Medya
  • 9.5.2005 10:26

CANAN-MEHMET BARLAS ÇİFTİNDEN İLGİNÇ AÇIKLAMALAR: KOMŞULARIMIZ BİZİ MEDYAYA İHBAR ETTİ...

At sırtından düşmemeyi başardım

Canan-Mehmet Barlas, biri post-modern, dört askerî darbeye sahne olan bir ülkede 'gazeteci' olmayı anlattı. Mehmet Barlas: "Rodeo binicileri gibi... Atın sırtından düşmemeyi başardım"

Sayın Barlas, geçtiğimiz günlerde "Rüzgâr Gibi Geçti" isimli kitabınızı yayınladınız. Bu son kitabınızda, "soyadı kırımından" bahsediyorsunuz... Nedir bu "soyadı kırımı"?
28 Şubat'ta, gerek o günkü Mesut Yılmaz'ın başbakan olduğu hükümet, gerek 28 Şubat darbesini yapan generaller, gerekse "bir takım" çevreler, Erbakan başbakanlığındaki Refah-Yol hükümetinin devrilmesi için ellerinden geleni yaptılar. Ben de, bunun "demokrasiye" aykırı olduğunu savunduğum için, müthiş nefret topladım. Kimi, "şeriatçı" dedi... Kimi, "Erbakancı" dedi... Hatta, "Erbakan'dan örtülü ödenek alıyor" diye çamur atanlar bile çıktı!.. Ama bana vız geldi. Bildiklerimi yazdığım için, Sabah'ta yazılarım kesildi. O sırada Canan Yeni Yüzyıl'da yazıyordu ve onun da yazıları kesildi. Bundan dolayı, "soyadı kırımı" diyorum. Çok ayıp şeylerdi... Neticede, o dönemde bunu yapanların hepsi ya mahkemede, ya barajın altında, ya siyasetin dışında, ya da mesleğin dışındalar. Neticede biz, bugün yine burada duruyoruz.

O günlerde, sizin analizleriniz ne doğrultudaydı?
Erbakan'ın başbakanlığının devam etmeyeceğini görüyordum. Uyardım da... O günlerde bir toplantı yapıldı, ben de gittim, "Sen devrildin!" dedim. Erbakan'la Çiller arasındaki koalisyon protokolüne göre, Erbakan ayrıldıktan sonra Çiller başbakan olacaktı. Onu kabul etti ve hızla erken seçim kararı aldılar. Benim istediğim de zaten oydu. Çiller, darbe olmadan başbakan olsun, erken seçime gidilsin ve sonra ne olacaksa olsun!.. Ancak buna vakit kalmadı...

Gelelim, o günlerde sizi "şeriatçı" olarak gören dostlarınıza...
Türkiye'de bu, çok kötü bir alışkanlık... Meselâ bir gazeteci, veya her hangi bir iş adamı, dincilerle yan yana olduğu zaman diyorlar ki: "Mutlaka bir çıkarı vardır. Değişir..." Bazı bürokratlarda vardır bu... Eğer sol iktidar ise, solcu olur... Sağcıysa, sağcı olur... Dinciyse namaza başlar, cumaları kaçırmaz ... Beni de, öyle olmadığımı defalarca kanıtlamama rağmen öyle sandılar!.. Çıkar ilişkisi olsaydı, Özal'ı öldükten sonra hâlâ savunur muydum? İnandığım için savunuyorum. Orada Erbakan'a inandığım için değil, demokrasiye inandığım için beraber oldum. Onlar sandılar ki, şeriatçılık... Sanki Türkiye'ye şeriat rejiminin gelmesini istiyorum!.. Saçma bir şeydi ama Türkiye'de saçmalığın sınırı yok.

Peki dostluklarınıza bu anlamda ket vurdular mı?
Tabii... Ama faydalı oldu... Bu, askerrejimlerde rejimlerde olur; 12 Mart'ta da olmuştu... Sonuçta gerçek dostlar kalıyor...

"Darbelerde, dostluklarınızı test edebilirsiniz" diyorsunuz, öyle mi?
Tabii... Babam da politikacı olduğu için, bunu babamda da gördüm. Darbe olduğu dönem ile olmadığı dönem arasındaki fark çok büyüktür. Marifet, mevkiye bağlı olmayan sürekli dostlukları koruyabilmektir. Biz, onlara fazlasıyla sahip olduğumuzu gördük.

Canan Hanım, Mehmet Bey kitabında, dostlarınızın bu tepkilerine sizin inanmak dahi istemediğinizi ve başka sebepler aramakla meşgul olduğunuzu yazmış...
Bana göre, Mehmet ciddi bir "enternasyonal entelektüel"dir. Toplumun önünde gider... "Kanaat önderi" derler ya... O günlerde de, Tayyip Erdoğan ve ekibinin geldiğini gördü. Ama onun bu görüşünü, "Şeriat düzenini destekliyor" diye tercüme ettiler. Bu da, beni çok şaşırttı. Etrafımızdaki insanlar, birer birer kayboldular. Tabii yakın arkadaşlarımızla normal hayatımızı sürdürüyorduk ama hiçbir Babıâli patronu, hiçbir gazeteci hatırımızı sormadı. Askeri gerilimler, insanları insanlıktan çıkaran gerilimler... Belki de, gerçekten evde namaza duruyoruz zannettiler... Mehmet de zaten yazmış kitabında... O günlerde, "Evet, namazı beş vakitten üç vakte indireceğiz... Erbakan'la bunu konuştum" diye matrak geçiyordu... Düşünün, komşularımız bile "Şimdi Erbakan geldi... Türkeş geldi..." diye, bizi medya patronlarına ihbar ediyordu... Halbuki biz, karı-koca işten kovulmuşuz ve onlar da, "Geçmiş olsun!" demeye geliyor...

Medya patronu derken, internet sitelerini kastediyorsunuz her halde?
Hayır... Buradan, büyük medya patronlarına, Mesut Yılmaz'a, "Şimdi Erbakan geldi, yanında şu kişiler vardı, şu kadar oturdu" gibi haber gidiyordu!.. Bakın, bir gün Erbakan bize geldi. Yanında Tayyip Erdoğan... Mehmet, "Sayın Erbakan, size niçin 'Hoca' diyorlar? Cami hocası mısınız, mektep hocası mı?.."diyerek sordu: "Sizin yanınızda niçin kimse içki içmiyor?.." Sonra, "Sizinle demokrasi yolunda, kısa bir yol arkadaşlığım var... Ama bu arkadaşlık, referansınız İslam olduğu sürece, uzun süreli olmayacaktır..." dedi. Ve Tayyip Erdoğan, orada, bana göre ilk kez, "Referansımız demokrasidir" şeklinde konuşma yaptı ve bir süre sonra da Erbakan ile yolları ayrıldı...

Peki Mehmet Bey, 12 Mart ve 28 Şubat'ta iki kez meslekten uzaklaştırıldınız.

Ülkemiz koşullarında, "Halen gazetecilik yapabildiğime göre başarılıymışım" diyor musunuz? Başarılı bir gazeteci olmak ayrı, "survivor" olabilmek ayrı... Rodeo binicileri gibi... Demek ki, atın sırtından düşmemeyi başardım. Maraton koşmak meslekte... Ama, bu kesintiler olmasaydı, çok daha fazla şey yapabilirdim. Yapamadım...

Dede rolündeyim, bana karşı haksızlık oluyor!

Ailenize, kızınızın bir buçuk yaşındaki oğlu Faruk Anter'in ardından, iki ay önce oğlunuzun oğlu Cem Barlas da katıldı. Dede olmaktan memnun musunuz? Dede olmak çok güzel... Türk müziğini severim ve en beğendiğim besteci Dede Efendi'dir. Şimdi, ben de "dede efendi" oldum. Çok mutluyum... Tabii insan, devamını görüyor ki, müthiş bir olay... Kendin gibi hissediyorsun, etinden parça gibi... İnsan, ilerleyen yaşla birlikte, kendi çocuklarının bebekliğini unutuyor. O yüzden hayatın başlangıcının ne olduğunu, insan denilen mucizenin ne olduğuna bir kez daha tanık oluyorsun. Bütün dünya, nano teknoloji ile uğraşıyor; ciplerin küçülmesi... Dünyadaki en küçük nano teknoloji cenin... Müthiş bir beyin, vücut, evreni kaplayacak zeka, bu kadar küçük bir hücrede toplanıyor. O mucizenin nasıl tam bir insan olduğunu görüyor ve heyecanlanıyor insan...

Peki bir yandan da yaşın ilerlediğini hatırlatıyor mu? Utanıyorum tabi!.. Çünkü benim meslektaşlarım var; mesela Hıncal Uluç... Benden, bir ya da iki yaş daha büyük; ama 22 yaşında kızlarla geziyor. Mankenlerle beraber... (Canan Barlas, bu anda kahkahalar atıyor...) Reha Muhtar... Mesela o da benden biraz küçük; ama o da zayıflıyor, sigarayı bırakıyor, havalarda uçuyor... Şimdi ben, dede rolündeyim. Bana karşı haksızlık oluyor...

Mehmet Bey, Canan hanım ters ters bakıyor!.. İstediği kadar baksın... Gerçekler ortada... (Kahkahalar)

Canan Hanım, bu konuda siz ne diyeceksiniz? Yok hiç gerçek değil.. O, aslında hayatından çok memnun... Burada, sadece biraz cilve yapmaya çalışıyor... Üstelik o, çok da bebek sever...

Siz büyükannelikten memnun musunuz? Olağanüstü... Ben, öyle bebek sevmem... Evcilik oyunu da sevmezdim... Gözüm daha çok dışarıda, iş yaşantısında olduğu için... Kendi çocuklarımı severek büyüttüm, çok da seviyorum ama çok çocuk sevdiğimi söyleyemem. Fakat torunlar gelince, başka bir dünya başladı. Mehmet'in söylediği gibi, bir insanın oluşumunu izlemek müthiş... Üstelik bizim devamımız... Ailenin büyüdüğünü görmek, sonsuzluğa karşı bir savaş vermek gibi... Büyükanneliği, herkese tavsiye ediyorum...

"Özal'ı, uzaylı gibi gördüm"

Sayın Barlas, merhum Özal ile dostluğunuz biliniyor. Sormak istiyorum, Özal'da keşfettiğiniz neydi?
Özal'ı ben uzaylı gibi gördüm: E.T... Malatya'dan çıkmıştı, ama bir ayağı da Amerika'daydı. Birincisi, Türkiye'de söylenilmeyen sözleri, düşünülmeyen düşünceleri, müthiş bir cesaretle seslendiriyordu. İkincisi, "Yapacağım!" dediğini yapıyordu. Türkiye'de mahalle kahvesine giderseniz, herkesin, "Bir iktidar olayım, şunları şunları yapacağım!" diye anlattığını görürsünüz. Bunu, politikacılar da çok söyler... Özal, ne söylüyorsa hepsini yapıyordu ve yaptığı işlerin hepsi de dünya paraleldi, uyumluydu...

Sizleri, insanı olarak birbirinize yakınlaştıran ortak noktalar da var mıydı?
Türk müziğine olan merakımız... Türk müziğini çok seviyordu. Fasıl yaptığımız zaman, Özal da burada oturur, ben de burada otururum ve beraberce söylerdik. İkincisi, gülmeyi biliyordu. Üçüncüsü, her konuya meraklıydı. Papağan gördüğünde, "Onu nasıl konuşturacağım", hızlı motor gördüğünde, "Bunu nasıl kullanacağım!" diye düşünür. Ben de meraklıyım!.. Bir de arkadaştık. Cumhurbaşkanı bile olsa, doğum günlerimde gelir, "Hadi bize gidiyoruz" derdi...

Kitabınıza bakılırsa, merhum Özal da gazeteci Barlas'ı değil, arkadaşı Barlas'ı seviyormuş!..
Evet... Bir akşam beraberdik... Omzuna elimi attım... "Benim şişman bir arkadaşım var, cumhurbaşkanı..." dedim... "Benim de bir arkadaşım var, gazeteci... Ama gazeteci olduğu için değil, hiç yalan söylemediği için seviyorum" dedi. Çok iyi arkadaştık... Birbirimizi çok seviyorduk..

Bir de Turgut Özal'ın diyetine ilişkin bir anekdot aktarmışsınız... Merak edebilecek okurlarımız için Özal diyetini anlatır mısınız?
Turgut Bey'in boğazına çok düşkün olduğu kesindi. Diyet yaparken, mutlaka o diyeti bozacak bir şeyler de yapardı. Hatta bir gün Yusuf Bozkurt Özal'a da, "Ağabeyin hasta... Hem prostat kanseri nedeniyle hasta, hem de by-pass olmuş... Zayıflaması lazım" dedim. " Bizim aile yapımız böyle... Biz, zayıf olduğumuzda mutsuz oluruz!" dedi... Bir keresinde de, bize geleceklerdi. Perhiz yaptıkları için Canan'a, "Perhiz yemekleri yaparsın!" dedim. Ama o, hem perhiz yemeği, hem de normal yemekler yapmış... Yemekte, baklava ve kabak tatlısı da vardı. Turgut Bey, Semra Hanım'a, " Bak bakalım Semra, baklava tatlı mı, değil mi!" dedi. Semra Hanım, baklavanın tadına baktı ve "Yiyebilirsin, çok tatlı değil" diye cevap verdi. Sonra kabak tatlısının tadına baktı, "Bu da çok tatlı değil" dedi. Turgut Bey, perhiz yemeğinin ardından tatlısını da yedi...

"Yatağımdaki düşman!"

Kitabınızda, kadın gazeteciler için evliliğin güç olduğunu vurguluyor, "Hele bir kadın gazeteci, meslektaşı ile evlenirse daha da zorlaşır" diyorsunuz... Neden?..
Rekabet var tabii.. İşteki rekabeti eve taşımak, problem oluyor. İkincisi burası erkek toplumu ve kadınların yeri, daima bir kademe daha aşağıda... Çeşitli inançlar var: Kadın geç vakte kadar çalışamaz... Kadın, erkek kadar her yere giremez... Bu sadece gazeteciler için değil; kadın başbakan için de geçerli. Tansu Çiller başbakan oldu. Başbakanlığın bir özelliği şudur; siyasetçi, sabahlara kadar adamlarıyla birlikte olur, sofralar kurulur... Ama Tansu Çiller saat 12.00 oldu mu, kocasının yanına çekiliyordu. Onun için hiç yakın çevresi olmadı. "Dün akşam Başbakanlaydım" diyen erkek çıkmadı ve Tansu Çiller'i izole ettiler!.. Kadın gazeteciler de öyle...

Evliliğinizde, mesleki fedakârlık yapanın genellikle Canan Hanım olduğunu belirtmişsiniz. Evlendiğinizde, Cumhuriyet'ten ayrılan da o oluyor. Fedakârlık niçin hep ona düşüyor?
Canan, Cumhuriyet'e geldiğinde, ben orada yer edinmiştim. Köşe yazarıydım... Dış Haberler'in başındaydım... Ayrıca dizi-yazı yapıyordum ve ayrıca birinci sayfada çalışıyordum... O ise, yeni bir stajyerdi... Benim ulaştığım noktaya ulaşması zaman alacağı için böyle bir fedakarlık yapmak zorunda kaldı.

Canan Hanım, bu kararı siz nasıl aldınız?
Bana dedi ki, "Bir evde iki gazeteci olmaz! Sen, bu gazetecilik işinden vazgeç..." Bir de, bana, tanıştığımız gün evlenme teklif etti. O gün de, benim gazetede çalışmaya başladığım ilk gündü. Gazetede birikimleri olup da taviz vermiş durumunda değildim. O, dış politika yazarıydı, gece sekreteriydi ve ben, çiçeği burnunda bir gazeteciydim...O gün, "Evet" ya da, "Hayır" demedim. Ama sonra, benim gazeteci olmamı ve gazetede kalmamı istemedi. Sosyoloji eğitimim sırasında psikoloji de okumuştum ve Bakırköy Akıl Hastanesi'nde işe başladım. Ancak güç koşullarda çalışıyordum ve oğluma hamile kalınca, o mesleği daha fazla yapamayacağımı düşündüm. Oğlumu beş yaşına getirinceye kadar, çalışmadığım için çok sıkıntı çektim. Önce başka mesleği yapmak ve ardından çalışmamak beni etkilemişti, baş kaldırdım ve "Her şeyi yeniden gözden geçirelim!" dedim.

Ve gazeteciliğe başladınız. Hatta Ankara'da rakip de oldunuz. Mehmet Bey, TRT Haber Dairesi Başkanı olduğunuz dönemde, Hürriyet muhabiri olan eşinize açıkça tuzak kurduğunuzu ve onun yapacağı haberleri önceden öğrenip, kameraman ve muhabir yolladığınızı itiraf ediyorsunuz... Bu, tartışma mevzu olmuyor muydu?
Orada özel bir yapı vardı. TRT tek kanaldı. Benim rakibim, Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet'ti ve eşim de benim rakibimdi. Şimdi rakibin evinde yaşayınca, "Yatağımdaki düşman" gibi... Filmi var ya Demi Moore'un... Evimdeki düşmanı alt etmek için ne yapacağım? Eğer Dışişleri'ne gidiyorsa, bir adamımı görevlendirirdim ve orada ertesi günün Hürriyet gazetesinin manşetini yakalayabilirse, ele geçirmeye çalışırdım. Üçkâğıtçılık yapıyordum... Ama mesleki...

Bir de bir Çin gezisi öncesinde "Gelemezsin... Bir başka gazetenin muhabirisin... Milliyet'ten aldığım harcırah ile benim odamda kalmana izin vermem!" demişsiniz... Canan Hanım, siz o geziye katılıp da niçin başka odada kalmadınız?
Ona izin vermedi. Şimdi, onun hesabını versin!..

Mehmet Bey, ne diyorsunuz?
Haksızlık ettiğimi yazdım... Şimdi olsa yapar mıyım, bilemiyorum... Bu kafamla yapmam... Titizlik yapmışım... İnsan ömrü zaten 60-70 yıl, onda da saçma sapan tatsızlıklar yaratıyorsun!.. Erkeklerin geç olgunlaşmasından kaynaklanan bir olay... Erkek şovenliği...

Canan Hanım, Çin gezisi konusunda ne söyleyeceksiniz?
Bunu, ben de kendi kitabımda yazdım... Bu bana, hayatında yaptığı en büyük haksızlıktı. Çünkü ben, ondan önce Çin'e gönderiliyordum!.. "Ben gideceğim, sen kalacaksın" dedi ve bu bana ağır geldi. Başka oda konusunda ise "Olmaz!" diyordu. "Bizim evliliğimiz daha mühim!" diyor... Genç bir gazetecinin kafa karışıklığı... Onu hiç affetmediğim için, onun rahatsızlığını halen yaşıyor. Ama o kadar da kusuru olsun... Çok mücadele etti. O kadar da haksızlık yapıversin!.. (Kahkahalar...)

(D.B. TERCÜMAN)

Güncellenme Tarihi : 17.3.2016 12:03

İLGİLİ HABERLER