Medya
  • 5.10.2006 15:23

YAZARLARIN AYŞE KAVGASI SÜRÜYOR : KIZIN İŞİNİ HAŞMET BİTİRDİ

Hasan Pulur'un Ayşe Yılmazel'i yerden yere vurmasının yaşanan polemikler artarak devam ediyor. Hıncal Uluç ve Haşmet Babaoğlu'nun yazıyla ilgili Pulur'u yüklendiler. Polemiğe sürrpriz bir isim katıldı. Hem de çok ağır bir yazıyla... Yazıdan kısa başlıklar:
 
- Hıncal Abi, senin yazdığın gibi Ayşe kendisi gitmedi. Yani Aktüel'den Ayşe'yi ben kovdum. Parasını da azalttım çünkü gece gündüz çalışan editörün iki katı para alıyordu...
 
- Ona git muhabirlik yap, haber yap, bizle sabahla, takımın bir parçası ol, şeklinde saf nasihatlerde bulundum. Oysa Ayşe şöhretli bir köşe yazarı olmak istiyordu... Onca muhabirin, editörün arasında olmuyordu anlayacağın. Ne kadar zorlarsan zorla senden Ayşe Arman olmaz kardeşim!..

- Ayşe"ye durumu anlattım ona ihtiyacım olmadığını nazikçe söyledim. Verdiği cevap neydi biliyor musun Hıncal Abi? 'AMA BENİM BAZI AYRICALIKLARIM VAR'  

- Danimarka'daki Roskilde festivaline Sabah gazetesini temsilen Ayşe'nin gideceğini öğrenmiş bulundum. Ancak nasıl olduysa olmuş benim yerime bu kez Ayşe davet edilmişti. Meğer Haşmet Babaoğlu halkla ilişkiler firmasını örgütlemiş, Sabah kontenjanı için Ayşe'nin adını yazdırmış. Gidemediğim için değil tabii ki, bunu hiç beklemiyordum sadece. O gün Haşmet Abim de benim için artık Haşmet Babaoğlu oldu.
 
- Ayrıca bir önerim var Hıncal Abi: Bu işi fazla eşeleme, sonra Hasan Pulur abimizden özür dilemek zorunda kalırsın... 
 
MANSUR FORUTAN'IN YAZISININ TAMAMI

Mansur Forutan-AKŞAM

Hıncal Abi, açıp n'oldu diye bi' sordun mu? 
 
On beş yıldır yapmadığım bi şey yapıyordum ki kendimi balçığa bulaşmış bir halde buldum. Hayatta üç günden fazla bir yerde kalamam. Alışkanlıklarım artık taşlaşmış ve bunu kırmak için Bodrum'da ev tuttum. Arkadaşlarım dalga geçti, dördüncü gün dönersin, biz de gider çökeriz diye... Dördüncü gün ve hala televizyon yok, internet yok... Evin etrafı kurbağa dolu ve geceleri onları inceliyorum... Bir tosbağa gördüm, şanslıysam bir de kirpi bulurum. Yandaki eşeğin anırması huzur vermeye başladı. Bahçe suluyorum, yemek yapıyorum... Bunlar beni ayakta tutan rejime tehdit aslında ama şimdilik teslim oldum...

Bir yandan da, yan gözle medyanın didişmesini izliyorum buradan, ve açık söyleyeyim 'Bunlar kafayı yemiş' demekten alamıyorum kendimi. Ve sevgili Hıncal Abi beni de bulaştırmış.

Konu: Ayşe Özyılmazel.

Hıncal Abi'nin yazısının başlığı 'Kovulduğu dergiye kapak olan kız..'
 
Ne kadar başarılıymış falan filan da yazının geri kalanı... Önce düzeltelim Hıncal Abi, senin yazdığın gibi Ayşe kendisi gitmedi. Yani Aktüel'den Ayşe'yi ben kovdum. Hayır, istifa etmedi, ben kovdum... Evet, parasını da azalttım çünkü gece gündüz çalışan 35-40 yaşındaki editörün iki katı para alıyordu...

Ve pilav üstü döner kıvamındaki yöneticilik hayatımda kovduğum tek kişidir Ayşe... Peki, Hıncal Abi hiç merak edip sordun mu neden diye? Soruyu sormadan dün cevabını vermişsin. Ben şimdi sana doğruyu anlatayım.

Aktüel'e geldiğimde kafamda farklı bir dergi iskeleti vardı. Olduğu yerin çok dışında bir konuma getirmek istiyordum. Ve bu düzende Ayşe'nin 'kötü' yazıları ihtiyacım olan en son şeydi. Ona git muhabirlik yap, haber yap, bizle sabahla, takımın bir parçası ol, ancak o zaman bu işin tadını çıkartabilirsin şeklinde saf nasihatlerde bulundum. Oysa Ayşe tüm Türkiye gibi şöhretli bir köşe yazarı olmak istiyordu... Ne yazık ki ekipte yazar olacak en son kişi Ayşe'ydi. Sevgi treni tonunda yazılar yazıyordu. Ben eğer ekibime adil olduğumu gösteremezsem kimse beni iplemez, ve Hıncal Abi bugüne kadar çalıştığım kim varsa emin ol benimle gene çalışır; hem de koşa koşa gelir. Ayşe Hanım bu işe bozuldu... Bu arada dergideki hal ve tavırlarını anlatmak istemiyorum. Bir şımarıklık, bir havalar... Onca muhabirin, editörün arasında olmuyordu anlayacağın. Ne kadar zorlarsan zorla senden Ayşe Arman olmaz kardeşim!..

Sonra bir gün Teşvikiye Cafe'de son konuşma için bir araya geldik. Durumu anlattım ve ona ihtiyacım olmadığını nazikçe söyledim. Verdiği cevap neydi biliyor musun Hıncal Abi? 'AMA BENİM BAZI AYRICALIKLARIM VAR' dedi. Dondum kaldım. Masadaki arkadaşlarımla göz göze geldik, 'bu ne diyor ya' olduk... Ve ben de 'sen git o zaman o ayrıcalıklarını kullan' dedim. Ayrıcalık burada H.U olarak mütalaa edilebilir.

Sizi arayıp bunu söylemeye utandım. Ayrıca makama çağırılmadan giden biri olmadım hiç... Turgay Ciner yazılarımı kestiğimde bile 'O binadaki tek dostum olarak' kapınızı çalmadım. Çünkü 'benim hiçbir ayrıcalığım yoktu'. Odanıza kariyerim boyunca bir kez girdim... Yani kulis, bizans falan da bilmem.

Çok şükür maçam yeter yapmak istediğime.

Hıncal abi açıp bir sordun mu?

Size biri bu yanıtı verseydi n'apardınız?

Daha bitmedi. Sonra Ayşe, Günaydın'da yazmaya başladı, ki mecra olarak onun yazdıklarına çok daha uygun bi' yerdi. Durumu kişiselleştirmedim. Dostluğumu sürdürdüm. Anlamıştır diye saf bir inanışa kapıldım konuyu kapadım.

Sonra bir gün... Danimarka'daki Roskilde festivaline Sabah gazetesini temsilen Ayşe'nin gideceğini öğrenmiş bulundum. Roskilde'ye daha önce Mehmet Tez, Kanat Atkaya ve Haşmet Babaoğlu ile gitmiştik. Carlsberg götürmüştü ve bu üçlü bu festivalin demirbaşı gibiydi. Ancak nasıl olduysa olmuş benim yerime bu kez Ayşe davet edilmişti.

Meğer Haşmet Babaoğlu halkla ilişkiler firmasını örgütlemiş, Sabah kontenjanı için Ayşe'nin adını yazdırmış. Sahneye Black Sabbath çıkacak ve bunu Ayşe izleyecek?!!!

İki gün önce Serdar Ortaç konserinde halay çekeceksin sonra gidip Ozzy izleyeceksin... Hıncal Abi bu meslek bu kadar mı ucuzladı?..
Dürüst olayım, bu olay canımı çok acıttı. Gidemediğim için değil tabii ki, bunu hiç beklemiyordum sadece. O gün Haşmet Abim de benim için artık Haşmet Babaoğlu oldu.

O gün bu adamların içerisinde ne yapıyorum diye ciddi ciddi düşünmeye başladım... Ve elimi ayağımı çekmeye başladım. Bu hırsla, bu statü endişesiyle, bu varlıklı olma çabasıyla ben mücadele edemem dedim.

Tek derdim var, o da işimi iyi yapmaktır.

Ve Hıncal abi, Ayşe'nin kapak olması benim ayıbım değil, derginin ayıbıdır!

Ya da haklısın ben maldan anlamıyorum, bu kız torpilli filan değil süper yetenekli bir yazar...

Asabımı gene bozdunuz, DIGITURK bağlatmaya gidiyorum, zap krizim tuttu!..

Başlarım kirpisine, tosbağasına...

Bu sümük çukuruna beni de çektiniz ya...

Ayrıca bir önerim var Hıncal Abi:

Bu işi fazla eşeleme, sonra Hasan Pulur abimizden özür dilemek zorunda kalırsın...

POLEMİĞİN TARİHÇESİ: HASAN PULUR, HINCAL ULUÇ VE HAŞMET BABAOĞLU'NUN YAZILARI
 
HASAN PULUR"UN YAZISI
 
Köşe yazarı nasıl olunur?
"KÜÇÜK Hanım"ın canı gazeteci olmak, yazı yazmak istiyormuş, ne yapsın?
Bize göre en doğrusunu yapmış, yazılarını Hıncal Uluç'a vermiş:
"Ben mesleği öğrenmek, haber yapmak, koşmak, masaların üzerinde sürünmek istiyorum; beni harcayın, köpek edin!" demiş...
İçini, ne kadar içtenlikle dökmüş değil mi?
Ya adam seçimindeki isabet!
Hıncal Uluç, sağ olsun kızcağızı fazla köpek etmemiş, "Gel benim köşemde takma isimle yaz!" demiş...
Bir hafta, iki hafta, üç hafta; bir bakmış yazısı Hıncal'ın köşesinde "Sevginin Günlüğü" diye yayımlanmış...
* * *
O gün bugün talihi açılmış, herhalde başta Hıncal Uluç, elini tutan "Yürü ya kızım!" demiş ki, çok yol almış çokkk!
"Küçük Hanım" eskilerin deyimiyle, Hıncal Uluç'a medyunu şükran, "Onu sırtımda Kâbe'ye götürsem hakkını ödeyemem!" diyor.
Buyurun bakalım, hac kontenjanına iki kişilik yer daha ayırın, "Küçük Hanım" iki büklüm Hıncal Uluç sırtında, malum kahkahalarını atarak hac yolundalar. Başlarına bir kaza gelmese de...
* * *
ŞİMDİ şakayı bırakalım da, her güzel, zeki kız yazılarını Hıncal Uluç'a gönderse olur mu?
Hiç olur mu? Bu işler bu kadar ucuz mu?
Ya nasıl olacak?
"Bu dünyada doğru yerde, doğru zamanda, doğru insanla karşılaşacaksın!"
Bir de bu işlerin ya erbabı olacaksın ya da erbabını bileceksin!
* * *
SONRA gel zaman git zaman "Vatan"dan teklif gelmiş, o da kalkmış gitmiş. İş görüşmesini Haşmet Babaoğlu yapmış. İş miş derlerken mercimeği fırına vermişler.
Ama günahına girmeyelim, Haşmet Babaoğlu, alışılanın dışında, kızımıza asılmamış...
Tam tersi olmuş, kızımız Haşmet Babaoğlu'na asılmış. Asılmış ama tam dört ay...
Haşmet Babaoğlu dört ay kaçmış, hanım kızımız da dört ay asılmış, kovalamış, sonunda teslim olmuş...
"Hiç de pişman değilmiş!..
Eğer ısrar etmeseymiş, adam elden gidermiş, öyle diyor. Şimdi iki yıldır beraberlermiş...
Aralarında 24 yaş fark varmış, lakin çok şeyde uyuşuyorlarmış. O yaşı gereği hiperaktifmiş, Haşmet Babaoğlu ise Boğa burcu, oturaklı adammış. Onu zaptetmeye çalışıyormuş, patlatıyormuş kafasına bir tane otur aşağı diye?
Peki Hıncal Baba'sı bu "seviyeli birliktelik"e ne diyormuş ya da ne demiş?
Gülmüş, hanım kızımıza "Seni iş için yolluyoruz, yaptığın işe bak!" demiş... (x)
Sanki bu iş değil?
* * *
DİYECEKSİNİZ kim bu?
Kim bu "Küçük Hanım" ya da hanım kızımız?
Ayşe Özyılmazel...
"Sabah" gazetesinin eki "Günaydın"ın köşe yazarı...
Biz "Gazetecilik, köşe yazarlığı meslek değildir" dediğimiz zaman tepesi atanlara saygıyla sunarız.
Gazetecilik, köşe yazarlığı "meslek" değil, iştir iş!
Nasıl iş?
İşte böyle bir iş!
Sinemanın kadın, kız oyuncularına yakıştırılan hoş olmayan bir deyim vardır:
"Onların yolu, yönetmenin yatak odasından geçer!" diye...
Artık bu iftiradan vazgeçsek iyi olacak...
———-
(x)Yeni Aktüel, sayı 64/2006-40, Özsel Tortop
Hasan Pulur / Milliyet

HINCAL ULUÇ'UN YAZISI
 
Hıncal Uluç
Hasan Pulur'a yakışmayan satırlar!..
 
İğrenç bir yazıydı.. Aşağılık.. Pislik.. Okurken kusmak istedim.. Çöpe atsam kirletir.. Öylesi..

Ana önemlisi bu çirkin, bu ayıp, bu yüz karası, bu meslek utancı yazının altında, bu meslekte en sevdiğim, en saydığım, bu köşede defalarca sevgi ve saygıyla andığım, ağabey dediğim bir imzanın olmasıydı..

Hasan Pulur (Ona artık ağabey demem söz konusu değil..) bu yazıyı bir bunalım, bir kriz anında mı yazmış?.. Yoksa sarhoş muymuş yazarken?. Ya da feci bir kıskançlık krizine mi girmiş, "Ben fena halde yaşlanırken köşeler pırıl pırıl gençler tarafından işgal ediliyor" diye..

Belki hepsi.. Belki hiç biri.. Ama bildiğim Hasan Pulur'un derhal bir ruh doktoruna ihtiyacı var..

Bir sözüm de Sedat Ergin'e tabii.. Gazetenin şef editörü.. Genel Yayın Müdürü..

Editör "Edit etmek"ten gelir.. Yani yazıları elden geçirmek.. Gerekirse kesip biçmek (Edit o işlem zaten), ya da gazeteye hiç konmamasına karar vermek..

Doğrudur.. Fikir hürriyeti.. İfade özgürlüğü.. Ama yazar ipin ucunu kaçırmışsa, editör, hele hele şef editörün fena halde müdahale hakkı vardır.

Sedat Ergin böylesi bir yazının Milliyet'e, Abdi İpekçi'nin Milliyet'ine yakışıp yakışmadığına karar vermeliydi.

İşte burada Hasan Pulur'un 1 ekim Pazar tarihli ve "Köşe yazarı nasıl olunur" başlıklı yazısını Milliyet Akil Adamına, yani ombudsmanına şikayet ediyorum. Yanıtını merakla bekliyerek..
Başından sonuna aşağılayıcı bir ifade ile yazılan yazıyı buraya aynen almak isterdim, nasıl bir rezillik olduğunu göresiniz diye.. Ama köşem kirlenir..

Bir fikriniz olmalı..

"Küçük Hanımın canı gazeteci olmak, yazı yazmak istiyormuş, ne yapsın?. Bize göre en doğrusunu yapmış, yazılarını Hıncal Uluç'a vermiş" diye başlıyor.

Haşmet'le birlikteliğini anlatarak devam ediyor ve..

"Sinemanın kadın, kız oyuncularına yakıştırılan hoş olmayan bir deyim vardır: 'Onların yolu yönetmenlerin yatak odasından geçer!' diye" diyerek de bitiyor..

Bu utanç verici yazı günümüz gazetelerinde köşeler işgal eden, her birini büyük keyifle okuduğum genç kadın köşe yazarlarının tümüne saldırı aslında..

Başta Pulur'un Milliyet'inin Ece Temelkuran'ı, Ebru Çapalar, Ebru Drewler, Ece Vahapoğulları, Elif Aktuğlar ve ötekiler nerden geçtiler acaba, köşe yazarı olmak için?..

Ya da yıllanmış gazeteci Hasan Pulur, yarım asrı aşan meslek yaşamı boyunca hiç mi yetenekli bir gence rastlamadı?.. Hiç mi yetenekli bir gencin elinden tutmadı?.. Tutmak için yatak odasını şart mı koştu ona?..

Hasan Pulur başta Ayşe bir yığın genç kadın gazeteciye salyalarla saldırarak çok çirkin bir gazetecilik örneği vermiştir.

Böyle bir gazeteciliği yargılaması gereken bir kurum da Basın Konseyi'dir. Basında ahlakı korumak için kurulan kurum.

Bir yıllanmış gazetecinin genç kadın meslekdaşlarına böylesine çirkin saldırmasına karşı ne tavır alacağını merakla beklediğim Basın Konseyi..

Rezilliğe el koymak için ille de şikayet mi beklerler?.. Resen müdahale hakları yok mudur?.. Yoksa, işte bu yazı, açık şikayet dilekçemdir, kamuoyu önünde yapılmış..

Hasan Pulur, derhal, çok açık ve çok net bir ifade ile, bu rezil yazıyı yazdığı sütunlarda, özür dilemelidir..
 
HAŞMET BABAOĞLU'NUN YAZISI

Haşmet Babaoğlu-Vatan
Ey Pulur, bir gün hak yerini bulur!
 
2 gündür karşılaştığım herkes “Hasan Pulur’un çirkin saldırısına cevap vermeyecek misin?” diye soruyor.
 
Milliyet’in duayen yazarı Pulur’un Hıncal Uluç’a, Ayşe Özyılmazel’e, bana ve aslında medyadaki bütün kadın gazetecilere ağır biçimde hakaret eden yazısını kastediyorlar.
 
Bakıyorum, çoğunun gözlerinden böyle bir yazıyı okumuş olmanın; o bel altından vuran kin ve hasede tanık olmanın utancı yansıyor.
Tabii birkaçının gözlerindeki ifadede bıyıkaltı gülümsemelerin, pusuda bekleyen darbelerin izleri de var. Olacak elbet, insanlık hali!
 
***
 
Peki sadede gelelim: Pulur’a cevap verecek miyim?
 
Doğrusu şu yaşa geldim, bu kadar terbiyesizce kaleme alınmış bir köşe yazısına az rastladım.
 
Böylesine maddi çarpıtmalarla dolu ve bu kadar alçak düzeyde bir yazıya nasıl yine yazıyla cevap verilebilir, bilmiyorum ki!
 
Tazminat davası açmak falan bana göre işler değil.
 
Böyle durumlarda genellikle yüz yüze cevap vermeyi tercih ederim.
 
Fakat Pulur’un yaşına duyduğum saygı buna engel olur.
 
Kaldı ki, yüzünü bile görmek istemem.
 
Atılgan Bayar geçen gün Habertürk’te şöyle yazdı.
 
“Utanç içindeyim.
 
Önce Şebnem Schaffer’in bekâret raporunu medyaya göstermesi utandırmıştı.
 
Sonra Hüseyin Çelik’in kartvizit çorapları.
 
Şimdi de Hasan Pulur’un o bel altına vuran tuhaf yazısı.
 
Tuhaf, diyorum, çünkü kilitlendim, söyleyecek söz bulamıyorum.
Sinsi, geliyor aklıma, uymuyor; edepsiz geliyor, o da uymuyor.
Tuhaf bir şey bu. Münasip kelimeyi bulamıyorum.”

***
 
Üç gündür ben de o münasip kelimeyi arıyorum Atılgan.
 
Arıyorum ama bulamıyorum.
 
Ne Hasan Pulur’un yazısını tarif eden münasip kelimeyi ne de verilecek en münasip cevabı!
 
Belki o düzeyde terbiyesizleşmek, öylesine aklını yitirmek gerekiyor!
 
Bunlar benim işim değil!
 
Ayrıca Milliyet’in ombudsmanının işine karışmak istemem.
 
Ancak...
 
Artık ömrünün kışına varmış Pulur’a bir tavsiyede bulunabilirim.
Basının “duayen”lerinden olma özelliğine sırtını yaslamayı bıraksın da işlediği günahın ve neden olduğu kalp kırıklığının affedilmesi için “dua”ya başlasın!..

*****
 
Terbiye deyince...

Hani terbiyesizlik işin içine girince kimlikler, parlak unvanlar, uzun yıllara dayanan kariyerler bir anda tuzla buz oluyor, her şey dağılıveriyor ya...
 
Hep Trevanian’ın Şibumi adlı romanında karşıma çıkan şu sözler aklıma gelir.
 
“Terbiye her zaman için merhametten de, cömertlikten de, içtenlikten de daha güvenilir bir şeydir.
 
Tıpkı hak yememenin ve karşındakine eşit şans tanımanın hayatımızda adalet kavramından daha yalın ve önemli olması gibi...
 
Bütün o gösterişli, adı büyük değerler baskı altına girdiğinde türlü mantık oyunlarıyla çözülüverirler.
 
Ama terbiye terbiyedir, öyle kalır.” 

Güncellenme Tarihi : 25.3.2016 02:43

İLGİLİ HABERLER