SERDAR TURGUT, ERTUĞRUL ÖZKÖK'ÜN SARSÜRLEDİĞİ YAZISINI AKŞAM'DA YAYINLADI...
KAYNAK : Haber Vitrini
EN ÇOK PRESTİJ KAYBEDEN MESLEK
Bugünden itibaren her cumartesi medya meseleleri ile ilgili yazılarla burada olacağım.
Başlamak açısından en uygunu, istemeden de olsa olay haline gelmiş bir 'yayımlanmayan' metni burada yayınlamak olarak görünüyor
bana.
'Yayımlanmayan' derken bunu tırnak içine aldım, çünkü eski çalıştığım gazetede yayımlanmamış olsa bile Internet ortamında hayli dolaştı bu yazı.
Ben genelde yazımın çıkarılmasına, yayınlanmamasına çok büyük tepkiler veren bir insan değilimdir.
Bu tür olaylara gerçekçi yaklaşıp, bunları hayatın kaçınılması zor cilveleri olarak da görme eğilimindeyim aslında.
Gayet tabii ki yazarın da çalıştığı ortamı düşünerek sınırları zorlayıcı yazılar yazmamaya çalışması doğaldır. İsteyen 'oto-sansür' de diyebilir buna, ama böyle bir sınırlama işleminin hiç olmadığını söylemek de okuyucuya yalan söylemek olur.
Oto-sansürün hiç olmadığı bir ideal dünya da yoktur.
Dünyada da böyle yapılır bu işler, Türkiye'de de.
Dolayısıyla ben herhangi bir nedenle yayınlanmayan yazım olduğunda ilk önce 'ben ne yaptım' sorusunu kendime sorarım.
Yazıda bazı sınırları zorlayıp zorlamadığıma, yazılı olmayan bazı anlaşmalara ters düşmüş olup olmadığıma bakarım.
Genelde sınır tanımamaya alışık bir yazar olduğum için de yazının başına gelenlerde kendi sorumluluğum olduğunu da çoğu kez itiraf etmişimdir.
Ancak aşağıda yayınladığım olaylı yazıda tavrım farklı oldu. Bunda da bazı sınırları zorladığımı biliyordum aslında, ancak o sınırların artık zorlanması zamanı gelmişti.
Herkes bir dönemde 'hatalar' yapıldığını itiraf ediyor gibiydi, dolayısıyla da 'hataların' ne olduğu üzerine düşünmek zamanı da gelmişti bana göre.
Bu nedenle de özellikle bu yazının yayınlanmak istenmemesi beni üzdü. Kişisel bir üzüntü değildi bu yanlış anlamayın.
Ama bir dönemle yüzleşmek, hatalarımızı kabul etmek, halkın gözünde kaybetmiş olduğumuz güveni, prestiji yeniden kazanmak istiyorsak, bu konuda gerçekten kararlıysak, o zaman da bu tür bir yazının yayınlanmasından korkmamak gerekiyordu.
Böyle bir yazıyı 'basılı' olarak görmek istemeyen tavır ise, açıkça söylemek gerekirse medyanın son dönemde kaybolmuş prestijini yeniden yakalayıp yakalayamayacağı sorusuna, kötümser cevap vermeme yol açan bir gelişmeydi.
Dolayısıyla bu yazıyı tekrar gündeme getirmem bir küçük hesaplaşma arayışının sonucu değildir, bunu lütfen böyle algılamayın. Ben hesaplarımı kapattım, geçmiş işe ilgili sadece teorik düşüncelerim var, kişisel kavgaların peşinde değilim.
Biraz sonra okuyacağınız yazının her cumartesi yayınlanması planlanan bu köşe için bir niyet bildirgesi olarak görülmesini rica ediyorum.
Geçmiş dönemde Türkiye'de genel bir yıpranma yaşandı.
Kirlilik toplumu sardı. Yatırımlar yapan, elini taşın altına sokan, yatırımlarıyla ülkeye yenilikler getiren, ufuklar açan işadamları bile kötünün yarattığı girdaba yakalandı.
Girdap o kadar güçlüydü ki; ayakta kalmanın bile zor olduğu anlar oldu.
Bir sistem sanki kendi insanından, çalışanından, dürüst işadamından öç almak için çalışıyormuş gibi oldu bir dönem.
Haksızlıklar yapıldı, kötünün yanında iyiler de yandı. Haksızlığı sürdürmek için kurulmuş olan güç birlikleri sonucunda, hiç hak etmeyenler de töhmet altında bırakıldı.
Şimdi nihayet toplumda bozulan ayarların yeniden düzenlenmesi sürecine girildi. Haksızlıklara uğrayanların hakları iade ediliyor, hak edilen, büyük çabalarla kazanılmış olan itibarlara sürülmeye çalışılan lekeler temizleniyor.
Bu sürecin devam edebilmesi, sadece medyanın da kendi üzerine düşen sorumluluğu kabul etmesiyle olabilecek bir şeydir.
Medya düzelmediği, kendine gelmediği takdirde Türkiye'de birçok şeyin de düzelemeyeceğini bilin istiyorum.
İşte bahsettiğim o yazıya geldi bence sıra:
'1990'lı yıllarda Türkiye, demokratik süreçler dışında kalan mekanizmalar tarafından yönetilmeye çalışıldı.
Bunun sonunun olmayacağı, bir hesaplaşmaya gidileceği, o dönemin hesabının sorulacağı belliydi.
O yıllarda kurulan gizli düzen, azınlığın hızla ve alışılmış dışındaki yöntemlerle zenginleşmesi amacına yönelikti sadece.
Bu gerçekleşirken, adeta intihar edercesine de ezici çoğunluğu fakirleştirmeyi göze aldı hakim sınıflar ve inanılmaz bir budalalıkla bu acımasız
egoizmin dönüp kendisini vuracağını göremedi.
Toplum yaşamındaki bu anormalliğin sürmesi imkansızdı ve kaçınılmaz son beklenildiği gibi hızla geldi.
Yakın geçmişin, kokuşmanın hesabının sorulmasına ilk önce ekonomik düzlemde başlanıldı.
Birçok bankanın batması, hortumcuların afişe olması, 'işadamlarının' hapse düşmeleri, bu hesaplaşmanın ilk perdesiydi.
Gayet tabii ki yarım kaldı o hesap sorma işlemi, çünkü dönemin gizli düzeninin siyasi düzlemdeki oyuncuları görev başındaydılar, onlar izin vermedi sonuca gidilmesine.
Bu tiplere 3 Kasım itibariyle güle güle dendi, bir dönemdeki siyasi ekonomik çürümenin siyasi aktörleri tasfiye oldu.
Bütün bunlar normal, bunların olacağı çok önceden belliydi, görmek isteyen rahatlıkla görebilirdi olacakları.
Siyasi düzeyde başlayan hesap sormanın, ekonomi düzeyinde yansımalarının olup olmayacağı, yani yeni gelen kadroların eski vurgunların hesabını sorup sormayacakları bir süre sonra belli olacak.
Ancak Türkiye'de yakın geçmişin hesabının dürüst insanların vicdanını rahatlatacak şekilde sorulabilmesinin tek bir ön şartı var.
O şart gerçekleşmeden korkarım ki siyasette yaşanan temizlenmenin getireceği sonuçlar da fazla olamayacak.
Yakın geçmişte yaşanan sistem bozulmasının üç ayağı vardı. Ekonomi, siyasi ve medya ayaklarıydı bunlar.
İlk iki düzlemde hesaplaşmalar başladı ama medyada kendisiyle ilgili tuhaf bir sessizlik var.
Türkiye'de tüm dengelerin alt üst olduğu, toplumsal ve siyasi intiharın yaşandığı, ekonomide azınlığın toplumu sömürmek için örgütlendiği dönemde kendisinin nasıl davranmış olduğunu, nasıl tavırlar aldığını medya sektörü sorgulamak zorunda.
O dönemin o şekilde olabilmesinde bizlerin birinci derecede sorumluluğumuz var, bu sorumluluğumuzla artık açıkça yüzleşip, gerekli özeleştirileri yapıp, gereken dersleri çıkarmamız gerekiyor.
Bunu yapmamakta ısrar ettiğimiz takdirde, siyasi, ekonomik düzeyde başlanan temizlenmenin, restorasyonun sonuçlanabilmesi mümkün değildir.
Açıkça söylemek gerekirse Türkiye'nin önünün biraz olsun açılabilmesi medyanın kendiyle hesaplaşıp, geçmiş dönemdeki yanlışlarını açık yürekle önüne döküp, yeni döneme yeni tavırlarla girip giremeyeceğine çok yakından bağlıdır.
Geçmiş 10 yılda gazetecilik en hızlı ve en çok prestij kaybeden meslek dalı oldu.
Bunu bireysel düzeyde hissetmememiz imkansız ancak olan biteni görmemiz açısından elimizde son derece somut başka bir gösterge daha var.
Çürümenin yaşandığı dönemde medya kime destek verdiyse, kimin arkasında durduysa, onlar son seçimde tasfiye oldular.
Yine aynı dönemde medyanın en çok eleştirisel baktığı, hakkında en çok negatif yayın yapılan parti büyük ağırlıkla iktidarı ele geçirdi.
Hakkında hemen hemen hiç yayın yapılmayan bir parti ise ana muhalefet oldu.
Adeta Türkiye'de insanlar basın ne derse aksini yaptılar.
Türkiye'deki seçim sonuçları medyanın kamuoyunu etkileme gücünün en azından bu konuda neredeyse sıfır düzeyinde olduğunu ortaya koymuştur.
Bu büyük bir prestij kaybıdır, son derece vahim bir gelişmedir.
Vahimdir çünkü medya demokraside olması gereken kontrol görevini yapamayacak hale gelmiştir.
Yaşanan dönemde sektör olarak öylesine bir darbe yedik ki insanlar artık bizim doğru dediğimize otomatik olarak yanlış, yanlış dediğimize de otomatik olarak doğru diyorlar.
Özeleştiri yapmadığımız, bazı değişimleri yaşamadığımız takdirde okuyucunun bize yönelik bu tavrında bir değişim olmayacaktır.
Bu da bizim meslek yaşamımızın sonu demektir.
Bir dönem boyunca bu gerçeği görmemekte ısrar ettik ama artık o dönem kapandı, şimdi bizim kendi içimizde bazı şeyleri artık geçmişe gömmemize geldi sıra.
(Serdar Turgut/ Akşam)
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 18:55