
ŞEMDİNLİ OLAYINDA TEHLİKELİ KUTUPLAŞMA...
Tehlikeli kutuplaşma
Bir kutup Türk Silahlı Kuvvetleri'nin terörle mücadele görevlerinin tümüne şüpheyle bakıyor. Öteki kutup 'terörle mücadele' adına ne yapılırsa yapılsın 'meşru' görme eğiliminde, 'Maksat orduyu yıpratmaktır' diyor. AKP hükümeti ise çelişkiler içinde...
Büyükanıt'la ilgili iddia üzerine, ilk günkü yazı başlığımız şuydu: 'İki konuyu birbirinden ayıralım...' İki konu birbirinden ayrı tutulmazsa, ortaya çıkabileceğini düşündüğümüz sakıncaları da belirtmeye çalışmıştık: Bu, her vesileyle 'kutuplaşma'ya alışmış toplumumuzda, yeni bir kutuplaşmaya yol açabilirdi.
Bu gelişme fazla gecikmedi. İki konunun ayrı tutulması başarılamadı. İki konuyu, birbiriyle aynı fotoğrafın içine sokmak isteyenler daha başarılı oldu. İki kutup hemen oluştu.
Kutuplardan biri, Büyükanıt'a karşı. Onu, Şemdinli olayı sanıklarının arasına katmaya çalışıyor. Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki Kolordu Komutanlığı görevinden ayrılalı, sekiz yıl geçtiği halde... Hakkında kanıt olarak öne sürülen, "Ben o çocuğu tanırım. İyi çocuktur" sözünden hemen sonra, "Ama tabii, suç işlemişse onu bilemem," dediği halde...
Öteki kutup ise, Büyükanıt'tan yana. Ama onunla birlikte Şemdinli sanıklarından da yana. Onları Büyükanıt'ın şemsiyesi altına sokup, haklı gösterme yolunda. "Maksat orduyu yıpratmaktır. Büyükanıt'ı da, Şemdinli sanıklarını da o yüzden suçluyorlar" iddiasıyla...
Şimdi işte o süreci yaşıyoruz.
Bir kutup, Silahlı Kuvvetler'in terörle mücadele alanındaki görevlerinin ve görevlilerinin tümüne, 'şüpheyle' bakma eğilimindedir.
Öteki kutup, Silahlı Kuvvetler'in mensupları 'terörle mücadele' adı altında ne yaparlarsa yapsınlar, onu 'meşru' görme eğilimindedir. "Mutlaka haklıdırlar" önyargısı içindedir.
* * *
O iki kutbun estirdiği rüzgârlar arasında kendi görüşlerini oluşturmaya çalışanların işi güçtür. Ama konuya, herhalde şu noktaları gözden uzak tutmadan bakmalıdırlar:
Türk Silahlı Kuvvetleri, toplumumuzun çok değerli insanlarının görev aldığı en temel kurumlarımızdan biridir. Fakat, öteki kurumlarımızda olduğu gibi orada da yanlışlıklar yapılabilir. Görevi kötüye kullananlar çıkabilir.
Hele 'terörle mücadele' konusu, o gibilerin ortaya çıkmasına çok müsait olan bir konudur. Halkın teröre karşı duyduğu nefretten destek alıp "Ben teröristlerle savaşıyorum" gerekçesiyle, her türlü yasa dışı işlere girişen devlet görevlileri, dünyanın her yerinde görülüyor. Bizde de görülmüştür.
Hatta, görülmekle kalmamıştır: "Devlet görevi yapıyorum" havası içinde cinayet işleyenlere "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye alkış tutarak, onları 'kahraman' ilan edenler çıkmıştır.
Hatta, sadece o 'kahraman'ları değil, onları konu alan filmleri bile alkışlayanlar çıkmıştır.
Terör ve terör tehlikesi, toplumları bazen böyle yapıyor. Hukuku ve yasaları unutturuyor. Aklı, mantığı ve vicdanı susturuyor. Görevlerini kötüye kullananların işini kolaylaştırıyor.
Evet bugünkü 'kutuplaşma'nın getirdiği sakıncalardan biri, Orgeneral Büyükanıt hakkındaki dayanaksız iddialarla, Silahlı Kuvvetler'in tedirgin edilmesidir. Ama, bir de öteki sakınca var. O da, pek çok tanığın gözü önünde geçen Şemdinli olayı soruşturmasının gevşetilmesidir. Dolayısıyla 'terörle mücadele' bahanesiyle yasaları çiğneme eğiliminde olanların teşvik edilmesidir.
* * *
İkinci kutuptakiler şunları da hatırlatıyor: Şemdinli'de, sadece Umut kitabevinde bomba patlatılmadı. Sadece, o bombanın ve daha sonra açılan ateşin etkisiyle, ölen ve yaralananlar olmadı. Olaydan sonra başka olaylar da oldu. Gösteriler yapıldı. Emniyet Müdürlüğü'ne ait bina ve lojmanlara saldırılar yapıldı. Araçlar tahrip edildi. Bazı kamu binalarından bayrak indirildi, yırtıldı. Atatürk büstü yakıldı.
Evet, bunlar da, elbette, suçtur. Onları yapanlar hakkındaki, soruşturmalar da mutlaka sonuçlandırılmalıdır.
Ama o saldırılardaki suçların işlenmesi, Şemdinli'deki 'bomba' olayındaki suçu haklı gösterebilir mi?
O suç ayrı, öteki suçlar ayrıdır. Bir hukuk devletinde, ikisi de soruşturulur. İkisinin de failleri bulunur ve cezalandırılır. Ama ikisi de, -Ceza Kanunu'ndaki hafifletici sebepler dışında- birbirini haklı gösterecek neden olamaz.
Ama öyle düşünenler var:
Biri soruyor: "Niçin Şemdinli'deki bomba olayını görüyorsunuz da, öteki saldırıları görmüyorsunuz?" Öbürü cevap veriyor: "Onlar halkın tepkileridir."
Etki tepki... Hangisi etki, hangisi tepkidir? Uzun bir zaman içindeki olaylar dizisi içinde, bu 'tırmanma'nın başlangıcı üzerinde de, görüş birliğine varmak mümkün değildir.
Ama, tepki adı altında işlenen cinayetleri soğukkanlılıkla izlemek hiç mümkün değildir. Birkaç gündür Güneydoğu'daki bombalı, silahlı saldırılarda gene asker, sivil vatandaşlarımız şehit edildi. En azından bunları kınamakta herkes görüş birliği içinde olmalıdır.,
Ve şu karşıt gruplar 'tırmanma'sı artık mutlaka durdurulmalıdır. Çünkü durum meydandadır: Bu kutuplaşma, ülke olarak, millet olarak, bizi, büyük zarara uğratıyor.
* * *
Bazıları bunun 'kendi davaları'na katkı yapacağına inanabilirler. Ama belli ki, sonuçta onlar da bir şey kazanamayacaklar.
Bir Meclis Araştırma Komisyonu var. 'Şemdinli Olayı'nı araştırmak için kurulmuş. Başkanı AKP'li Kastamonu milletvekili Musa Sıvacıoğlu. Başkanlığını yaptığı komisyondaki arkadaşlarından gizli işler yapmış. Van'daki iddianameyi yazan savcıyla yazışmış. Ona, kendi komisyonundaki gizli ifadenin metnini göndermiş. Komisyon o ifadeyi kendi raporuna geçiriyormuş ama, Başkan bunu, arkadaşlarına haber vermeden savcıya ulaştırmış.
Eski Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk, bir savcının resmi bir talepte bulunacağı merciin, ancak Meclis Başkanlığı olabileceğini belirtiyor. Komisyon üyeleri de, Sıvacıoğlu'nu, kendilerinden gizli hareket ettiği için istifaya davet ediyor. Fakat Başkan yaptığı işin iyi bir iş olduğunda ısrarlı. Belli ki, o işi yapmanın kendisinin ve partisinin siyasi çizgisi açısından 'hayırlı' olacağını sanmış.
Sonuç meydanda: O yazışmanın da etkisiyle ortaya çıkan kriz, en fazla AKP'yi sarstı. Hükümet büyük çelişkiler içine düştü. Başlangıçta, Başbakanlık sözcüsü "Bu adliyenin işidir. Bizim ilgimiz yoktur" diye açıklama yaptı. Başbakan, daha sonra o açıklamanın tam tersi bir tutum içine girdi. Van Savcısı'nın işlerini denetlemek üzere Van'a müfettiş heyeti gönderildi.
(Bunun öncesini de hatırlayalım: Van'daki savcının, Van Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın'la ilgili iddianamesi hakkında da şikâyetler vardı. Hükümet bunlarla ilgili olarak, hep, 'yargıya karışılmaz' ilkesini öne sürmekteydi. Hatta TÜSİAD İstişare Kurulu Başkanı Mustafa Koç'a bu konuda bir eleştiride bulununca kıyameti koparmış, onu 'suç işliyor' diye suçlamıştı.
Gerçi, bunun tam tersi tavırları da eksik olmamıştı. Aşkın davasından bir süre sonra Danıştay'ın hoşuna gitmeyen bir kararı karşısında, o kararı alanları, "Efendi bu senin işin değil, Diyanet'in işi" diye azarlayan kendisiydi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de -Leyla Şahin davası için- "Mahkemenin bu konuda söz hakkı yok. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır" mesajını göndermişti.
Ama, Başbakan'ın, Van'daki savcının Şemdinli iddianamesiyle ilgili tutumu, başlangıçta, Yücel Aşkın davasındaki tutumu gibiydi. Yani "Yargının işine karışılmaz" tutumu...
Şimdi o tutumun, bir kere daha tam tersini yapmış oldu. Hükümet ve yargı ilişkileriyle ilgili çelişkiler zincirine yeni bir halka daha ekledi.)
Bir Başbakan'ın böyle çelişkilere düşmek zorunda kalması, o Başbakan'ın partisine elbette 'hayır' getirmez. Bu bakımdan, Komisyon Başkanı Sıvacıoğlu'nun da, AKP içinde onun gibi düşünen ve konuşanların da hesapları tam tersine sonuç vermiştir. AKP bugün, bundan bir hafta öncesine göre daha zayıflamıştır.
* * *
Fakat mesele, AKP'nin veya başkalarının zayıflaması veya güçlenmesi değildir. Mesele, bu çalkantıların tümüyle ülkemizin çıkarlarını zedelemesidir. Konuyla ilgili herkesin bunu farketmesinde ve bu kutuplaşmaların etkisini azaltmaya çalışmasında fayda vardır.
(ALTAN ÖYMEN - RADİKAL)
Güncellenme Tarihi : 25.3.2016 09:50