Medya
  • 4.6.2016 14:10

Günün öne çıkan yazar ve köşe yazıları

Editörün seçtiği köşe yazıları

"Bilişim Çağı" ve Globalleşme" gibi olgular hayatımıza girmeden önce, gelecekte neler olacağını tahmin etmek ne kadar kolaydı. Örneğin Soğuk Savaş yıllarında Amerika'nın da Sovyetler Birliği'nin de kime ne yapacaklarını kolayca tahmin edebilirdik.
Amerika kendisi ile tam uyum içinde olmayan müttefiklerinde askeri darbeler yaptırıp onları hizaya getirirdi. Sovyetler de Kızıl Ordu'yu gönderip Moskova'ya başkaldıran Demir Perde ülkelerindeki muhalifleri tutuklatırdı.
Öngörülemeyen şeyler ise, teknolojinin hayatımıza neler getireceğine ilişkin alanlarda yer alırdı. Mesela İngiltere'nin ünlü Royal Society'sinin Başkanı Lord Kelvin, 1895'te yaptığı açıklamada "Radyonun geleceği yoktur" demiş... Bu Lord Kelvin "Havadan daha ağır uçan makineler yapmak imkânsız" da demiş mesela. Radyo dergisi "Listener"in editörü ise "Benim ve sizin yaşam süremizde televizyon hiç önem kazanamayacaktır" diye yazmış 1936'da... Radyoda eğitim programlarını başlatan Mary Sommerville de 1948'de "Televizyonun geleceği yok, televizyon tavadaki bir yağ parlaması gibidir" şeklinde görüşünü açıklamış.
Siyasi müneccimlere gelince... Müstafi ABD Başkanı Nixon 1971'de "Vietnam savaşı muhtemelen Amerikan tarihinin son savaşı olacaktır" kehanetini seslendirmemiş miydi? Kendi geleceğini bile göremeyen Nixon, ABD'nin Irak ve Afganistan'ı işgal edeceğini nasıl görebilirdi ki?
Şimdi "Komplo teorileri" ve "Büyük akıl" üzerindeki çeşitlemelerle geleceği öngörmeye çalışıyoruz. Ve bazı ülkelerin bahtsız insanları, başlarına gelecekleri bu çeşitlemelerden çıkarsamaya çalışmaktalar. Bu açıdan bakınca bazı coğrafyaların insanlarının hayatları, kendilerini "Gelişmiş" olarak gören ülkelerdeki hayvanlar kadar değer taşımıyor.

Bugün, eski Fransız modelinden Amerikan modeline dönmenin, daha doğrusu kendimize özgü bir Türk modeli yaratmanın sancısı içindeyiz. Fransa 1958 yılında nasıl değişik bir modele yöneldiyse... Orada bu kabuk değişiminin "amillerinden" biri de Cezayir savaşıydı, biz de onu çağrıştıran düşük yoğunluklu ve yerel bir iç savaş yaşıyoruz.
Yenilenmenin vaktidir. Eski sistem duvara toslamıştır, 1958 Fransası gibi. "Güçlü başkan" modeli bünyemize daha uygundur.
Bürokratlar istedikleri kadar aksini iddia etsinler, halkımız Atatürk'ü de şapka giydirdiği için değil, bilinçaltında "bir çeşit yeni ve güçlü padişah" gibi algıladığı için çok sevmişti: Balkanlar'ı geri alamayan güçsüzler yerine, İzmir'i geri alan güçlü önder.
Ondan sonra gelen İnönü ancak "bürokratların padişahı" olabildi!
Kim ne derse desin, halkımız bir dönem Ecevit'e de solcu olduğu için değil, önce "Kıbrıs'ı geri almış" gibi göründüğü için, daha sonra da "Apo'yu yakalamış" gibi göründüğü için teveccüh göstermiştir. (1974'te eline geçirdiği fırsatı 1979'da, 1999'da eline geçirdiği fırsatı da 2001'de piç etti batırdı, o ayrı...)
Yürütmenin yasamadan bağımsız olacağı yeni sistem hem daha demokratik olacaktır, hem de halkımızın bilinçaltı dürtüleriyle ve özlemleriyle örtüşecektir. Başkanlık sistemi halkoyuna sunulursa, Kâbe'si Paris'te olanlar hayır oyu, Kâbe'si Mekke'de olanlar da evet oyu vereceklerdir. Ve halk ağır basacaktır, çünkü Nâzım'ın dediği gibi "ağır ellerini toprağa basıp doğrulmuştur" bir kere...

Dertleri 1915 Tehcir'i, Ermeniler, ortak acılarımız falan değil. Gezi, Fethullahçılar, PKK falan derken içerideki işbirlikçileri eliyle yön veremedikleri bağımsız Türkiye'yi, artık direkt dış politikayla şekillendirmeye çalışıyorlar.
Bunu görmemek için kötü niyetli olmak gerek. Öyle ya, Türkiye tarihiyle zaten yüzleşiyor. Devletin en tepe makamları defalarca 1915'in ortak acıları için taziyede bulunmadı mı?
Oyunu görüyoruz. Savunma sanayimiz yerlileştikçe, dış politika eksenimiz başka devletlerin çıkarları değil Türkiye'nin menfaatleri olmaya devam ettikçe benzeri hamleler de sürecek.
Peki, biz ne yapacağız? Cevap net. Rakiplerimizi, düşmanlarımızı bu denli rahatsız edecek ne yapıyorsak onu yapmaya devam edeceğiz!
Geçmişin acılarını o günün gerçekliğinde değerlendirip komplekse kapılmadan ekonomik, askeri ve politik açıdan daha güçlü olmaya çalışacağız.
Eğer istedikleri gibi geri adım atarsak, savunma sanayimizi dışa bağımlı olarak bırakırsak, rekabet gücümüzü artıran dev alt ve üstyapı projelerini kesersek, petrol ve doğalgaz gibi enerji nakil hatlarındaki iddiamızdan vazgeçersek belki hedef olmaktan çıkacağız. Ama o zaman da eskisi gibi azgelişmişlik girdabında debelenip duracağız.
Özetle çok çalışıp daha az kulak asmak zorundayız. Baksanıza, ABD Başkanı Obama, yüzbinlerce sivili katlettikleri Japonya için "özür dileyecek misiniz" sorusuna nasıl yanıt veriyor: "Hayır. Savaşta böyle şeyler olur. Konuyu tarihçilere bırakalım."

Bir kısım arkadaşa göre de, büyü "2014" yılında bozuldu. Vaktiyle Erdoğan taraftarlığını kimselere kaptırmayan, yakın zamana kadar AK Parti'nin ve Erdoğan'ın sunduğu bütün imkânlardan yararlanan; "Hep biz... Hep biz..." diyen, "Biz olmasak, Erdoğan olmaz; AK Parti diye bir şey de olmaz" demeye getiren arkadaşlar bunlar. Bu arkadaşlara göre, 2014 yılından sonra her şey değişti.
Erdoğan'da "diktatörleşme eğilimleri" başladı. Eskiden ne güzel şiir yazarlardı, konserlere giderlerdi, sanat üretiminde bulunurlardı. Ülkenin içinde bulunduğu şu hal bütün bunlara engel oldu.
Erdoğan'da diktatörleşme eğilimleriyle birlikte, tahammülsüzlük baş gösterdi.
En önemlisi, "seviye" düştü. Ülkeyi bir avuç trol ve danışmanlar ordusu yönetmeye başladı. Erdoğan "yapıcılığı" gitti, Erdoğan "yıkıcılığı" geldi. Mantık, akıl, sağduyu gitti; "üst akıl, şer güçler, faiz lobisi" geldi. Dahası, yeni bir "statüko" oluştu. Kemalist statükonun yerini, Erdoğan statükosu aldı. Ve eskinin "Yeni Türkiye"si hayal oldu.
Oysa, halkın iradesiyle seçilmiş Ahmet Davutoğlu'yla işler ne güzel yürüyordu (ne güzel yürüyecekti), "seviyeli siyaset" dönemi başlamıştı, yolsuzluğa bulaşmış liderlerin "hesap verebilir" olduğu bir Türkiye umudu doğmuştu. Erdoğan'ın MKYK hamlesiyle işler çığırından çıktı.
Bu müdahale, öncelikle "halkın iradesine saygısızlık"tı. Sadece diktatörlüklerde görülebilen "tuhaf bir müdahale"ydi bu ve Erdoğan bir kez daha "düşük seviyeli troller"in, bütün çıkar alanlarını tutmuş "danışmanlar ordusu"nun tuzağına düşmüştü. Bu Erdoğan'da akıl diye bir şey yoktu.
Halkın iradesine yönelik bu saygısız müdahale, bu "yeni statüko girişimi" olmasaydı, "Başkanlık" meselesi gündeme gelecek, Erdoğan o çok istediği koltuğa oturacaktı. Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu "evrensel hukuk normları temelinde 'kuvvetler ayrılığı'na dayalı, 'denge-denetleme' prensibinin hukuki çerçevesinin çizildiği modern bir başkanlık sisteminin hazırlanması için kolları sıvamıştı. Bu çerçevede parti hukukçularından ve akademisyenlerden oluşan bir komisyon kurulmuştu, ciddi mesafeler alınmıştı..."
Davutoğlu millet iradesine rağmen gitmek zorunda bırakılınca, Başkanlık meselesi de "coşkusunu yitirdi..."
Bir kısım arkadaş böyle diyor. Ben de bu bir kısım arkadaşa şunu soruyorum: Emareleri 2014'ten önce de fazlasıyla görülen ve alkışlamaktan helak olduğunuz "uygulamalar", nasıl oluyor da 2014'ten sonra statükoculuğa ve "tek adam yönetimine dayalı diktatoryal uygulamalara" dönüşüyor? Dilinizin altındaki baklayı ne zaman çıkaracaksınız?

Odaklanmak önemli... Nereye odaklandığın, niçin odaklandığın çok önemli... Çünkü her değerli şey gibi görmenin de bir bedeli var; bazı şeylere de "kör" kalacaksın! Popüler kültür; filmler, diziler bizi cinayetlerin heyecanına, canilerin hikâyelerine odaklıyor.
O kadar ki, bir an geliyor kötülüğün gerçekliği artık kadrajın dışında kalıyor ve kurbanların gerçekten öldüğünü görmez oluyoruz. İlginçlik manisi var bir de! Tv programları, dergiler, hafta sonu ekleri hep "ilginçlik" denen şeyi yüceltiyor; "mana" gitgide silikleşiyor.
Lafı nereye getireceğimi anlamışsınızdır.
Bazılarımız toplumsal dikkatin Alman Meclisi'nin kararına veya Suriye'de PYD/ABD ittifak krizinin derinleştiğine yöneldiğini sanıyor ama yanılıyor. Dün ben bir kafede bu konularda yazmaya çalışırken çevremdeki masalarda Galatasaray Lisesi mezunu, belki ODTÜ'lü (üniversite reddetti bu iddiayı) dört kişinin katili genç bir adam konuşuluyordu. Maktulleri düşünen yoktu ama "artık bizim de bir Dexter'ımız var galiba" heyecanı vardı.
Sonra eve gidince gördüm ki, tv'lerde de tabiri caizse aynı coşkulu tartışma vardı. Şöyle yapmış, böyle yapmış; demek ki bizim de bir seri katilimiz olmuş. Konuşmalar bu minvaldeydi. Doğrusu, uzun yıllar popüler kültür ve medyanın toplumsal zihin üzerinde bire bir etkili olduğu tezlerine mesafeli yaklaştım. Fakat son zamanlarda bu kanaatimi ağır ağır terk ediyorum ve dün o kafede içimden geçirdiğim soruyu buraya da aktarıyorum: Bütün hevesve merakımız bu muydu? Toplumca eksikliğini derin biçimde hissettiğimiz şey neydi yani; bu seri katil eksikliği miydi?

 

İttihatçı ağalarımızın bu Almanya aşkı dolayısıyla koskoca imparatorluğumuzu kaybettik. Tek sebebin de bu olduğunu iddia eden indirgemeci bir yaklaşım içinde değiliz ama bunun belirleyici faktörlerin başında geldiğini az buçuk tarih okuyan herkes rahatlıkla anlayabilir. Bugün Alman Parlamentosu'nun "Ermeni Soykırımı" üzerinden geliştirdiği tutum aslında bir yönüyle de kendilerine yöneliktir. Çünkü o tarihte Osmanlı yönetimini elinde tutan İttihatçı ağalar Almanya'nın tamamen güdümündeydiler.
Muhtemelen bugün "Ermeni soykırımı" diye adlandırılan o tehcir ve tenkil operasyonunun akıl hocaları da Almanlar'dı. Osmanlı ordularını komuta eden Alman paşalarının bilgisi olmadan bu tür bir politikanın belirlenmiş olduğuna inanmak zaten mümkün değil. Alman Parlamentosu'nun bu kararı üzerinden bütün Almanlar'ı suçlayan bir bakış açısına sahip değiliz. Ama tarihin kaydettiği en büyük zulmü de Almanya'nın işlediğini bilmeyen yok.
"Yahudi soykırımı" Alman mahkemelerinde de tescillenmiş bir gerçekliktir. Hitler'in torunları şimdi kalkmış bizi soykırım yapmakla suçluyorlar. Sadece Hitler'in torunları dersek haksızlık etmiş oluruz.
Türk asıllı Alman milletvekillerinin asıl bu karar tasarısında nasıl belirleyici bir rol oynadığı ortada. Onların isimlerini vermeye gerek yok.
Hitler'in torunlarından bin kat daha kendi ülkesinin Cumhurbaşkanına ve Hükümetine düşman olan bu Mankurtların sergilediği Erdoğanfobik tavır her anlamda patolojik bir örneklik sunuyor bize. İsmi Türk olan ama kendileri Mankurt olan o siyasi zavallıların Erdoğan'ın şahsında cisimleşmiş AK Parti liderliğini köşeye sıkıştırmak için başvurdukları bu hamle bilinsin ki içerde Erdoğan liderliğini de AK Parti'yi de çok daha güçlü kılacaktır.

 

Güncellenme Tarihi : 4.6.2016 14:27

İLGİLİ HABERLER