CAN DÜNDAR''DAN MÜTHİŞ BİR ÖZELEŞTİRİ VE SORU: ÖLÜMLE PENÇELEŞEN BİRİNİN FOTOĞRAFI ÇEKİLMELİ Mİ?
Sevgili meslektaşım Oğuz Uçar
Sizinle Bolu’daki üniversite söyleşim sırasında karşılaşmıştık ve
burada yansıttığınız soruları cevaplamıştım.
Bir kez de internet huzurunda “açık” cevap istediğiniz anlaşılıyor.
Memnuniyetle...
Önce iki konudaki şaşkınlığımı belirteyim.
Olayın üzerinden 21 yıl geçmiş.
Ben yazıyı yazalı 10 yıl olmuş.
Kitabın yayınlanmasının üzerinden 8 yıl geçmiş.
“Gerçeği” ifşa için 10 yıl beklemiş olmanız ne garip değil mi?
Şaşırmama neden olan ikinci konu ise şu:
Ben bugün utanarak hatırladığım bir mesleki/insani hatayı
başkalarına ibret olsun diye yazıyorum, siz kalkıp “O hatayı ben
yaptım” diye sahipleniyorsunuz.
Ayrıntılara girmeden şunu tavsiye edeyim ki, eğer siz de olayın bir
parçası idiyseniz, bundan kibir değil, keder duymalısınız. Çünkü
daracık bir odada can çekişen bir insanı fotoğraflamak için burnunun
dibine girmeyi, ben gazetecilik saymıyorum artık... Tedavi için de
hiç bir zaman geç olmadığını düşünüyorum.
Gelelim olayın ayrıntısına:
Her şey kelimesi kelimesine anlattığım gibi oldu.
Yazınızı okumayanlar için hadiseyi -10 yıl önceki yazımda
yansıttığım şekliyle- tekrarlayayım:
“Henüz çiçeği burnunda bir gazeteciydim. Hürriyet''te çalışıyordum.
1983 yılıydı. Bir Pazar günüydü. SODEP diye bir parti vardı. Bolu''da
bir toplantı yapacaklardı. Sıradan bir haberdi. Beni gönderdiler.
Partinin Genel Sekreteri Ahmet Durakoğlu''ydu. Kürsüde konuşurken
aniden fenalaştı. Hemen alıp bir odaya yatırdılar. Biz kapının önünde
toplaştık. Durumu ağırdı. Kapı aralığından kalbine masaj yapıldığını
görüyorduk. Nefes alamıyordu. Tam o sırada Milliyet muhabirinin
odaya süzülüverdiğini gördüm. Durakoğlu içerde can çekişiyordu.
Havaya ihtiyacı vardı., ama ne gam.. Halkın da habere ihtiyacı
vardı. Halk elbette bir politikacının son nefesini nasıl verdiğini
görmek isterdi. Halk bayılırdı böyle hikayelere. Bu laflar hep
kulağımdaydı. Daha da önemlisi Milliyet girmişti. Ben giremezsem
kovulurdum. Ertesi gün Milliyet''de o fotoğraf çıkarsa Çetin Emeç
(bizim örgüt lideri) beni öldürürdü. Ben de çekmeliydim. Gözümü
kararttım. Odaya süzüldüm. Fotoğraf makineni doğrulttum. İki üç kez
bastım. Çıktım. Başarmıştım. İşte halk, bir kez daha haber alma
hakkına kavuşmuştu istedikleri fotoğrafı görebileceklerdi.
Ahmet Durakoğlu birkaç dakika sonra can verdi. Hemen en yakın
telefon kulübesine koştum. (Bugün yazarken bile utanıyorum.) Haberi
verdim. ''''Son anında fotoğrafını çektim'''' dedim. Örgüt ayağa
kalktı. ''''Hemen bir taksiye atla. Getir'''' dediler. Bolu''dan bindiğim
takside filmi avucumda sıkı sıkı tutuyordum. Başarmıştım işte.
İstanbul''da Çetin Emeç karşıladı beni.
Kutladı. Ertesi gün, haber ‘Politikacının Ölümü’ başlığıyla manşet
oldu.
Tabii benim fotoğraf da papuç kadar yerleşmişti sayfaya. Ödül aldım
o fotoğrafla. Herkes tebrik etti.
Sonra ertesi gün aklım başıma geldi. Cenazede ailesini gördüm
Durakoğlu''nun. İçim cız etti ve birden korkunç bir endişe yüreğime
yerleşiverdi: ''''Acaba içeri girmesem yaşar mıydı? Acaba o birkaç
saniyede benim çaldığım nefes, onu yaşatmaya yeter miydi? Acaba onu
ben mi öldürmüştüm?''''
İlk sorulardan sonra, bu benim için bir kabusa dönüştü. Uzun süre
geceleri uyuyamadım. Dönüp dönüp gazeteye bakıyor, kendime lanet
ediyordum. Tabii beni böyle koşullandıran örgüte de...
Çetin Emeç, o gün fotoğrafları yüzüme fırlatıp, '''' Bir insan son
nefesini verirken, senin ne işin vardı odada? Bir insanı son
nefesinde bile rahat bırakmamayı gazetecilik mi
sanıyorsun?'''' dese belki gazete o gün o kadar tiraj yapmazdı, ama
kuşkusuz hepimiz bugün farklı bir konumda olurduk.
Bıraktım muhabirliği. Gececi oldum. Üniversiteye sığındım. Yine de
o uğursuz haber, yıllar yılı bırakmadı peşimi. Ama biraz pahalı da
olsa artık öğrendim; hiçbir haberin insan hayatı, insan onuru kadar
değerli olmadığını...
Bir daha hiç kimse bana, hangi gerekçeyle olursa olsun insana rağmen
bir haber yaptıramaz.
Yıllar sonra başta Durakoğlu ailesi olmak üzere herkesten özür
diliyorum.
Ben uğraştım. Tedavi oldum. Darısı diğer terörist arkadaşların
başına...''''
Olay böyle...
Tanıklardan Çetin Emeç ne yazık ki artık yaşamıyor.
Ama beni görevlendiren ve olayı baştan sona Ankara’dan izleyen şefim
Esen Ünür hayatta... İşin aslını ondan da öğrenebilirsiniz.
Notunuzdan anlıyorum ki, yazımdaki tek hata, benimle birlikte sizin
de odaya girdiğinizi zikretmemiş (ya da ”Milliyet”
yerine “Hürriyet’in yerel muhabiri” dememiş) olmam.
Kusura bakmayın, yazının konusu bu değildi.
Ama bunda üzülecek bir şey yok. Orada olduğunuz, ertesi gün çıkan
Hürriyet tarafından belgelendi zaten... Fotoğraflarımız 1. sayfada
yan yana yayınlandı. Biri benim, diğeri sizin imzanızla...
Yani bir hak yeme sözkonusu değil.
Ben sadece kendi gazetecilik refleksimin özeleştirisini yapmıştım.
Fotoğraflarıma gelince:
Bolu’dan taksiyle İstanbul’a geldikten sonra fotoğraflar Hürriyet
binasında banyo edildi. Çıkan diaları Çetin Emeç ışıklı masada, özel
mercekle bizzat kontrol etti. Çabamı tebrik etti, ama fotoğrafların
ışığını ve açısını beğenmedi. (Hala saklanıyorsa Hürriyet
arşivinden o fotoğrafları da bulabilirsiniz) Ertesi gün gazeteyi
alınca, benim olaydan hemen önceki fotoğrafımla, sizin olay anı
fotoğrafını birlikte kullanmış olduklarını gördüm. O fotoğraf (ve
çabalarım) sayesinde de o hafta ödül aldım. Onların kayıtları da bir
yerlerde duruyordur, arasanız bulursunuz.
Yine hatırlatmak isterim ki, “kimin fotoğrafı iyiydi”yi
tartışmıyoruz.
“Böyle bir durumda gazeteci ne yapmalı”yı tartışıyoruz.
Yazacağınız kitapta, mektubunuzda küçümsediğiniz “insani duygular”la
da ilgileneceğinizi umarım.
Başarılar dilerim.
Kolay gelsin.
Can Dündar
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 23:37