Medya
  • 15.2.2004 13:39

ENGİN ARDIÇ: FENLENMİŞ ABLALARDAN 'NASIL ORGAZM OLUNUR' EDEBİYATI

Canlı Pompei Yalak basının cicili bicili pazar eklerine bayılıyorum... Dön dolaş en fazla iki bin kişiyi ilgilendiren meseleyi nasıl da ‘milli mesele’ haline getiriveriyorlar... Esas olarak yarı aydın yarı cahil kadın okuyucuya yönelik ve elbette ‘aşk meşk yazılarıyla’ desteklenen bu eklerde, kadınlara mal satmaya yönelik numaralar ağırlık taşıyor; bol reklam, bir de beleşe yenilip içilen lokantalara övgü yazıları. Kozmetik, ve de ille zayıflama reçeteleri. Haa, bir de fenlenmiş ablalardan ‘nasıl orgazm olunur’ edebiyatı... Bu, kadın okurun azıcık ‘sofistike’ yani yırtmış, yatan kalkan kesimi için. Daha bir gabilere yapılan abla edebiyatı, ‘konuştuğum çocuk beni öptü, acaba gebe kalır mıyım’ düzeyinde mektup yayınlamak şeklindedir. ‘Sevgililer Günü’ gibi kefere bayramları da, zibidiler için biçilmiş kaftan abuklama fırsatı... Tabii, Türkiye’de yaşanan ‘reel hayat’ her gün bu kadar zevzekliği taşıyacak dolulukta ve renklilikte olmadığı için de kısa sürede laf tükeniyor, ‘en iyi on bar’ gibi fiyakalı başlayan diziler gide gide ‘en iyi on kanatçı’, ‘en iyi on işkembeci’, ‘en iyi on ayakkabı boyacısı’, ‘en iyi on korsan kasetçi’ gibi soytarılıklara sıkışıyor!... Biz de bakar bakar güleriz. Cebi kırkından sonra para, çükü de kırkından sonra kadın görmüş birtakım kart serserilerin, aklı başka şeye ermeyen çaçula gazetecilerin mesaileriyle desteklenen kağıt ziyanlığıdır bu... Yeteneksiz kadın yazarlar için bulunmaz mecradır, kıymetini bilsinler. Bu eklerde, hiçkimsenin pişirmediği yemek ve hiçkimsenin içmediği kokteyl tariflerinin yanı sıra, birtakım turistik yazılar da yayınlanır. Bu yazılarda, cebinde akrep olan gazetenin muhasebe müdürünün lutfettiği üç kuruş harcırahla gidip oralarda sürünen gariban turizm muhabiri, gittiği yeri ballandırır. Kimi zaman da dış ajanslardan gelen ‘konserve’ yazılar ve resimler, hiçbir düşünce süzgecinden geçirilmeden sayfaya dayanır gider. Yapacağın alt tarafı ‘ışıklı masada slayd seçmekten’ ibaretti eskiden. Şimdi bilgisayardan alıyorlar. Neyse, bu tür varakparelerin varaklarından birinde, geçen gün bir habere gözüm ilişti: Şimdi Viyana’da yaşamak varmış! Olur, kapıcının karısı Sündüs hemen malı mülkü satsın, selis Almanca bilgisiyle gitsin oraya yerleşsin. Boş zamanlarını Musikverein konserlerinde değerlendirir. Viyana’da yaşamak varmış, çünkü ‘yabancılar için en yaşanabilir kent’ anketinde Viyana, Melbourne ve Vancouver ile ilk sırayı paylaşmış. Vancouver’a gitmedim, Kanada’nın taa öbür ucunda, Pasifik Okyanusu kıyısında, ABD’nin Seattle şehrine karşı bir yer. Ama Melbourne’a gittim: Tıpkı Brezilya’nın sonradan üretilmiş başkenti Brasilia gibi, 1927 yılında yoktan kurulmuş bir yapay şehir... Her taraf çok bağlık bahçelik, her yol çok düzgün, Melbourne son derece cansız, son derece ruhsuz, tedirgin edici, hatta ürkütücü bir şehirdir! Hani tıpkı, Sarı Konaklar gibi. Her şey var, hayat yok. Hayatı hayat yapan küçük aksaklıklar, küçük düzensizlikler, hatta küçük pislikler yok. Yaşamıyor. Cenevre de ruhsuzdur ama hiç olmazsa ‘suni’ değildir. Bakın Viyana, o bir ‘müze şehir’, gezmelik ve görmelik bir tür ‘canlı Pompei’. Ama yaşamalık değil. Aşırı sessiz ve aşırı dingindir. Nüfusu gayet az. Koca bir imparatorluğa başkentlik ettiği dönemlerde kımıl kımıl kaynayan Viyana, düşmüş bir aristokrat gibi, eski günlerinin anısıyla avunan bir mirasyedi. Viyana’da hiçbir lokantada, hiçbir kahvede yer bulamamak gibi bir sorun isteseniz de yaşayamazsınız: Bir zamanlar Karl Kraus, Peter Altenberg, Sigmund Freud, hatta Leon Troçki, hatta Adolf Hitler gibi adamların şakırdattıkları Cafe Central, Cafe Griensteidl, Cafe Schwarzenberg gibi yerlerde masalar arasında üç metre uzaklık vardır, üç de uyuz müşteri. İstanbul’dan vazgeçmem, bütün rezilliği, bütün bokluğuyla. Hiç de yaşanası değildir, şu ankette de 89. olmuş. Hemen arkasından Karaçi ve Dakka geliyor! Engin Ardıç Star Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 21:38

İLGİLİ HABERLER