Gündem
  • 28.3.2005 00:50

ÜLKÜCÜLERİ COPLAYAN ASKERLER AĞLIYORDU!..

Türkiye, adım adım ihtilale doğru ilerliyordu. 27 Ağustos 1980’de, bütün ülke bomba bir haberle sarsıldı. İdam cezasına çarptırılan iki ülkücü, Türkiye’nin en iyi korunan cezaevlerinden biri olan Mamak’tan firar etmişti. Bunlar, Mustafa Pehlivanoğlu ve İsa Armağan’dı. Ertesi gün bütün gazeteler olayı manşetlerinden duyurdular.

EMİN PAZARCI 

Bu firar, Türkiye çapında büyük yankı uyandırdı.

Olayın cezaevindeki yansımaları ise, çok farklı oldu. İçerideki ülkücüler, Mamak Askeri Cezaevi’nden kaçmanın mümkün olmadığına inanıyorlardı. Dışarıdan da sağlıklı haber alamıyorlardı. Bu yüzden, arkadaşlarının götürülüp, idam edildiğini düşündüler. Zaten o günlerde dosyalarının Meclis’te ele alınması bekleniyordu. Ortaya atılan bir iddia, dalga dalga bütün koğuşlara yayıldı:

“Pehlivanoğlu ve Armağan idam edildiler. Kamuoyuna da cezaevinden kaçtıkları açıklandı.”

Ortalık alabildiğine karıştı. Mamak’ta, kelimenin tam anlamı ile bir “başkaldırı” başladı. Ülkücüler, 28 ve 29 Ağustos günlerinde askerleri koğuşlara sokmadılar ve sayım vermediler. Artık, hiçbir emri yerine getirmiyorlar ve sürekli olarak sloganlar atıyorlardı. Mamak Askeri Cezaevi’nde, otorite tamamen yok olmuştu. Koğuşların idaresi, bütünüyle ülkücülerin eline geçmişti.

 

GAZ BOMBALI OPERASYON

O günlerde direnişin en yoğun olduğu yer A Blok’tu. A Blok’un 1, 2, 3 ve 4. koğuşlarında ülkücüler, 5, 6, 7 ve 8. koğuşlarında ise solcular kalıyorlardı. 1, 2, 3 ve 4. koğuşların demir kapılarına ranzalarla barikatlar yapılmıştı. Ülkücüler, askerleri içeri sokmuyorlar, sürekli olarak marşlar söylüyorlardı. Bu koğuşlarda 150’ye yakın ülkücü genç vardı. Esat Bütün, Hayrullah Çalık, Mustafa Çürük, Cafer Birtürk ve Tahsin Bora gibi isimler de o günlerde A Blok’ta direnişe geçenler arasındaydılar.

Sonunda, cezaevi idaresi zorla da olsa koğuşlara girmeye karar verdi.

Operasyon, 30 Ağustos akşamı, koğuşlara gaz bombaları atılmasıyla başladı. Ortalık yangın yerine dönmüştü. İçerideki gençlerin bir kısmı gazdan korunmak için camlara koştular. Diğerleri de battaniyeleri ıslatarak altına girdiler. Ancak, bu koşuşturma sırasında koğuşlardaki izdihamdan yaralananlar oldu.

Gaz bombalarının atılması ile birlikte, kapılar da kırılmaya başlandı. Nihayet, koğuşlara giren askerler, gençleri ite-kaka dışarı çıkardılar. İlginçtir, operasyon sonrası hiç bir ciddi dayak olayı olmadı. Sadece gençler “havalandırma” adı verilen bölgeye çıkarıldılar ve sabaha kadar ayakta bekletildiler.

Bu işte bir gariplik vardı! Saatler saatleri kovalıyor, gençlerin bekledikleri tepki bir türlü verilmiyordu. Oysa, “İç Hizmet Nizamnamesi’”ne göre çok büyük bir suç işlenmişti. Sadece koğuşlar didik dikik edilip, aranıyordu. Bu arada toplanan kitaplar havalandırmaya getirilip, ateşe veriliyordu.

Bu bekleyiş, sabah 06:30’a kadar sürdü.

 

HEM VURDULAR, HEM AĞLADILAR

Sabah 06:30’da sert bir komut duyuldu:

- Tam sipeeeerrrr...

Herkes yüzükoyun yere uzandı.

Cezaevi idaresi, her koğuş için 6’şar kişilik üç manga hazırlamıştı. Onlar, gençlerin arasına dağılarak, tek tek “kasatura falakası” takmaya başladılar. Askerler telaşlıydılar. Belli ki, çok net ve sert bir emir almışlardı. Her bir gence, 5 dakika içinde en azından 100 defa cop indirdiler. Üstelik, ülkücülere falaka takılmasına rağmen, bu defa çok farklı bir metod uygulanıyordu. Sadece copla ayaklarına vurulmuyordu. Kafalarına ve vücutlarının her yerine coplar inip kalkıyordu. Copları kullanan erler ve onbaşıların başında ise İç Emniyet Amiri İsmail Yüzbaşı vardı.

Yorulan manga değiştiriliyor, dayak devam ediyordu.

“Kasatura falakası” akşama kadar sürdü! Ülkücü gençlerin vücutları, artık morarmış ve kararmıştı. Dayak faslı bittiğinde, saatler 16:30’u gösteriyordu. Sabah gün ağardığında başlayan dayak, o saate kadar devam etmişti. Üstelik, bu süre içinde ne bir damla su içmişler, ne de bir lokma yemek yemişlerdi. Bırakın dayağı, ağustos sıcağında sabahtan akşama kadar güneşin altında yatmak bile başlı başına bir işkenceydi.

En çok dayağı da Koğuş Başkanı Mehmet Yamtar Çelik ile Koğuş Hocası Hayrullah Çalık yemişlerdi. Çünkü, cezaevi idaresi onları “elebaşı” olarak görüyordu.

Saat 16:30’dan sonra, “bitti” denildi:

- Şimdi koğuşlarınıza girin.

Koğuşlara girmek için uzunca bir koridordan geçilmesi gerekiyordu. Ancak, bu koridorun iki yanına da birer manga asker dizilmişti. Her birine sıkı sıkı tembih edilmişti:

- Acımayacak, bütün gücünüzle vuracaksınız. Aksi takdirde askerliğiniz bitmez. Buradan çıkamazsınız.

Ülkücü gençler, koridora girer girmez, askerler üzerlerine saldırdı. Vücutlarının her yerine acımasızca coplarla vuruyorlardı. Kaçmak ve geri dönmek isteyenleri ise başkaları bekliyordu. Koridoru geçip koğuşlarına girebilmek için onlarca cop darbesi yediler. Bu sırada bazı askerler hıçkırarak ağlıyorlardı. Kolları, kendilerine verilen emri yerine getirirken, vicdanları gözlerinden yaş olup akıyordu! O gün Mamak Askeri Cezaevi, öyle büyük bir eziyete sahne oldu ki... Orada vatani görevini yapmakta olan erler bile isyanlarını gözyaşlarıyla açığa vurdular!

O gece A Blok’un 1, 2, 3 ve 4. koğuşlarından sabaha kadar iniltiler yükseldi. Saatler gece yarısını gösterirken, bütün koğuşlara ikişer adet yanık merhemi dağıtıldı. Cezaevi idaresi, bu defa da gençlerle alay ediyordu. Yanık merhemiyle, adeta şu mesaj veriliyordu:

-         İnlemeyin, ses çıkarmayın... Yaralı yerlerinize merhemi sürün ve yatın!

 

İLK ADIM” CEZASI

            Pehlivanoğlu ve Armağan’ın kaçışlarının ardından, Mamak’taki baskılar iyiden iyiye artmıştı. Artık, ülkücülerin attığı her adım bir “cezalandırma sebebi” sayılıyordu. A Blok’taki gençler, battaniyelerden birini “pano” olarak kullanıyorlardı. Üzerine de “İlk adım” yazmışlardı. Panonun üzerinde Arapça harflerle Besmele göze çarpıyordu. Ayrıca, Alparslan’ın Malazgirt Savaşı öncesinde askerlerine verdiği öğütler de bu battaniyenin üzerine iliştirilmişti. Gençler, arada sırada şiirler yazıyorlar, duygularını kağıda döküp, bu panoya iliştiriyorlardı.

            İlginçtir, isyan girişimine kadar görülmeyen bu pano, Eylül ayının başında “suç aleti” olarak bulundu. Koğuşa bir manga asker girdi. Yatakları tek tek incelemeye başladı. Kimin battaniyesi eksikse, o “suçlu” olarak cezalandırılacaktı.

Önce, Hayrullah Çalık atıldı:

- Battaniye benim.

Ardından Cafer Birtürk, “hayır” dedi:

- Battaniye bana ait.

Her ikisi de kendini feda etmişti. Battaniye yüzünden bütün koğuşun cezalandırılmasını önlemek amacıyla suçu üzerine almak istemişti. Ancak, battaniye bir türlü paylaşılamadı. Çalık ve Birtürk’ün arasında kaldı. Durum bu olunca her ikisi birden cezalandırıldı. Üzerlerinden de birer manga asker geçti!

Bu sırada Muşlu Raşit ismindeki iri yarı er bağırıyordu:

- Ne bu lan ne bu? Malazgirt nire lan? Alparslan da kimdir? Siz de Alparslan gibi savaşacaksız?

Raşit, komutanları ne derse, onu harfiyen yerine getiren bir erdi. Dili dönmez, sabah içeri girdiğinde “koğuş kalk” diyemezdi:

            - Koğuş tikil.

  Ardından, her seferinde aynı sözleri tekrarlardı:

- Kalkın lan. Yoksa kumandan bana kızacak. Anamı...

 

 

 

Adana’da kanlı baskın

 

Adana Kapalı Cezaevi’ndeki ülkücüler son derece sıkıntılı günler yaşıyorlardı. Sayıları ikiyüz kadardı ve Dördüncü Bölüm’e konulmuşlardı. Dördüncü Bölüm ise, cezaevinin tam ortasındaydı. Üç tarafları solcular tarafından çevrilmişti. Üstelik, solcuların sayısı da binin üzerindeydi.

Cezaevindeki bölümleri, sadece büyük demir kapılar ayırıyordu. Ancak, bunlar hiç bir işe yaramıyordu. Solcu gençler, sık sık bu kapıları kendi görüşlerindeki gardiyanlara açtırıp, ülkücülere baskınlar düzenliyorlardı. Bunlardan en kanlısı, 1979 yılında gerçekleşti. Bir öğle vakti, ülkücülerin üzerine yağmur gibi taş yağmaya başladı. Solcular, cezaevinin çatılarına kadar çıkmışlardı. Sloganlar, cezaevinin dışından da duyuluyordu:

- Kahrolsun faşistler, kahrolsun faşistler.

Belli ki bu saldırı planlı yapılıyordu.

Ülkücü gençler, neye uğradıklarını şaşırmışlardı. İlk anda, meydanda bulunanlardan 10 kadarı atılan taşlarla yaralandılar. O sırada Abdurrahman Kılıç ve Hasan Hüseyin Akbaş, kapıya yakın bir yerdeydiler. Kaçmaya çalıştılar, ama dört bir yandan taş yağdığı için kaçamadılar. Akbaş, kapının önünde şişlendi.

Arkadaşları taş yağmuru arasında yardım etmeye koştular. Ancak, çok geç kalmışlardı. Ökkeş Şendiller yanına gittiğinde, Hasan Hüseyin Akbaş Kelime-i Şahadet getiriyordu:

-Eşhedü...

Olmadı, sonunu getiremedi. Akbaş’ın dudaklarından sadece bu kadarı döküldü.

O sırada, sol görüşlü gençler Abdurrahman Kılıç’ı yakaladılar ve kendi bölümlerine doğru çektiler. Ardından da saldırı için açtıkları kapıyı tekrar kapadılar.

Arkadaşları solcuların eline düşmüştü.

Ülkücü gençler kapıya yüklendiler. Bütün çabalarına rağmen, kapı bir türlü açılmıyordu. Yaklaşık 15 dakika sonra kapıyı açtıklarında, Abdurrahman Kılıç’ı bir kan gölünün içinde buldular. O da çeşitli yerlerinden bıçaklanmış ve şişlenmişti. Ancak, nabzı atıyor, henüz yaşıyordu.

Abdurrahman Kılıç’ı, kollarından tutarak kendi bölümlerine doğru çektiler.

Hep birlikte bağırmaya başladılar:

- Asker, yaralı var, ölü var...

Bu bağırmalar hiç bir işe yaramıyor, çatılardan yağmur gibi taş ve kiremit yağmaya devam ediyordu. O arada, Abdurrahman Kılıç da sürekli olarak kan kaybediyordu.

Çatışma, tam üç saat sürdü.

Asker içeri girdiğinde, artık çok geçti. Abdurrahman Kılıç, kan kaybından hayatını kaybetmişti.

Hasan Hüseyin Akbaş ve Abdurrahman Kılıç için yapacak hiçbir şey yoktu. Askerler, yaralanan ülkücüleri cezaevi arabasına bindirdiler. Hastaneye götürmek üzere yola çıktılar. Bu sırada planın ikinci parçası uygulamaya konuldu. Yaralıların götürüldüğü cezaevi aracı, Adana sokaklarında kurşun yağmuruna tutuldu.

 

 

İşkencenin böylesi...

 

Mamak Askeri Cezaevi’nin B Blok 13 numaralı koğuşunda ülkücüler, Dev Yol sanıkları ile birlikte kalıyorlardı. Bu koğuşta, Yılma Durak, Sami Bal, Hasan Erdem, Şahin Bilgiç, Adem Eroğlu, Aydın Esi ve Osman Başer gibi ülkücü hareketin önde gelen isimleri de vardı. Taraflar arasındaki kavgalara ve düşmanlıklara rağmen, zaman zaman ilginç diyaloglar da yaşanıyordu.

Dev Yol sanıkları, ülkücülerin C-5’te işkence görmelerinin sebebini bir türlü anlayamıyorlardı. Çünkü, ülkücülerin devletle bir problemleri yoktu. Devlet, neden onlara işkence yapıyordu? Bu sorunun cevabını bir türlü bulamadılar!

Bir gün tartışma sırasında Dev Yol’cu Diyarbakırlı bir genç kendisine yapılan işkenceyi anlatmaya başladı. O güne kadar kimse bu tür bir işkence metodu duymamıştı. Herkes donup kaldı!

Diyarbakır Emniyeti’nde bu genç bir duvara bağlanmıştı ve çırılçıplak soyulmuştu. Bir kadın polis de çırılçıplak soyunmuştu. Kadın polis, göğüslerini ve vücudunu bu gence sürtüyordu. Erkekliği uyandığında da eline copu alıp, bütün gücüyle o bölgeye vuruyordu. Bu işlem defalarca tekrarlanmıştı.

O Dev-Yol’cu gence erkeklik organından da günlerce elektrik verilmişti. Sonuçta, erkekliğinden olmuştu. Cezaevinde “hamamcı” olmak için herşeyini verebilirdi!

B Blok’ta, ülkücülerle diyalog kuran başka solcu gençler de vardı. Bir gece Yılma Durak tuvalete giderken, onlardan biri cebine bir kağıt koydu. Kağıtta, aynen şunlar yazıyordu:

“Dev Yol karar aldı. Yarın gece tuvalete giderken seni şişleyecekler.”

Durak, ertesi sabah, 13. Koğuş’un Kıdemli Yardımcısı Şahin Bilgiç’e bu notu gösterip sordu:

- Şahin ne yapalım?

- Abi yapacak birşey yok. İdareye haber vermemiz lazım.

İdareye haber verildi. Hemen iki manga asker koğuşa girdi. Bütün koğuş alt-üst edildi. Dev Yol’cuların yataklarının altında şişler bulundu.

Yılma Durak da “koruma” amacıyla koğuştan alınarak hücreye götürüldü. Şeyh Sait’in torunu Dev-Yol Merkez Komitesi Üyesi Baha Çetintaş’la, 4,5 yıl aynı “tecrit hücresini” paylaşmak zorunda kaldı.

Güncellenme Tarihi : 17.3.2016 11:22

İLGİLİ HABERLER