TAHA KIVANÇ-YENİ ŞAFAK
Gerçeği benden dinleyin
Telefon... Türkiye'de öğle saatleri olmalı, ama ben geceye giriyorum... Telefon, bir gazetenin Ankara temsilcisinden... Marc Parris'le ilgili tartışmalar konusunda ne düşündüğümü öğrenmek istiyor. ''Yeni bir gelişme varsa bilmiyorum, Çin'deyim ve Tayyip Erdoğan'ın temaslarını izliyorum'' diyorum... Gazetesinin, o gün, ABD'nin eski Ankara büyükelçisini, 'konumunu kullanarak yabancı şirketlerin lobisini yapmak' ile suçladığını yeni öğrenmişim...
Temsilci, bana, ''Parris gazetecileri de arıyormuş, sizinle de görüştü mü?'' diye soruyor... Bu soru, zihnimi iki gece öncesine yolculuğa çıkarıyor... Yabancı bir meslektaşı beklemek üzere Ankara/Hilton'a giriyorum. Marc Parris otelin girişinde biriyle görüşüyor. Selâmlaşıp iki-üç cemleyle hal hatır soruyoruz. ''Görüşsek'' temennisi ondan mı geliyor, benden mi çıkıyor, hatırlamıyorum... O ertesi gün İstanbul'a, ben sonraki gün yurtdışına gideceğim; ''İşim erken biterse, bu gece dönerim'' deyip ayrılıyorum, dönemiyorum... Oysa, bir meslektaşa sarf ettiği, ''O, aşırı Amerikan aleyhtarı'' tespitini sorgulamak istiyorum eski diplomatın...
Karşılaşma öyküsünü kısaca aktardığım meslektaşın, ''Parris'in hangi gazetecilerle görüştüğünü biliyor musunuz?'' sorusuna ise, ''Mehmet Ali Birand'la görüşmüş olabilir'' cevabını veriyorum... Aramızdaki bütün konuşma bundan ibaret...
Ertesi gün, Çin'de öğle saatlerinde, Mehmet Ali Birand'ın telefonuyla şaşkınlığa uğruyorum. '32. Gün' yapımcısı, ''Yahu'' diyor, ''Ben senden Marc Parris'i Başbakan Abdullah Gül'le görüştürmeni mi istedim?'' Şaşırıyorum. ''Gazetelerden biri, teklifi ilettiğin başbakanın, sana, 'Şu şirket lobicisi herifi bırak Allahını seversen' cevabını verdiğini de yazıyor...'' Şaşkınlığım daha da büyüyor...
Bu defa zihnim, Birand'la Ankara/Sheraton Oteli'ndeki karşılaşmamıza doğru uçuyor... Biri gazeteci diğeri milletvekili iki arkadaşımla otururken yanımıza geliyor Birand. Bir gece önce, 'Manşet' programında beraber olmuş ve sonrasında savaş konusundaki düşüncelerimizi paylaşmışız... Sheraton'da, bana, o görüşlerini bir kez daha tekrarlıyor Birand... Ben de ona, ertesi gün, Başbakan Gül'le Suudi Arabistan'a gideceğimi söylüyorum.
Aramızda, Parris'i başbakanla görüştürmeyi çağrıştıracak bir konuşma geçmiyor... Daha da ilginci, uçağıyla seyahat eden gazetecilerden biri olarak konuşma fırsatı bulduğum Başbakan Gül'le görüşmelerimizde, bir kez olsun, Marc Parris'in adı anılmıyor... Adı anılmadığı için, Başbakan Gül'ün de, ''Şu şirket lobicisi herifi bırak Allahını seversen'' türünden bir lâf sarf etmesi gerekmiyor...
Sözün kısası şu: M. Ali Birand'ın zaten benden talep etmediği bir görüşme için aracılık yapmadığım gibi, aramızda Birand'ın veya Parris'in adları da geçmiyor... Gazetede bizlerin isimlerimizin karıştırıldığı haber, hem Birand'a hem de bana bühtan...
Her konuda hassas olmamız gereken bir dönemden geçtiğimizin farkında olduğum için, epeydir, ağzımdan çıkanları kulağıma da duyuruyorum. Bazıları bilmeyebilir, ya da bilse de aldırmayabilir, ama böyle ortamlar bizler için can pazarıdır. Bir dev, savaşa karar vermiş ve umutlarını Türkiye'nin sağlayacağı kolaylıklara bağlamış; bütün medya kendisini ayağa kalkmış alkışlarken, sadece birkaç yazar, ''Savaş yanlış, sorun barışçı yollardan çözülsün'' deyip duruyoruz... Savaşı aklına koyan dev için bizlerin sivrisinek kadar değeri olmaz... Her zamankinden daha dikkatli olmamız doğal...
Marc Parris'in bir meslektaşa benim için sarf ettiğini işittiğim, ''O, aşırı Amerika aleyhtarı'' cümlesi de, yine aynı sebeple önemli benim için... O cümleyi işittiğimde, zihnim, sadece bir gün önce, radyosu için benimle röportaja gelen genç Amerikalı gazeteciye gidiyor... Röportajın bir yerinde, sözlerimi, ''Ama, yazılarınız çok Amerikan aleyhtarı'' itirazıyla karşılaştığım Amerikalı'ya...
Parris'le görüşmek istememin sebebi, 'Amerika aleyhtarı' olmakla beni suçlayan Amerikalı meslektaşa söylediklerimi tekrarlamak. Yarı yaşımdaki genç Amerikalı'ya, ''Yoo'' dedim, ''Asla senin ülkenin aleyhinde biri değilim; tam tersine Amerika'ya hayran ve dostum ben... Bugün yapmaya çalıştığım Amerika'nın yanlışlarına işaret etmek. Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi kavramları savunan Amerika'mı geri istiyorum ben...''
Daha önce sizinle burada paylaşmadığım bir kanaatimi yazmanın tam sırası. Bir süreden beri, bana, ''Savaş ne zaman çıkacak?'' diye soranlara hep aynı cevabı veriyorum: ''Savaş aslında çoktan başladı; bizim çabamız kan dökülmeden bitmesini sağlamaya çalışmak...'' Savaş, hem de en acımasızı, epeydir pek çok alanda devam ediyor; sadece sıcak çatışmalar başlamadı. Yoksa, bir savaş sırasında karşılaşmaya hazır olmamız gereken silâhlı çatışma dışında her türlü yöntem bugün devrede... Klasik savaşlarda 'piyade sınıfı' hangi işe yarıyorsa, bugünün ve yarının çatışmalarında da 'psikolojik savaş' elemanları aynı görevi üstleniyor...
Bu konuları en iyi bilenlerin yaşadığı Çin'de, burada görüp işittiklerimizi sizlere aktarmak varken, Türkiye'de adımın karıştırıldığı bir 'çarpıtma' olayını konu ediniyorum, görüyorsunuz... Hem de, ne yazıldığını ilk elden okuma imkânım olmadığı halde...
Çin'i benden izlemek için hafta sonunu bekleyeceksiniz...
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 19:09