiğimde, "çok zeki bir adam" dedi, farklı mülahazaları olabilir. O halde siz zekâya zekâ ile karşılık verin. Türkiye'de, Türk kültürü ile yetişmiş Ortodoks papazların dünyanın değişik yerlerine gönderilmesi Türkiye'nin lehinde olur. Fatih döneminden başlamış ve günümüze kadar gelmiş bir meseleyi problem yapmama adına çözüm buysa, keşke ben söylediğim için karşı çıkılmasa. Ben milletimizin on ferdiyle bile bölünmesine katiyen taraftar olamam, müsaade edemem. Bunlar ayrı mesele, fakat o işin Türkiye'ye getirisini - götürüsünü hesap etmek lazım. Hissi olarak tavır almak, meseleyi düşmanlığa bağlamak, olgun, oturmuş, mükemmel bir geçmişi olan Türk milletine pek yakışmıyor. Eğer onlar da Türkiye'yi AB'ye şikâyet ettiler, ekümenik meselesini dayatın dedilerse, bu da onlar adına yakışıksız düşer. Bence sorunlarını iktidar mensuplarıyla oturup görüşmeliler.

<ı>ABD'de olmanız eleştiriliyor ve Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Kuzey Afrika, Yeşil Kuşak teorisiyle ilintili değerlendirmelere neden oluyor. "Neden Almanya veya Fransa değil" sorusu sorulduğu gibi, Sizi Suudi Arabistan'a veya İran'a yakıştıranlar da, "Madem çok Müslüman, neden oralarda kalmıyor da Amerika'da yaşıyor" diyor. Neden Amerika?
Amerika'ya gelişimin öncesi var. 1997'de anjiyo için gelmiş ve 2 - 3 ay kalıp dönmüştüm. Hatta o zaman Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel referans olmuş, Cleveland'da bulunan Dr. Murat Bey'i aramıştı. Sağ olsun, alakadar oldu, yol gösterdi, ameliyat üzerinde ısrarla durdu. O zaman da, 'niye Amerika, niye orada kalı yor, kaçtı' gibi şeyler söylendi. Oysa buraya geldiğimde - kalbimden dolayı - üzerimdeki yorganı kaldıramayacak kadar halsizdim. Doktorların tavsiye ettiği ilaçları kullanı yordum. Bant üzerinde ve açık havada yürüyüşlere devam ediyordum. Ama durumum zordu. Bu seferki gelişim de yine aynı hastalıkla alakalı oldu. Mayo Kliniği'nde Kırım Türklerinden Dr. Sait Bey vardı. Türkiye'ye geldiğinde halimi gördü, ısrarla buraya gelmemi söyledi. Bu davet Almanya'dan olsaydı, Almanya'ya giderdim. Amerika'ya geldim, tedavi başladı, 1 - 2 ay sonra Türkiye'de o komplo fırtınası koptu. Kalakaldım burada. Gideyim dedim, doktorlar izin vermedi. 'Kendini büyük tehlikeye atıyorsun' dediler. Bu mevzuda dünya kadar rapor var. Sağlık durumum ortada. Niye kaçayım, kaçacak neyim var benim?

Şubat Soğuğu Türkiye gibi

<ı>STV'deki Şubat Soğuğu'nu seyrediyor musunuz?
Seyretmeye çalışıyorum. Arkadaşların intikal ettirdiğine göre Kurtlar Vadisi de varmış. Yapım bakımından seviyeliymiş. Belki mantıki bazı boşluklar olabilir ama, Şubat Soğuğu'nda kurgular güzel geliyor bana. Türkiye'nin halihazırdaki durumunu, açık kapalı, organizasyonlarını düşündürüyor. Bence rical-i devletin seyretmesi lazım bu tür yapımları. İşin arkasında, perde arkasında neler olduğunu daha iyi görmelerine yardım edebilir.

<ı>Dizinin kahramanı Tahir Mutlu'da kendinizi gördüğünüz oluyor mu?
O büyük hadiselerle yaka paça olan bir adam. Öyle küçük insanlara ondan düşen şeyler neler olur, o kadarıyla belki bir benzerlik yakalayanlar olabilir.

Amerika ciddi bir açmazda

<ı>"Bir ayağı Amerika'da, bir ayağı Suudi Arabistan'da" deniyor.
Suudi Arabistan'a en son 1986'da hac için gitmiştim. 20 yıldır gitmedim. Bir ayağı Suudi Arabistan'da diyenler, eğer gitseydim, o zaman daha farklı yorumlar getirecek, iki ayağı da orda falan diyeceklerdi. Belki başka türlü sorgulamalar olacaktı. İran, daha büyük problem olurdu. İran'la, işin doğrusu münasebetim olmadı. Menşei Türkiye olan eğitim, kültür, hoşgörü faaliyetleri mevzuunda, müşterek bazı şeyler yapalım teklifine de sıcak bakmadılar.
Bana ve beraberimde birkaç arkadaşın oraya gitmesine sıcak bakacaklarına ihtimal vermiyorum. Öyle bir düşüncemiz de hiç olmadı. İran'a gitseydim, şimdi çeşit çeşit yorum yapanlar, o zaman da; "Batı'nın oradaki eli ayağı, gözü kulağı" diyeceklerdi. Kalp bozuk olunca, kendi hayallerinde sizi bir yere oturtunca, bir şeyle bağlayınca sizi, ne yaparsanız yapın yine öyle şeyler diyecekler. Ağızlarını kapamak diye bir vazifemiz de yok. Düşünce ve fikir hürriyeti var. Eğer öyle bir kısıtlama varsa onu sadece bize uyguluyorlar ve o da yeter.

<ı>11 Eylül'le ABD'nin içine girdiği süreci, siyasi anlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?
11 Eylül'e ve sonraki sürece, ne Amerikalılar ne de başkaları gibi bakma mecburiyetinde değilim. Kuleler yıkıldı, başka yerlerde başka hadiseler meydana geldi. Onları, bu tür hadiselerin, ABD'nin alacağı tavrı hesap eden başkaları da, planlamış, yapmış olabilirler. Arkasında belki de daha evvel bir parçası Afganistan'da, daha sonra Irak'ta gerçekleşen hadiseleri planlamış olan insanlar vardır. Birileri bu meseleyi planladılarsa bunu iyi planladılar, turnayı gözünden vurdular. Korkunç, dünya çapında hadiselere sebebiyet verecek bir şeyi tetiklediler.
Bazı yerlerde hâlâ çözülmeyen problemlere sebebiyet verdi. Problem çözelim derken usulünce çözülüyor mu, usulünce üzerine gidiliyor mu, her zaman sorgulanabilir. Şurası muhakkak ki, yeni yeni problemler doğuyor.
Mesela Irak'ın toprak bütünlüğü parçalanma kertesine geldi. Önlenebilir miydi? Türkiye'nin ağırlığını koyması yeter miydi? Bölge ülkelerinin tavır belirlemeleri ne ifade eder? Yoksa bu mesele böyle mi gider? Bu ise Ortadoğu'yu ciddi bir tehlikeye atıyor. Sıra başka ülkelere de gelir. Başta, bu işi planlayanlar o meseleyi bahane ettiler.
Nasıl olduysa oldu, şimdi Amerika ciddi bir açmazla karşı karşıya.

ABD birçok yanlış yaptı

<ı>Sizce Amerika nerede yanlış yaptı?
Birçok yerde yanlış yapıldı. Teşebbüs edecekleri zaman, bize yakın birkaç Türk akademisyene dedik; "Keşke yapmasanız desek, Irak'ın toprak bütünlüğünün bölünmemesi hususunda mülahazalarımızı yazsak ulaştırabilir miyiz?" Dediler ki; "Şu anda meseleleri bu şekilde anlayacak hissiyata sahip değiller. Kararlılar. Kendilerine verilen bilgiye çok inanmış bir halleri var."
Sonra görüldü ki CIA, iyi rapor vermemiş. Demek ki bünyede öyle olmasını isteyen bazı kimseler var. Herhalde onlar yanlış bilgiler verdiler. Koskocaman bir devlet, Vietnam'da olduğu gibi maceraya girdi. Her ne kadar; "başarılı oluyoruz, demokrasiyi gerçekleştireceğiz" deseler de şimdilerde Irak'ın kaderine hâkim olunamadığını söylüyorlar. Hatta şu anda nasıl geriye dönülür, onu da kestiremiyorlar. Bazı grupları birbirine vurdurup hakemliklerini pekiştirerek mi kalsalar, yoksa geriye çekilseler mi, ya da daha ılımlı Müslümanları öne çıkarıp diğerlerinin burnunu kırsalar mı gibi, hem itibarlarını kurtarmayı, hem beklentilerini gerçekleştirmeyi düşünüyorlar.

Türkiye fark etmeli

<ı>Amerikalılara operasyon öncesi, ulaşabilseydiniz ne diyecektiniz?
Amerika bugün dünya muvazenesinde önemli bir devlet. Şimdiye kadar da demokrasisi ile tanınıyordu. Kredisini burada ucuza harcamamalıydı. Fakat o kredi ucuza gitti. İtibar kaybına uğradılar. Bundan sonra kaba kuvvetle bir şey tutsalar bile, aklıselim iki adım geriye çekilmeyi gerektirir. Kaba kuvvetin kullanıldığı yerde muhakeme tam işlemez. Beyin fırtınaları yaşanmalı, alternatif çözümler düşünülmeliydi. Irak'ın huzuru, toprak bütünlüğü bozulmamalıydı. Bölgede dengeler altüst oldu. Böyle giderse bütün bölge daha da karışacak. Orada muvazene unsuru olan Türkiye'nin rağmına, başkalarının hesabına dengeler değişti. İranlılar, fiiileri de yanlarına alarak öne çıkacaklar.

<ı>Türkiye bu dengenin bilincinde mi?
Tam olarak fark ettiği kanaatinde değilim. Çünkü Yemen'de Zeydiler vardır. Hz. Ali yanları vardır onların. Bütün Ortadoğu'da, ta Yemen'e, Afrika'nın içlerine uzanacak şekilde dengeler altüst oluyor. Türkiye bunu fark etmeli.

Irak, Everest Tepesi gibidir

<ı>Irak'ın önemi nedir?
Türkiye'den sonra Irak bir Everest Tepesi gibidir. Oradan bakılınca Asya stepleri ayağının altına gelir. Bir gökkubbe gibidir. Hülagü Han'ın otağını orada kurması beyhude değildir. Abbasiler de ikinci asırdan, Hilafeti Yavuz'a devredecekleri ana kadar oradaydı. Zengiler, Selçuklular, İlhanlılar, Karahanlılar, Eyyubiler o bölgenin önemini kavradı. Doğu'yu, Uzakdoğu'yu kontrol etme oradan olur. Bugün de, hem bölgeyi hem de Uzakdoğu'yu kontrol altına alma mülahazaları var. Umdukları gibi çıkmadı halihazırdaki sonuç. Saddam'ın o eşedd-i zülum diktatoryasına rağmen orada Sünniler böyle bir şeyi istemiyorlardı. Keşke mesele sadece Saddam'ı devirmeye matuf olsaydı. Halkın içinden Sünni, Şii, Kürt ve Türkmen bir araya getirilerek o birlik korunsaydı. Öyle yumuşak bir idareyle, itibarı haleldar olmazdı, gerçekten de demokrasi havarisi gibi Ortadoğu'da tanınır ve sempati kazanırdı. Çok yönlü hatalar yapıldı. Artık bu işin hüsnüniyetle olduğunu bölge insanına anlatmak çok zor.

İran devrimi zararlı oldu

Gülen, "İran, en ücra köşelerde camiler, okullar, merkezler açtı. Türkiye'nin müteşebbislerinin açtığı alternatif olabilecek okullar, Türkiye'nin içindeki bazı kimseler tarafından istenmedi. Keşke Türk devleti bunu görseydi" diyor


<ı>Fethullah Gülen'le 11 gün - 5
<ı>MEHMET GÜNDEM

İzlenim
Para almayan doktora hediye
Fethullah Gülen'le, göz doktoruna gitmek için evden çıktık. Hava soğuktu ve kar atıştırıyordu. Gülen, arabanın ön koltuğunda oturdu. Gideceğimiz yer Philadelphia, yaklaşık bir buçuk saat sürdü. Arabanın içindeki sohbetin havası çok farklıydı. Türkiye özleminden, Türkiye'ye dönünce ilk neler yapacağından bahsetti. Gülen'i, arabada, hastanede, ameliyata giren doktoru beklerken, göz hastanesinin onuncu katından dışarıya bakarken, muayene olurken görüntüledik. Gülen, doktoru beklerken ikindi namazını hastanenin 8. katındaki meditasyon odasında kıldı. Göz hastanesine Gülen üçüncü kez geliyor. Muayene bitiminde Gülen, "Doktor yine para almadı. Bu üçüncü oluyor" dedi. Doktor, "Ben din adamlarından para almam" demiş. Gülen de doktora her defasında bir hediye götürmüş.

<ı>Ortadoğu'da devam eden süreçte İslam Konferansı Örgütü ne yapmalı?
İslam Konferansı'nın başkanı, Ekmelettin Bey gibi samimi bir insan. Bu durum değerlendirilerek ciddi bir konferans teşkil edilebilir. Bölgede parçalanmaya meydan vermemek için BM'ye seslerini duyurabilir, Amerika'ya da yanlışlardan dönmeye çağıran, sulh ifade eden bir nota gönderebilirler.

<ı>Türkiye, askeri gücüyle etkili olamaz mı?
Askeri gücümüz her zaman takdire şayandır, fakat Türkiye'ye çok iş düşüyor. O mesele kuvvetle çözülemez. Türkiye oraya asker güç olarak girerse, değişik unsurları rahatsız etmiş, Ortadoğu insanını da karşısına almış olur. Bu ise, Türkiye'nin sahip olduğu ve benim büyük bir sermaye olarak gördüğüm, "şuuraltı müktesebatını ve kredisini" yıkabilir. Oysa bu sermaye yıkılmamalı, Türkiye gelecekte Ortadoğu'nun kendisine çekidüzen vermesi için bunu kullanmalı.

<ı>Amerika'nın geliştirdiği Büyük Ortadoğu Projesi'ni (BOP) perspektif olarak nasıl buluyorsunuz?
BOP ile bir kısım olumlu şeyler düşünmüş olabilirler. Fakat Ortadoğu'da birçok devlet gibi, Türkiye'nin çıkarları ve geleceği de var. BOP olacaksa, stratejik ortak olarak Türkiye'nin mütalaalarının da alınması lazımdı. Acaba Türkiye'nin projesi nedir? Böyle bir plan var ve başından itibaren işin içinde yoksak, o planın kurallarını başkası koymuş, o oyunu başkaları planlamış demektir. Dolayısıyla planın içinde kullandıkları figürler de başkalarına ait olacaktır.

<ı>Türkiye, BOP'un neresinde yer almalı?
BOP lazım mı, değil mi? Biz buna inanıyor muyuz? Eğer inanıyorsak Türkiye dünya muvazenesindeki yerinin paha biçilemez olduğunu Rusya'ya, Avrupa Birliği'ne ve Çin'e karşı da iyice ortaya koymalı. Büyük bir Ortadoğu olacaksa, bunun ancak Türkiye'nin ağırlığı ile olabileceği iyi anlatılmalı. BOP ciddi bir proje ise ve gerçekten demokrasi getirmek gibi bir hüsnüniyet taşıyorsa bile, Türkiye temkinli davranarak plana katılmaya bakmalı, kendi çıkarlarını gözetmeli, niyetleri, oyunun kurallarını ve detaylarını öğrenmeli; Ortadoğu'daki diğer ülkelere de bu mesele mal edilmeli. Şayet projeye tamamen kapanırsa oyun aleyhte neticelenir, çıkarlarımızı koruyamayız.

<ı>Uzun süre diktatörlük altında yaşamış Ortadoğu'nun halkları, kendi iç talepleriyle demokrasiye geçebilir mi, böyle bir değişim seziliyor mu?
Seziliyor gibi. Fikir, vicdan, kendini ifade etme, çalışma gibi konularda hürriyet talepleri var. Seçme - seçilme gibi şeylerden dolayı, yarım da olsa demokrasiye geçmiş sayıyorlar kendilerini. Zamanla daha iyi bir noktaya ulaşırlar. Şayet Avrupa'daki bazı devletler gibi ileri seviyede bir demokrasi hedefleniyorsa, bu mülahaza birdenbire gerçekleşmez.
Türkiye bir dönemde demokrasiye hangi yollarla geçtiyse, onlar da geçebilirler. Bizde nasıl oldu, milletin psikolojisi nasıldı, ma'şerî vicdan nasıl karar verdi, onu tam bilemeyeceğim ama dayatmalarla iş yapılırsa hata edilmiş olur.
Bir düşünce, bir mülahaza çok iyi de olsa milletin kendi içinden çıkmalıdır. Aksi takdirde başka yolları kapayarak, o yolu açmak, yine farklı bir diktatörlüğün devamı gibi anlaşılıyor ve tepkilere sebep oluyor. Aslında, demokratik haklardan istifade etme mülahazası var, fakat o nimetin nasıl elde edilebileceği bilinemiyor. Bazıları radikal yollarla, bazıları iktidara talip olmakla meseleyi çözmeye çalışıyor. Problemi insanda çözmek suretiyle meseleyi çözeceklerine inananlarsa çok az.

<ı>Türkiye örneği model olur mu?
Bizim demokrasiye geçişimiz yarım asır önce oldu. Buna rağmen hâlâ çatlak ve kırıklarımızı tamirle meşgulüz. Bunlar göz ardı edilemeyecek beşeri realitelerdir. Ortadoğu'da da motivasyon kolay olmayacaktır. Ama ben şuna inanıyorum; demokrasi ile beraber gelen nimetler, sistemden daha önemlidir. Belki diktatörler kendilerini koruma adına, büyük güçlerle karşı karşıya gelmemek, kendi halklarıyla savaşmamak için taviz vere vere, bir kısım haklar ve hürriyetlere zemin hazırlamış olacaklardır.
Düşünce hürriyeti, vicdan hürriyeti, insanın kendini ifade etme hürriyeti, çalışma hürriyeti, belki bir manada ferde saygılı liberalizm... Zamanla gelişecektir. Bir gün gelecek, halk kendi istediğini de seçecektir. Şu anda tam olarak demokrasiye karar vermişlik görülmüyor ama öyle bir sürece girilmiştir.

Alternatif okullarımızı bazı kimseler istemedi

<ı>İran, birçok İslamî hareket için bir dönem, model ya da ilham kaynağı oldu. Sizin için İran devriminin karşılığı nedir? Türkiye, İran olabilir mi?
Bütün devrimler gibi İran devrimi de ihraç edilmek istenmiştir. Dini yönü olduğundan dolayı da -Sünni olsalar bile- Türkiye'deki dindar bazı insanlardan sempatiyle bakanlar, İran'ın yabancı misyon şeşeriyle irtibata geçenler ve oraya gidip okullarında eğitim görenler olmuştur. Yani bir nevi örnek oldu. Orijinal olmasının da bunda etkisi vardı. Daha evvel bu orijinaliteyi Vahhabiler değerlendiriyordu. Bu bakımdan tesiri olmadı denilemez, Mısır'a, Kanada'ya kadar sıçrayan tesirler vardı ve bu tesirler sertlikler ihtiva ediyordu. Devlet imkânlarını kullanarak Uzakdoğu'nun en ücra köşelerinde camiler, okullar, İslam merkezleri açtılar. Oysa, Türkiye'nin kendi müteşebbis insanları tarafından açılan ve bir alternatif olabilecek okullar, kültür lokalleri, Türkiye'nin içindeki bazı kimseler tarafından istenmedi. Keşke Türk devleti bunu görseydi. Niçin alternatif olarak o bölgelerde de siz olmuyorsunuz, olamıyorsunuz? Bunu anlamakta zorlanıyorum ben. Bazı kimseler demek ki hiç düşünmüyorlar, sadece bütün meselelerini düşmanlığa, kine, nefrete bina etmişler.

Sadece parayla lobicilik olmaz

<ı>İran, rejim ihracında başarılı oldu mu?
İran, rejim ihraç ederek çevreden destek bulmak istedi. Belki Taliban da aynı hülyalara kapıldı. Türk okullarını kapatırken, "Bu yol değil. Mesele bizim davrandığımız gibi halledilir" diyorlardı. Dar düşünceli, idareyle her meselenin halledileceğini zanneden, insanlığın probleminin ne olduğunu bilmeden ezbere konuşan kişiler bunlar. İran, bir yönüyle yeni bir şeyleri ifade ediyor ve bunları ihraç etmeye çalışyordu. Çabaları karşılığını bulmadı denilemez. 1992 yılında Avustralya'ya gitmiştim, o sene İran'ın devlet olarak 100 tane doktora talebesi gönderdiğini duydum. Kendi parasıyla her yere bu kadar insan gönderdiyse bunu düşünmek lazım. Türkiye de aynı şeyleri yapabilir, kendi felsefesi ve kültürüyle yetiştirdiği insanları dünyanın değişik yerlerine göndererek kendisini ifade edebilirdi. Lobi yapılacaksa eğer, bu ülkenin çıkarlarına inanmış kendi insanını göndererek yapılabilirdi. Lobi yapanlar, sadece elçiler, konsoloslar ve ataşelerle yetinmediler.

Humeyni krediyi harcadı

<ı>İran'daki İslamî hareketin, Müslümanlara fayda ya da zararı ne oldu?
Cami kürsülerinden de söyledim: Bir müçtehit gibi kabul edilen Ayetullahlar, tevil ve yoruma açık, teferruat sayılabilecek meselelerde sun'i uçurumları bertaraf ederek, Sünni dünya ile yakınlaşma sağlayabilirlerdi. Bunlar aynı zamanda yersiz bir kısım münaferetleri bertaraf eder, o ülke ile daha iyi münasebetler geliştirilebilirdi. Devrim sonrasında Humeyni çok büyük bir kredi elde etmişti. Abartıldı belki de. Arapların çıkardığı "el - Müçtema" adlı dergide, doğum yılı münasebetiyle kaleme alınmış bir yazı okudum. Yazar, başlattığı bir hareketi başarıyla tamamlamış olması bakımından Humeyni'yi öyle bir yere koyuyordu ki, kendisine böyle bakılan bir insan o krediyle teferruata ait pek çok problemi çözebilirdi... Fakat yapılmadı.

Sünni dünyayla barışsın isterdim

<ı>Humeyni, Sünni dünya ile barış fırsatını elinin tersiyle mi itti?
Ben, Sünni dünyayla bir barışmaya gitsin derdim. Kendi ülkelerinde inkılap yapmış olabilirler, bir şey diyemezsiniz; İslam adına hareket etmeleri kötü oldu. Hadiseler öyle sevimsizce cereyan etti ki, dünyanın dört bir yanında Müslümanlığa karşı bir nefret uyandı. Hüsnüniyetle dine hizmet eden kimselerin hareket ve faaliyet alanlarının daralmasına sebebiyet verdiler. Şimdi dünyanın neresinde din ve diyanet adına bir ses yükselse, bize ferdî planda, ailevi planda dinimizi yaşama imkânı verin dense problem oluyor. Kaldı ki, İslam dininin sosyal hayatı alakadar eden yanları da vardır ve bunlar çok güzel şeylerdir; bunlar aynı zamanda devleti, devletin kurallarını da rahatsız etmez. Ama, bir taraftan fırsat kollayanlar, diğer taraftan da gerçekten devletin yapısıyla alakalı endişe taşıyanlar, -sadece bizde değil- en küçük İslamî kıpırdanışa ikinci İran nazarıyla bakmaya başladılar. Tabii o hareketin içinde bulunan insanlara da mollalar demeye başladılar, belki bazılarına Humeynilik yakıştırdılar.
İran'daki hareketin halkına faydası ne oldu bilemem, ama diğer Müslümanları töhmet altında bıraktılar. fiimdi bütün Müslümanlar, "Acaba böyle bir emelleri var mı?" diye tüm dünyada mercek altına alınır oldu. 11 Eylül'le vehim daha da gelişti. Paranoya yaşanıyor. Müslümanlık adına İran'daki hareket zararlı olmuştur...

Zana ve arkadaşları özür dilemelidir

Fethullah Gülen, Leyla Zana ve arkadaşlarının ilanıyla ilgili olarak, 'Kanaatimce, ilanda dile getirilen istekler saygısızca olmuştur' dedi


<ı>Fethullah Gülen'le 11 gün - 6
<ı>MEHMET GÜNDEM

İzlenim
İki kat arasındaki koltuk
GÜLEN'in kaldığı evin orta katında bir koltuk var. İlk etapta küçük bir odada yalnız başına duruyor izlenimini veriyor. Halbuki burası bir oda değil. İki kat arasında merdivenlerin önündeki boşluk. Aşağıya doğru inen 14 basamak sizi mutfak ve yemek salonuna götürüyor. Yukarıya doğru çıkan diğer 14 basamak ise oturma salonuna ve Gülen'in odasına götürüyor. Gülen, öğle yemeğinde arkadaşlarıyla birlikte olmak için, üst kattan başlayarak iki katı duraksamadan iniyor. Fakat yemekten sonra yukarı çıkarken, işte o koltuk işe yarıyor. Gülen, bir kat (14 merdiven) çıkıyor, koltukta 10 dakikaya yakın dinleniyor. Ardından bir kat daha çıkıyor.

<ı>Sizin için geçmişte Turancı, Neo-Osmanlıcı, Milliyetçi, Devletçi denildi. Şimdi ABD yandaşı, CIA ajanı, Kardinal diyenler de oldu. Bu tür ifadeler sizi nasıl etkiliyor?
Ben her zaman milletimin yanında oldum. Gönlümü dolduran şeyler belli olduğu gibi, duruşum da çok nettir. İnsan kendisinin farkında olsa da, o türlü sevimsiz yakıştırmalar onuruna dokunuyor tabii. Granit gibi, ya da küre-i arz gibi olunsa bile, üzerinde zıplanınca ihtizazlar (titreşimler) meydana gelir insanın. Sabretsem de, yâ Sabûr desem de insanım ben; bu tür sözler sarsmıyor diyemem.
Fakat, hakkımda dillendirilen o zalimce mülahaza ve düşünceleri vasıta kılmak suretiyle, muslukların altına girmiş gibi arınabileceğime inanarak teselli oluyorum. Sonra Kuran'a bakıyorum; Âlemlerin Rabbi hakkında ileri geri sarf edilen cahilce sözleri hatırlattıktan sonra, "Onların dediği bu şeylerden ötürü arz ve sema sarsılıp parçalanır" diyor.
Düşünmeye başlıyorum; Âlemin İftihar Tablosu'na 'O bir şairdir demişler; yetmemiş yok kâhindir demişler; o da yetmemiş İncil'in, Tevrat'ın kopyasını almış biridir' demişler. Bu asılsız çirkin sözler, çok aziz, çok onurlu yaratılmış o müstesna insanın ruhunda kim bilir nasıl yaralar açmıştır diyorum. Sonra kendime dönünce, 'Sen kim oluyorsun ki, hakkında söylenen asılsız sözleri çok görüyorsun' demekten başka bir şey kalmıyor. Ama işin doğrusu, o düşüncelerden sıyrılmak ve yeniden kendimi bulmak için bir hayli ameliyeye ihtiyaç hissediyorum.

<ı>Çevrenizdeki insanları bu konularda teskin etmekte zorlandığınız oldu mu?
Bana alaka duyanlar, bir dönemde talebelik yapmış, şimdi de o talebeliğin gereklerini yerine getiren arkadaşlar, uzaktan ve yakından tanıdığım dostlar, hizmet anlayışında benimle müttefik saydığım insanlardan oluşuyor. Bunlardan bazılarının isimlerini biliyorum, bazılarının da simalarını bir kere görmüşüm, ancak gördüğüm zaman hatırlıyorum.
Bu arkadaşlar, eğer hizmet anlayışının çok makul, çok mantıkî olduğuna inanmamış olsalardı dağıtılmaları mümkün olabilirdi belki. Halbuki onlar, en fırtınalı dönemde bile benim tesellime ihtiyaç duymayacak şekilde, hiç sarsılmadan, yerlerinde sapasağlam durdular. Hatta içlerinden beni teselli edenler oldu.
Hiç unutmam, o fırtınada kıymetli bir arkadaşımız geldi buraya, "Hocam, Bağdat Caddesi'nde yürüyordum, önümde iki genç kol kola gidiyorlardı. Yanlarından geçerken, kızcağızın erkeğe dert yandığını duydum:
"Biliyor musun, o hoşgörüyle tanıdığımız hoca var ya, ona öyle yakışıksız, öyle münasebetsiz şeyler söylediler ki, sabaha kadar uyuyamadık..." diyordu. Arkadaşımız, "Hocam, bilesin ki, senin için Türk toplumu böyle düşünüyor" dedi. Hasılı, benim arkadaşlarım, yerlerinde çelik gibi duruyorlar. Bana yakışıksız isnatlarda bulunanların hiddet ve şiddetine gelince, onların bu durumu karşısında 'İçtihat ediyor ve içtihatlarında hata ediyorlar' demekle yetiniyorum.

<ı>Yani...
Diyorum ki, hakkımda şöyle böyle olumsuz mütalaa arz edenler, kamu efkarıyla oynayanlar, aleyhte bir efkar-ı amme (kamuoyu) oluşturanlar, bunların bütünü samimiyetsiz olamaz.
Zannediyorum tavırlarımızı, yapılan şeyleri genel menatları (bir hükmün sebebini oluşturan gerekçe) nazar-ı itibara alarak Güncellenme Tarihi : 17.3.2016 10:59

İLGİLİ HABERLER

Onceki Sayfa
Sonraki Sayfa