Gündem
  • 6.11.2007 10:29

TÜRKİYE NASIL BİR SINIRDA?

Türkiye Lüksemburg değil! Almanya ile Fransa arasında kalmış bir sınır ülkesi ile iki kıtayı birleştiren Türkiye’yi aynı hüküm cümlesinde buluşturan şey, Türkiye’nin alelade bir ülke olmadığını vurgulamak. Kısa ama pek çok anlamlar içeren bu cümleden hareketle Türkiye’nin Ortadoğu’da oynadığı rolü, tarihî ve güncel stratejik önemini, AB üyelik sürecini, demokratikleşmenin sınırlarını, komşularla ilişkilerimizi, NATO’nun geçmişini ve bugününü, yeni dünya düzeninde Türkiye’nin yerini, ‘kızıl elma’ gibi daha pek çok meseleyi tartışmak mümkün. “Türkiye Lüksemburg değil” vurgusu, demokratikleşme mi güvenlik mi tartışmalarının vazgeçilmez cümlesi olarak kayda geçmeli; ancak bu sefer, ‘güvenliği’ aşan meselelerimiz var. ‘Sonun başlangıcı’ denilebilecek bir yerde, yine ‘sınırdayız.’

“Türkiye sınırda” derken, ya bir maçta, ya bir terörü tel’in mitinginde ya da bir otobüs durağında ansızın çıkıveren ‘mutsuzluk’ haritamızı çizmek, seyrettiğimiz ‘sınırlar’ literatürüne yeni sayfa açmak da mümkündü. Hem de Erol Göka’nın kayda geçen bir Türklük analizinde dediği gibi; “Güçlü olduğumuz dönemlerde, toplumsal sosyopatiyi (kişilik bozukluğu) entegre edebilecek bir değerler sistemi oluşturabiliyoruz. Ama zayıfladığımızda, toplum yapımız çok müsait olduğundan sosyopati her yerde kol gezmeye başlıyor.”

TÜRKİYE NASIL BİR SINIRDA?

Bu analiz çerçevesinde bir yol almak, bir otobüs dolusu insan üzerinden toplumsal gidişatımızın ‘sınırdalığı’nı konuşmak, ya da eski defterleri açıp ‘kavgalı olmadığımız komşu yok’ deyip Kaz Dağları’nı da ihmal etmeyen bir barış söylemi tutturmak mümkündü nitekim. Ancak harp ihtimali ‘mutsuzluğumuzun’ kaynaklarından ve sınırlarından daha mühim gözüküyor.

Türkiye sınırda. Hakkari’de… Girebiliriz de, girmeyebiliriz de... Belki de girdik… Sınırın hem kontrolü zor, hem de herkesçe malum değil. Çözüm tartışmalarının içinde sınırın dağlardan değil de ovalardan geçmesi gibi muhtemel değişiklikler de var. Zaten sınırın nasıl bir yer olduğunu PKK ile görüşen yabancı meslektaşlar daha iyi biliyor, “bu sınırla güvenlik sağlanmaz diye” de yazıyor. İşte Türkiye, daha tam da nasıl bir sınırda olduğunun malumatına sahip olmadığı bir sınırda. Bir adım sonrası uçurum mu, bataklık mı, yoksa kurtuluş mu?

Son 20 yılda asker ‘resmî’ olarak 24 defa ‘sınırı’ aştı, bazen de sınır ötesinde en yakın müttefiki Barzani oldu. Ama bu sefer farklı. Sınırı aşmak, aşmamak, nasıl aşılacağı aşılmayacağı meselesi “uluslararası ilişkilerden Kürt meselesine, psikolojik harpten TSK’nın iç yapılanmasına, oradan toplumsal yapıya kadar” çok boyutlu bir bilmeceye dönüşmüş durumda. Türkiye bu sınır üstünde, 50 yıllık Amerika müttefikliğini sorguluyor, askerin operasyonel kabiliyetini konuşuyor, DTP’nin büsbütün PKK çizgisine kayıp kaymayacağını izliyor. Sivil siyasetin ‘silahların gölgesinde’ nasıl bir yol takip edeceğini, belki de ilk defa kapı komşumuzun ‘etnik’ kimliğini merak ediyoruz. Bıçak sırtı bir durum. Avni Özgürel’e göre en büyük tehlike bu sınırda “Türkiye’nin çözüm üretme mekanizmalarının kilitlenmesi.”

Meselenin bir tarafı, Türkiye’nin yeni dünya düzeni ile ilgili proaktif politik bir tutum sergilemesi yani artan iç ve dış gücünün görünür olmasıyla alakalı. Eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’ın ifadesiyle yükselme trendinde olan Türkiye, yeniden bambaşka bir gündeme ve menzile sürüklenmek isteniyor. Yarım asırdır NATO şemsiyesi altında devam eden ABD ile stratejik ortaklığa dayalı ilişkiler sanki her an rafa kalkabilirmiş, en sıkı müttefikimizle bir adım sonrasında çatışabilir, aslında hiçbir zaman ‘bu nedir acaba’ diye bakma lüksüne bile sahip olmadığımız yeni paktlara açılabilirmişiz havasındayız. Ortadoğu ülkeleriyle kurulan ilk sıcak ilişkinin akıbeti ne olacak? Yüzyıllık Batı hikâyemizin sonuna mı yaklaşıyoruz? Doğu kucağını açmış bizi mi bekliyor? Öte yandan toplumsal barış hiç olmadığı kadar yara almış, kendi halinde yaşayan Kürtler ilk defa tehdit altında. Korkularını kısmen eğlenceli mitinglerde dile getiren ‘elit’ orta sınıf mevzusu da değil bu.

EĞER SEÇİM NORMAL VAKTİNDE YAPILSAYDI!

Halkın gündemi ile ‘kamuoyu’nun farklı şeyler olduğunu, kamuoyunun inşa edilebileceğini biliyoruz artık. Terörle ilgili sokağa taşan sloganlarda ve gazete manşetlerinde esir 8 askerin ‘es geçilmesi’ elbette bir kamuoyu çalışmasıdır. Fehmi Koru bir yazısında, plan yapıcıların, “eğer seçim normal vaktinde yapılsaydı” ile bağlantılı olarak her şeyi 4 Kasım’a endeksli planlanmış olabileceğini, seçimin erkene alınmasıyla planların da ‘olduğu gibi kalıp’ devam ediyor olabileceğini, pekala maksadını aşan tepkilerin böyle bir izah yolunun olabileceğini yazdı. Yani seçim yapıldı, hükümet seçildi, Abdullah Gül cumhurbaşkanı oldu, 367 tarihe geçti, Anayasa Mahkemesi Başkanı seçildi, Bülent Arınç uzlete çekildi, okullar açıldı, yaz bitti kış geldi ancak kamuoyunun gündemi değişmedi. Garip değil mi gerçekten?

Türkiye Batılı müttefikleriyle ilk defa böylesine bir güvensizlik yaşıyor değil; ancak bu sefer sınıra dayanmışlığımızı biricik kılan taraf, ‘sınırdalık’ halinin yaşanması ve her birinin diğerini tetikleme potansiyeli. Yani uluslararası ilişkiler aynı zamanda bir terör, iç politika, asker sivil ilişkileri, Güneydoğu politikası, demokratikleşme demek bugünlerde. Bunun tersi de geçerli. Sınırda oluşumuzun sebebi terör; ancak yukarıda sayılan ‘sınırlar’ silsilesinden biri de pekala ‘sebep’ olabilirdi, görünürde olmasa bile.

Türkiye ilk defa kendi diplomatik, siyasi, askerî, toplumsal ‘sınırları’ ile yüzleşiyor da değil. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nın sınırında kaldı. Dünyanın en ünlü casusları İstanbul’da ve Ankara’da cirit attı o dönem. Türkiye’yi kendi tarafına çekmek isteyen iki blok vardı. Türkiye’nin NATO’ya dâhil olmasıyla birlikte Soğuk Savaş siyaseti yürürlüğe girdi; önderliğini Amerika’nın yaptığı Batı cephesinin bir üyesiydik artık, kuzey komşumuz Sovyet’lerden gelecek muhtemel saldırılardan emin olabilirdik. Çerçevesi belirlenmiş bu güvenlik çemberi 80 öncesi sağ sol çatışmalarında Özel Harp Dairesi’nin fonksiyonları dolayısıyla sorgulandı sadece. Soğuk Savaş sonrası dengeler değişti, ‘tehlikeli yeşil kuşak’ projesi hayata geçti, 11 Eylül’le hız kazandı, biraz uzaktan, biraz da kenardan izlediğimiz sanki haricimizde gelişen “yeni dünya düzeni” sınırımıza dayandı. Şimdi karar anı… Son adımı nereye atacağız? Kuzeye mi, Güneye mi, Batı’ya mı Doğu’ya mı? Ve bizi neler bekliyor?

TARİHÇİLER 2007’İ NASIL YAZACAK?

Sınırda olmak, sınırlarda dolaşmak, ‘güvenli olmayan sularda yüzmek’ anlamına da gelir. Türkiye ‘güvenli sularda yüzme’ lüksünü yakın bir zamanda terk etti. Kıbrıs meselesinde olduğu gibi dış sorunlarını belli bir çözümsüzlüğe mahkûm eden politikaları da... Artık kartlarını daha açık oynayan, hakkı yenildiğinde masadan kalkmaya hazır, ‘kumar’ın hileleriyle uğraşmak istemeyen biri görünümünde. Madem oyunu açık oynuyoruz nelerle karşı karşıya olduğumuzu bilmekte yarar var değil mi? Düşünmek bugün değilse ne zaman?

Tarihçiler 2007’yi nasıl yazacak? Bir haber toplantımızın tartışma konusu buydu. İtiraf etmek gerekirse, bugünkü bir olayın 50 yıl sonra algılanmasının çok boyutlu yönleri vardır diyerek, böyle bir çalışmanın yapılamayacağını söylemiş, ‘ileri geri’ konuşmuştum. 2007 hâlâ bitmedi, bitse de bu yıl içinde meydana gelen siyasi ve toplumsal olayların 5-10 yıl sonra nasıl algılanacağını bilmiyoruz; ama kesin olan bir şey var ki 2007 Cumhuriyet tarihinin önemli dönüm noktalarından biri oldu şimdiden. Hafızalardan silinmeyecek pek çok toplumsal olaya, siyasî ve hukukî skandala, asla unutulmayacak demokratik zaferlere, tarihinde olmadığı kadar uluslararası tartışılırlığa sahip daha şimdiden. Prof. Dr. Halil İnalcık bundan birkaç yıl önce ‘nehir söyleşi’ kitabının yazarına AK Parti dönemi ile ilgili şu sözleri sarf eder: “Bu dönemi ileride tarihçiler çok dikkatle inceleyecekler. Ben bu dönemi bir tarihçi olarak çok önemsiyorum.”

Başka söze ne hacet…

(AKSİYON)

Güncellenme Tarihi : 24.3.2016 15:46

İLGİLİ HABERLER