Medya
  • 30.10.2002 11:01

MEHMET EMİN KARAMEHMET'TEN ŞOK AÇIKLAMALAR : " AYDIN DOĞAN AKŞAM GAZETESİ'Nİ ALMAK İSTEDİ, VERMEYİNCE SALDIRIYA GEÇTİ "

KAYNAK : Haber Vitrini ANKARA/Çukurova Grubu Başkanı, AKŞAM, GÜNEŞ ve SHOW TV'nin sahibi Mehmet Emin Karamehmet,Aydın Doğan ve Tuncay Özkan'ın transferiyle ilgili ilginç açıklamalar yaptı.Karamehmet, "Aydın Doğan, gazetelerime ortak olmak istediğini söyledi. Ortak yapmadık, kötü olduk. Şimdi, Doğan Grubu ağız dolusu lafla saldırıyor.Kanal D'den genel müdür olan kişi ayrıldı. Sayın Bayhan sanıyorum. Star TV'ye geçti. Ben Doğan Grubu'nu arayıp bir yardımımız olabilir mi, diye sordum. Bana sağol dediler. Sonra o akşam bizim televizyonun genel müdürünü transfer ettiler"şeklinde konuştu. 'Kaliteli ve Özgür medya oluşturacağız' Mehmet Emin Karamehmet: Aydın Doğan, gazetelerime ortak olmak istediğini söyledi. Ortak yapmadık, kötü olduk. Şimdi, Doğan Grubu ağız dolusu lafla saldırıyor 'Basın sektöründe kaliteli, özgür, halk için bilgi aktaran medyayı mutlaka oluşturacağız. Bu bizim için önemli. Önce Türkiye diyoruz. Türkiye yoksa biz de yokuz.' Çukurova Grubu Başkanı, AKŞAM, GÜNEŞ ve SHOW TV'nin sahibi Mehmet Emin Karamehmet, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Leyla Tavşanoğlu ile yaptığı söyleşinin son bölümünde medyadaki büyük hedeflerini anlattı. Siz daha önce Aydın Doğan'la aynı dağıtım şirketindeydiniz. O dağıtım şirketinden ayrılmanızdan sonra size bir saldırı başladı. Mesele sadece dağıtım mıydı, yoksa işin içinde başka işler de var mı? Aydın Bey bana gazetelerime ortak olmak istediğini söyledi. Ben de bunu kabul etmedim. 'Sen zarar ediyorsun, ama medyada devam ediyorsun, nereye gitsem karşıma çıkıyorsun' falan dedi. Siz Aydın Doğan'a, 'Medya bir gün gelir lazım olur, kullanırım' diye bir şey söylemişsiniz... İşte bu anlattığım görüşme sırasında yaşandı o hadise. Bana Akşam'a ortak olayım dedi. Ben de, 'Olmaz' dedim. 'Ne yapacaksın o gazeteyi' diye sordu. Ben de 'Lazım olur, kullanırız' dedim. O söz tamamen reklam olayıyla ilgili söylenmiş bir sözdür. Onu sanki medyayı silah gibi kullanma anlamında dile getiriyor, Aydın Doğan. Böyle bir anlam asla yoktur o cümlede. Akşam'a ortak yapsaydık, şimdi en iyi bizdik. Yapmadık, kötüyüz. Medyada dağıtım tamamen Aydın Bey'deydi. Milyonlarca dolar kazandı bizden. Oradan çıktık. Tekeli kırdık. Şimdi ağız dolusu lafla saldırıyorlar. Hukuku çiğniyorlar. Ama umurlarında mı? Her gün 80 bin insanın çalıştığı işyerlerinin batacağını söylüyorlar. Bankalara saldırıyorlar. Suç, ayıp, ama ne diyeceksiniz? Dağıtım tekelini kırdık Davalar açıyoruz. Dağıtım tekelinden sonra reklam konusundaki üstünlükleri de ortadan kalktı. Bunu da bizim yeni ortaklık yapılarımız oluşturdu. Dağıtımda Sabah Grubu var, Cumhuriyet var ve AkŞam da var. İstiyoruz ki Türk fikir üretiminin önündeki engeller kalksın. Bunun için dağıtım tekelini kırdık. Tekel olunca devleti yönetmeye heveslenenler çıkabiliyor. Şimdi herkes yerini, haddini, hududunu bilecek. Dağıtım işi bitti başladılar küfre. Ne hortumculuğum kaldı ne de diğerleri. Bir gün bunların tarih önünde muhasebesi yapılır elbette. Siz Aydın Doğan'la görüşüyor musunuz? Geçmişte görüşüyordum. Şu sıralarda pek zamanım olmadığından görüşme olanağı bulamıyorum. Doğan Grubu'ndan neden medya organlarınıza transferler yaptınız? Doğan Grubu'ndan biz bir tek şu an medya grubumuzun yöneticisi olan Tuncay Özkan'ı aramıza çağırdık. O geldikten sonra diğer arkadaşlarımızı çağırdı. O kadronun nerelerden geldiğini ben bilemiyorum. Bizim medya grubumuzun yeniden yapılanması, eksiklerinin giderilmesi ve yeni bir atağa kalkılması konusunda Tuncay Bey'le bir fikir birlikteliğimiz var. Kendisi gazeteci kimliğiyle, özgür ve bağımsız duruşuyla, yaptığı haberlerin gücüyle bilinen bir kişi. Hatta sizin gazetenizden, Cumhuriyet'ten yetişmiş bir gazeteci. Bakın Leyla Hanım, bu transfer işinde neler oldu: Kanal D'den genel müdür olan kişi ayrıldı. Sayın Bayhan sanıyorum. Star TV'ye geçti. Ben Doğan Grubu'nu arayıp bir yardımımız olabilir mi, diye sordum. Bana sağol dediler. Sonra o akşam bizim televizyonun genel müdürünü transfer ettiler. İsteseler biz gönderebilirdik. Ama anlayışları bu. Şimdi yaptıklarına bakın. Çıkarttıkları gürültüye bakın. Bankacılık sektöründe sorun büyüyor Ataşehir konusunu anlatır mısınız ... Evet, Ataşehir diye nitelediğimiz bölgeye ait arazinin büyük bir kısmına sahip olan şirketleri 1984 yılında Yapı Kredi Bankası, Kemal Ilıcak'tan borcuna karşılık aldı ve bu şirketlere ait hisselerin yüzde 70'ini 1985 yılında yüzde 12 hasılat paylaşımı ile Edes-Üstay ortaklığına devretti. Sonra devreye Anadolu Bankası girdi. Anadolu Bankası, Emlak Kredi ile birleşince Emlakbank projeyi sürdürdü. Ayrıntısı uzun sürer, birbirini izleyen ihtilaflar sonunda Yapı Kredi'nin hasılat paylaşımındaki oranı yüzde 6.42'ye kadar indi. Bugün bu arsa payı ile kim arsasını İstanbul'un göbeğinde müteahhide verir? Önceleri Ataşehir'de inşaatlar yapılıp daireler satıldıkça Yapı Kredi'nin payı ödeniyordu. Ancak kısa bir süre sonra ödemiyoruz dediler. Dava açtık. Kazandık. Ancak konu karmaşık ve tek dava ile çözemiyorsunuz. Bu projenin Yapı Kredi için anlamı en az 200 milyon dolar demektir. Bitmiş ve satılmış dairelerden olan alacaklarımız ile henüz inşaat yapılmamış olan arsanın üzerindeki haklarımızı gaspetmek için Ankara'daki bazı bürokratlar Emlak Bankası'nın tasfiye yasasına parantez içi hükümler eklettirip oldubittiler yaratmaya kalktılar. Ben devletim diyerek hakların gaspedilmesi, gaspedilmeye kalkılması, beni bir sade vatandaş olarak üzüyor, umutsuzluğa sevk ediyor. Size bir örnek daha vereceğim. Kasım 2000 krizinin hemen ardından aralık başında 4 büyük özel banka sahibi grubunun patronlarını, politikacılar Ankara'ya çağırdılar ve 'Devletin ihtiyacı var, TL karşılığı ödenmek üzere 1 milyar dolar Merkez Bankası'na satmanızı istiyoruz' dediler. Biz iki bankamızdan 385 milyon dolar verdik. Ancak kısa bir süre sonra devalüasyon oldu. Devlete destek olmak, inanmak ve güvenmek nedeniyle uğradığımız zararın boyutunu tahmin etmeyi size bırakıyorum. Turkcell'in halka arzı Deniyor ki grup olarak hep bankalardan borç aldınız. Bankalara sermaye koymadınız, bankaların sermaye yapısını güçlendirmek için çaba göstermediniz. Ne diyorsunuz? Daha geriye gitmek istemiyorum, ama 1994 krizinin ardından yaptığımız bazı sermaye güçlendirici işlemleri hatırlatmak istiyorum. 1994 krizinin ardından tamamını kontrol ettiğimiz İnterbank ve Çanakkale Çimento'ya ait hisselerimizin tümünü sattık. Ardından her biri iyi birer yatırım olan, deyim yerinde ise ailenin gümüşleri diyebileceğimiz Robert Bosch, Türk Henkel, Turyağ, Oyak-Renault gibi şirketlerdeki iştiraklerimizi elden çıkardık. Yapı Kredi'nin ikincil arzı ile bankadaki hisselerimizin bir kısmını uluslararası piyasalarda sattık. Bunlardan sağlanan 1 milyar dolar düzeyindeki kaynağın tamamını bankalarımızı güçlendirmek amacıyla kullandık. Bunlara ek olarak Temmuz 2000'de Turkcell'in halka arzından sağladığımız 660 milyon dolar kaynağın yarısını kredi geri ödemesi, yarısını ise sermaye yoluyla iki bankamıza koyduk. Ben bu süre içinde başka bir grubun dışarıdan yeni taze kaynak şeklinde hiçbir bankaya böylesine para koymadığı kanısındayım. Ayrıca Turkcell gibi bir değer yaratılırken bankalar daha ilk günden bu değerin ortağı haline getirilmişlerdir. Yaptıklarımız yeterli miydi? Türkiye'deki makroekonomik koşullar konulan özkaynakları bir değirmen gibi öğütüyor. Yakın tarihe kadar da özellikle vergi mevzuatı grupların yeniden yapılanmasına mani oluyordu. Eğer Pamukbank ve Yapı Kredi Bankası'nı birleştirme planımız onay görse idi belirli bir plan dahilinde varlık satışları ve stratejik ortaklar bulma yolu ile kaynak koymayı sürdürecek idik. Birleşik bankadaki hisselerimizin bir kısmını tekrar satacak, Turkcell'in bir kısmını sermaye piyasalarına arz edecek, elde ettiğimiz kaynakları bankaya koyacak idik. Batan geminin malları Bir de sizin dışınızdaki kısıtlamalar var. Mallarınızı en uygun zamanda en uygun koşullarda satmak istersiniz. Krizdeki bir Türkiye bu koşulların süratle ortadan kalktığı, bazı varlıklarda pazarın bütünüyle yok olduğu bir dönem yaşıyor. Varlıklarımızı 'batan geminin malları' anlayışı ile elimizden çıkarmanın, özellikle de yabancılara satmamızın ne bize ne ülkeye ne de bankalarımıza yararı var. Denetim otoritelerinin de böylesi dönemlerde ulusal varlıkların değerlerini korumada yardımcı olma sorumluluğunu göstermeleri gerektiğini düşünüyorum. Bu satışları piyasa koşullarından ayrı düşünemeyiz. Değer yaratmak için emek sarf etmeyenler için değerleri korumak bir anlam ifade etmiyor. Yapı Kredi Bankası kültür ve sanata çok önem veren bir banka. Bu kültür ve sanata destek sürecek mi? Yapı Kredi Bankası Türk bankacılığında bir ekolü temsil ediyor. Kazım Taşkent bankayı uzun yıllar yönetirken aynı zamanda bankaya diğer bankalardan farklı, onlarda olmayan bir 'şirket kültürü' tohumlarını attı ve bankayı bu anlayışla geliştirdi. Bu şirket kültürü biz bankayı aldıktan sonra da yaşamaya ve meyve vermeye devam etti. IMF politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ben IMF ile olan ilişki ve politikaları siyah/beyaz biçiminde görmemizin doğru olmadığı kanısındayım. Öncelikle IMF'nin bir sonuç olduğunda anlaşmalıyız. Politikacı ve bürokrasi 10 yılı aşkın bir süredir ödevini iyi yapmadığı için IMF ile birlikte yaşıyoruz. Bu arada belirtmem gereken IMF'nin bazı politikaları Maastricht kriterleri ile de uyuşan basit doğrular. Örneğin enflasyonun düşmesi, bütçe açıklarının azalması, dış dengenin sağlanması, yönetimin iyileşmesi. Niyet mektupları Ancak IMF ile yapılan anlaşmalar, yazılan niyet mektupları gereğinden fazla detay içeriyor; bu da IMF'ye Türkiye'nin yönetiminin ana ortağı izlenimini veriyor, IMF istiyor diye Türkiye'de gelişmiş bir ülkede çıkarılamayacak hukukun evrensel ilkelerine aykırı, kişi haklarına ve mülkiyet haklarına saygı göstermeyen, edinilmiş hakları silip atan yasalar çıkarıldı. IMF'ye vatandaşların hak arama yollarını kısıtlayacağız diye Anayasamız ile açıkça çelişen niyet mektupları yazıldı. Niyet mektupları, Anayasa'nın bile üstünde olan metinler haline geldiler. Ayrıca IMF ile IMF'nin ismini kullanan bürokrasi, politikayı ve politikacıyı ülke yönetiminin dışına itmeye çalışıyor ki ben bunun çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca IMF politikaları yazılırken ülkemizin koşulları dikkate alınmıyor ve bu koşullara uygun zamanlama da dahil gerekli düzeltmeler yapılmıyor. IMF sosyoekonomik olguları matematiksel bir denklem gibi görüyor. Bu ise gerek ekonomik gerekse sosyal açıdan yıkıcı sonuçlara yol açıyor. Politikaları uygulandığı hemen her ülkede başarısızlıkla sonuçlanan IMF'nin bu nedenle ülkemizde de başarılı bir sonuca ulaşma şansının son derece düşük olduğu kanısındayım. Sizce bankaya el konması doğru bir politika mı? Zararda olan bankalar için başka bir formül bulunamaz mıydı? Sorunlu hale gelen bankalara nasıl müdahale edileceği sadece ülkemizde değil bütün dünyada da tartışılıyor. Ülkemizde son 20 yılda sorunlu hale gelen bankalara devlet el koyarak sorunu çözeceğini sandı. Ancak sorun çözülemediği gibi büyüyerek sürdü. O zaman genelde sorun sadece münferit bankalardan kaynaklanmıyor. Yukarıda bankacılığı çerçeveleyen ortamı size söyledim. Demek ki sorun bir sistem sorunu. Bu da büyük ölçüde makroekonomik politikalardan kaynaklanıyor, bankacılık sistemi sistemik denilen bir sorunla karşı karşıya. O zaman münferit bankalara el koyarak sorunu çözemezsiniz. Bu yolun herkes için pahalı ve maliyetli bir yol olduğu önceden de bilinmesine rağmen ısrarla ve yanlış olarak bu politika sürdürüldü. El koyma gerekçesi Bu nedenle öncelikle bankacılık sisteminin karşı karşıya kaldığı bu genel sorunları çözmek gerekir. Ardından bankacılık sisteminin rehabilite edilmesini sağlayacak politikalar uygulanmalıydı. Bunu sağlayacak mevzuat çıkarılmış olmasına rağmen rehabilitasyon uygulanmadı. Bir de bankaya el konulma gerekçesi olan sermaye yeterlik rasyosu kriterlerine değinmek istiyorum. Yerli olsun yabancı olsun bankacılık uzmanları gelişmekte olan ülkelerde krizlerin ardından bir bankaya el konmada sermaye yeterlik rasyosunun doğru bir kriter olmadığında mutabıklar. Bu ülkelerde böylesi dönemlerde sermaye yeterlik rasyosunun hem düzeltilmesi gerektiğini hem de tek kriter olarak kullanılmaması gerektiğini söylüyorlar. Bu rasyonun bankacılık sisteminin kredi verme işlevlerini olumsuz etkilediğini, reel kesimde iflasları hızlandırarak üretim ve istihdam sorunlarını artırdığı belirtiliyor. Ülkemizde ise şaşmaz doğruymuş gibi sermaye yeterlik rasyosu tek kritermiş gibi kullanılıyor. Sizce bütün zarar eden bankalar fona alınıyor mu, yoksa bu tercihler yapılırken işin arkasında başka mülahazalar da var mı? Doğal olarak fona almak için zarar etmek tek başına yeterli değil. Zararın özkaynakları sermaye yeterlik rasyosunu belirlenen oranların altına düşürmesi halinde bu sonuç ortaya çıkıyor. Biliyorsunuz bankaların 2001 yıl sonu bilançoları önce iki denetimden geçti, ardından BDDK'da bu sonuçlar revize edildi. Doğal olarak her banka için en az üç tane ayrı sermaye rasyosu ortaya çıktı. Denetleyici otoritede bu revizyon yapılırken grubumuzun dışındaki bankalarda nasıl bir yol izlendi, hangi revizyonlar hangi nedenlerle yapıldı bilmiyorum. Burada denetleyici otoritenin adil ve kurallara, ilkelere uygun herkese aynı mesafede durarak bir değerlendirme yapmış olduğunu ummak istiyorum. Benimki sadece umut; uygulamanın böyle olup olmadığını söyleyecek bir veriye sahip değilim. Bu arada birkaç noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Birincisi, denetim firmalarına raporlarını hazırlarken sıklıkla Ankara'dan müdahale edildiği iddiaları ortalıkta dolaştı. İkincisi de bir büyük özel bankanın, gayrimenkullerini ve bazı iştiraklerini fahiş bedellerle bilançoya geçirdiği iddiaları basında yer aldı. Ancak kamuoyunu ikna etmenin tek yolu kanımca daha fazla şeffaf olmaktan geçiyor. Bunun için denetleyici otoritenin iki denetim raporundaki rasyoları, kendisinin yaptığı revizyonları ve nedenlerini, kendi bulduğu rasyoyu ilan etmeli. Ayrıca eğer enflasyon muhasebesi uygulanmamış olsaydı denetleyici otoritenin nihai rasyosunun her bankada ne olmuş olacağı da kamuoyunca bilinmesi gereken bir başka olgu. 'Gazetelerime müdahale etmiyorum' Tuncay Özkan'ı Ankara'da sorunlarınızın çözümünde kullanmak için göreve çağırdığınız söyleniyor; aldığı paralar konuşuluyor, Aydın Doğan'ın ve Fatih Altaylı'nın bunu ima eden demeçleri çıktı... Bu en önce Sayın Özkan'a karşı büyük haksızlık olmaz mı? Üç ay öncesine kadar Tuncay Özkan o grubun en üst düzey yöneticilerindendi. Sayın Doğan demeçlerinde gazeteciliğiyle övüyor Tuncay Özkan'ı, ondan sonra da bu tür şeyler söylemeye çalışılıyor ise, en azından ayıptır. Tuncay Özkan bana bu demeçlerden sonra 'Beni Doğan Grubu bu işlerde kullanabilmiş mi ki, size böyle bir çamur atıyorlar' dedi. Aydın Doğan ile çalışırken Tuncay Özkan'ın böyle bir görevi olmuşsa bunu Aydın Doğan bilir. Açıklasın. Çünkü bana göre Tuncay Özkan bu işlerde kullanılamayacak kadar gazeteci. Ona inanmadığı, istemediği, meslek ilkelerine aykırı bir işi yaptıracak patronun bulunduğuna ben inanmıyorum. Editoryal özgürlük Aydın Doğan da dahildir buna. Onu özgür, bağımsız, ilkeleri olan ve Türkiye'ye gazeteciliğiyle hizmet etmeye çalışan bir haberci olarak tanıdım ben. Ayrıca kendisiyle yaptığımız sözleşmede, Türkiye'de hiçbir basın mensubunun sözleşmesinde bulunmayan editoryal özgürlük maddesi vardır. Bunun lafı çok ediliyor, tıpkı yayımlanıp uygulanmayan meslek ilkeleri gibi. Ama uygulaması yoktu. Tuncay Özkan'ın isteğiyle bu sözleşmesine konuldu. Uygulamaya geçti. Meslek ilkeleri dışında hiçbir şey yaptırılamaz Tuncay Özkan'a. Ayrıca bizim hiçbir talebimiz yok kendisinden. Biz medya grubumuzu yönetmesini istedik. O da kabul etti, işini yapıyor. Rakiplerinin rahatsızlıkları bundan olsa gerek. Aldığı paranın her kuruşunun da vergisi ödendi. Bazıları kendileriyle karıştırmasınlar. Dönüp kendilerine baksınlar. Medyada amacınız daha büyümek mi? Yeni yayın organı projeleriniz var mı? Büyüme hedeflerimiz var. Yeni yayın organı oluşturma projelerimiz var. Bunlarla ilgileniyor Tuncay Özkan ve diğer arkadaşlarımız. Bu sektörde kaliteli, özgür, halk için bilgi aktaran medyayı mutlaka oluşturacağız. Bu bizim grup olarak endüstriyel gelişimimiz için de önemli. Önce Türkiye diyoruz. Türkiye yoksa biz de yokuz. Önce Türkiye'nin gelişimi için sağlıklı bilgi, doğru bilgi iletişimini kuracağız. Sonra gelişimimizi ve çeşitliliğimizi sürdüreceğiz. Son yıllarda gazeteler ve öbür medya organlarının sıklıkla tetikçilik yaptıkları eleştirileri yoğunluk kazanıyor. Siz bu eleştirilere katılıyor musunuz? Evet bu eleştirilere hak veriyorum. Üstelik bunun mağdurlarındanım. Bağımsız medya sistemi 3 Kasım seçimlerinden sonra medya sektöründe değişiklik olmasını bekliyor musunuz? Medyanın silah gibi kullanılması nedeniyle yeni iktidarların ve Parlamento'nun bazı düzenlemeler getireceğini tahmin ediyorum. Sorunları çözecek, kişilik haklarını koruyacak, serbest rekabet ve piyasa koşullarında ticareti güçlendirecek; kayırmacılıktan, ayrımcılıktan, tekelden uzak bir medya hukuk sistemine ihtiyaç var. Sansürcü, yasakçı anlayışları kaldırıp, özgürlükçü ve sorumluluğunu bilen, bağımsız medya sistemi yaratılmasını destekliyoruz. R. Tayyip Erdoğan'la Halis Toprak'ın Bozüyük'teki evinde neden buluştunuz? Neler konuştunuz? Gerçi Halis Toprak verdiği ilanlarla bunu kamuoyuna açıkladı, ama bu buluşmanın amacı ve orada konuşulanları kamuoyu bir de sizden öğrenmek istiyor... Mustafa Süzer bana Halis Toprak'ın Bozüyük'teki tesislerini gelip görmemden çok memnun olacağı yönündeki dileklerini iletti. Bozüyük'e helikopterle gidileceğini ve ayrıca öğle yemeğine Tayyip Erdoğan'ın gelme olasılığı olduğunu söyledi. Bu daveti kabul ederek gittim. Yemekte Tayyip Bey'in yanı sıra çok sayıda başka davetliler de vardı. Yaklaşık 35-40 dakika civarında süren yemekte Halis Bey sorunlarını anlattı. Tayyip Bey sadece dinledi ve partisinin mitingine yetişmesi gerektiği için tatlısını bile yemeden ayrıldı. Olay bence gazetelerde gereğinden fazla büyütüldü. İşadamları ve politikacılar her gün bir araya geliyor; herkes herkesle yemek yiyor. Bunları medyada o kadar görmüyoruz. Bunu acaba rakiplerimizin iyi niyetlerinin ve tarafsız yayın ilkelerine bağlılıklarının bir örneği olarak mı görsek? Ne dersiniz? Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 18:31

İLGİLİ HABERLER