UMUR TALU'DAN AYDIN DOĞAN'A CEVAP; "HEPİMİZ ÖLECEĞİZ. BİR AVUÇ TOPRAK YA DA BİR SÜSLÜ KABİR. HER HALÜKARDA AYNI TOPRAK ALTI. AMA İNLEYEREK, AMA İNLETEREK!"
KAYNAK : Haber Vitrini
Aydın Doğan'ın Cumhuriyet'te yayınlanan söyleşisine cevap veren Umur Talu, "Zaten uzun, hatta orta ve kısa vadede hepimiz öleceğiz. Bir avuç toprak ya da süslü bir kabir. Her halükarda aynı toprak altı. Benzer solucanlar didikleyecek, aynı böcekler kemirecek. Orada ne iktidar, ne ihtiras, ne böbürlenme.Baki kalan bu kubbede, hoş, loş, boş ya da nahoş bir seda. Ama inleyerek, ama inleterek!" dedi.
İşte Talu'nun ilginç yazısı:
Yüzüklerin efendisi (2)
Dünkü yazıyı, 'Yarın, 'balayı' zamanı' diye bitirdikten sonra düşündüm de, durum aslında biraz patolojik.
Bir insan, yıllarca çalıştığı, anlaştığı, anlaşamadığı, uzlaştığı, tartıştığı, belki bir zaman sonra rahatsız olup nefret ettiği, hatta kovduğu birisinden bahsederken, iyi ya da kötü eylemleriyle değil, doğru ya da yanlış bulduğu fikirleriyle değil, hadi kendi ölçülerine göre başarısıyla, başarısızlığıyla değil de...
Niye sürekli ona yaptığını düşündüğü kıyaklardan bahsederek anar.
Bir nevi, 'Onun için saçımı süpürge ettim' muhabbeti mi?
Yani sanki siz sadece bir asalaksınız, hiç bir emeğiniz olmamış, hep borçlanıp durmuşsunuz; ebedi ve ezeli bir sadakat mahkumu olarak.
Çok değerli meslektaşlarım, büyüklerim, küçüklerim düşünsün valla.
Kimbilir nasıl bir borç yükü altındalar da, farkında değiller!
* * *
Koskoca Aydın Doğan'ın, Cumhuriyet gibi bir gazetedeki monolog söyleşide, yazarlarını baskılar karşısında nasıl koruduğunu anlatırken, birdenbire kulaklarımı çınlatıp 'Çok severim. Balayını benim özel dairemde geçirdi' deyişi, kastettiğim.
15 sene önce, 29 yaşında bir yazı işleri müdürü, evlenmiş, bir hafta tatil için, o sırada koşulları da, imkanları da, beklentileri de, hayatı da epeyce mütevazı olan patronu tarafından, onun işlettiği mütevazı bir tatil köyüne, bir nisan ortasında, neredeyse denize sadece ayaklarını sokmaya gönderilmiş.
Elbet onunla da mutlu olmuş. Elbet, tatil köyünün normal evlerinden birinde kalmayı beklerken, onlardan daha hallice olan, patronun özel, ama şimdi tahayyül edemeyeceğiniz denli mütevazı evinde kalınca da, gösterilen hassasiyetten, verilen değerden mutlu olmuş.
Elbette, keşke, hepimizin, kendi çapındaki sevinçleri o tevazu içinde kalabilmiş olsaydı!
Ne ki, 'nankör kedi' o zaman da rahat durmamıştı.
Döner dönmez, o yaşında, yeni bir gazeteyi çıkartma heyecanını yaşamak için müsaade istemiş, 'sorun para mı' diye nazikçe sorulan soruları, 'Bunu, bu yaşta denemek istiyorum, sadece o' diye cevaplayıp gitmişti.
Güzel, gazetecilik okulu gibi bir deneydi o, ama olmadı.
Ama, orada toplanmış insanların çoğunun daha sonraki seyirleri, bugün bile, benim için hep gurur kaynağı oldu.
Yeri gelmişken;
Hayat ne tuhaf: O gazete, Dinç Bilgin-Ercan Arıklı ortaklığıydı ve başlarken öldüren darbe de, şimdi Bilgin'i içeriden vuranların organizasyonuydu. O gün onların ihtiras tramvayına binen Bilgin, 15 yıl sonra bilmem bir şey anlayabildi mi?
Neyse.
Birisinin, her şeye rağmen sizin için 'Çok severim' demesi tabii ki hiç kötü değil. Sorun, bunun hep paraya, kıyağa tahvil edilmesi.
Ama bir mesleğin, mesleği bırakın, ülkenin neredeyse sadece para kesesi gibi görüldüğü, sürekli batmaktan, batırılmaktan bahsedildiği, bağımsızlığın dahi paraya endekslendiği bir ortamda, sizin, size sevginin de konvertibl yapılması nedir ki!
* * *
Notlarımı çıkarıp baktım. Kitap olmayı beklemekten yorgun notlarımı.
İkinci özel anma mevzuu, 28 Şubat.
Aydın Doğan'ın dediği doğru. Gerçekten de, yazdığım yazılardan, tarzımdan, tutumumdan ötürü, Çevik Bir ile Erol Özkasnak, atılmam, susturulmam için telkin ve baskıda bulunmuştu.
'Kara yazılarım' arasında, ABD'de bazı lobilerin Türkiye'ye, nükleer-kimyasal-biyolojik tehlike olarak sadece Irak ve İran'ı belletmesinin, hatta o sırada ilişki kurdukları Suriye'yi de yuvarlarken, İsrail'in o kapasitesine hiç değinmemelerinin eleştirisini yapan bir yazı dahi vardı.
Yani, Doğan bana bunları, Genelkurmay ziyaretlerini, hem de incelik göstererek, kendi odasına çağırarak değil, benimkine gelerek aktardı ve 'Yaz, yazma demiyorum. Sadece bil' dedi. Gerçekten de, beni de, sonra Yalçın Doğan, Taha Akyol, Nilgün Cerrahoğlu gibi isimlerle kabaran o günkü Genelkurmay'ın 'infaz listesi'ni teslim etmedi.
Hatta, iki yıl kadar sonra, bu isimleri yayın organlarında yönetici dahi yaptı.
Fakat, Cumhuriyet'teki söyleşide öyle bir ifade var ki, çekiştirmek mümkün.
Beni uyarınca, 'Aman, benim çocuklarım var. Ne derler sonra?' dediğimi, onun da 'Sakın ha. Dik dur. İşimi zorlaştırma' diye konuştuğunu belirtiyor.
Çekiştirirsen, aman dilemeye dahi uzanabilecek bir ifade.
Baktım. Söylediğim, başka vesilelerle de söylemiş olduğum gibi, şu:
'Ben, bildiğimi, düşündüğümü yazmazsam, ileride çocuklarıma ne derim? Benim tek sermayem bu.' Buna da bir itirazı olmamıştı zaten.
Bu hem küçük bir tashih, hem hak teslimi.
Amma...
O sırada, grubun bir diğer gazetesi, Hürriyet, Bir kaynaklı andıçlarla, başka gazetecileri, yazarları ve insanları 'Hain' ilan ediyor, işlerinden ettiriyor, hedef gösteriyordu.
Bu, içimde bir sızı olmuştur:
Biz korunmasına korunduk ama, ama neyin ve kimlerin pahasına.
Öyle bir takas olduğunu bildiğimden değil; olmasa bile, fiilen o manaya geldiğinden.
* * *
Mesele şuydu:
Hürriyet'te rahmetli Gülçin Telci'ye uygulananlar gibi Mesut Yılmaz sansürlerini saymazsak, zaten içselleşmiş bir sansürle hiç yazılmayan yazıları ve elbette kondurulan, konulmayan, yamultulan haberleri hiç akla getirmezsek, mesela Milliyet'te öyle bir baskı, bir döneme kadar yoktu.
Sonra da, hepten susturulmak istendik zaten.
Başka güçlere pek teslim olmasa da, nihayet kendi gücüne teslim olmuştu.
Şimdi, kamuoyuna karşı 'Meslekte evrensel ilkeler'den bahis var ya, misal benim suçum 'Etikçi' olmaktı.
Buna da, neyse! Geçti, gitti.
Ama ortada ciddi bir vaka var:
Bir zamanlar, kendisini ve bağımsızlığa düşkün tek gazetesini boğmak, batırmak isteyen siyasilerle, gazete patronlarıyla, şimdi emrinde kraldan çok kralcı olan kimi medya profesyonelleriyle boğuşan, direnen bir adam, daha büyük bir gövdeyle, onlara dönüşmüştü.
Bu, Türkiye'nin de, ama aynı zamanda Avrupacı-demokrat-çok seslilikten yana geçinen Türkiye burjuvazisinin de ciddi bir sorunu:
Kürtçe serbestliğe yol alırken, Türkçe'nin bu denli sınırlı, kısıtlı, içten pazarlıklı, hesapçı, muhteris, oligarşik bir ifade, iletişim, haber, yorum dili olmaya sıkışması gibi bir özgürlük sorunu diyeyim, belki daha iyi anlarlar.
Sonrası...
Zaten uzun, hatta orta ve kısa vadede hepimiz öleceğiz.
Bir avuç toprak ya da süslü bir kabir. Her halükarda aynı toprak altı. Benzer solucanlar didikleyecek, aynı böcekler kemirecek.
Orada ne iktidar, ne ihtiras, ne böbürlenme.
Baki kalan bu kubbede, hoş, loş, boş ya da nahoş bir seda.
Ama inleyerek, ama inleterek!
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 17:42