KAYNAK : Haber Vitrini
ANKARA- Milliyet Gazetesinde Yavuz Baydar'ın Firet Bila'yı eleştiren bir mektubu yayınlaması ve Bila'nın da karşı cevabıyla birlikte başlayan gerginlik giderek tırmanıyor.Baydar'ın Fikret Bila'ya gönderdiği uzun mektup, dışarı sızınca ortalık karıştı. Baydar bir açıklama daha yapmak zorunda kaldı. İşte gelişmeler...
OLAYIN EVVELİYATI...
Milliyet Gazetesindeki tartışmayı Habervitrini böyle duyurmuştu:
MİLLİYET GAZETESİ'NDE BÜYÜK KAVGA...
ANKARA/Milliyet Gazetesi'nin 'Ombusdman'ı Yavuz Baydar, bir okuyucusundan gelen; 'Başbakanla sık sık görüşen Fikret Bila,Ecevitin sağlığı konusunda doğru bilgi vermiyor" eleştirisini yayınlayıp bu görüşe katıldığını bildirince Milliyet Gazetesi'nde ortalık karıştı.Aynı gazetede çalıştıkları Baydar'a köşesinden cevap veren Bila,"Ombusdman"ımız Yavuz Baydar’ın da kafası karışmış! Bu kafa karışıklığını gidermenin en sağlıklı yolu Yavuz Baydar’ın Başbakan Ecevit’le röportaj yapmasıdır. Bir taraftan televizyon gazeticiliği yaparken, bir taraftan da Milliyet gibi bir gazetede ombusdmanlığa kadar yükselebildiğine göre bunu başarmak onun için zor olmasa gerekir! " dedi.
İŞTE MİLLİYET GAZETESİ OMBUSDMANI YAVUZ BAYDAR'IN YAZISI
Başbakan’ın sağlığıyla ilgili ‘bilgilendirme’ sürecine yansıyan tavır, okurları da etkiliyor. Hangi haber doğru? Kime inanmalı? Sorular muhtelif, yanıtlar zor
Başbakan’ın sağlık durumu kaçınılmaz bir biçimde gündeme yerleşti. Okurların pek çoğu ülke yönetimindeki kişilerin sağlık durumlarının "doğru bilgilenme hakkı" içinde görülmesini, buna göre davranılmasını istiyor. Kimileri Reagan örneğini veriyor, kimileri ise Andreas Papandreu veya Mitterrand’ın hastalığı sırasındaki yoğun haberleri hatırlatıyor.
Bu yönde eleştiriler de var.
Hakan Gönenç, Ankara’dan yazmış. "Biz her gün düzenli olarak Milliyet alan bir aileyiz. Bu tercihimizin başlıca nedeni, gelişmeleri tarafsız ve seviyeli bir şekilde okurlarına yansıtması ve yazarlarının tartışılmaz kariyerleridir" diye başladığı yazısını, "ancak" diye sürdürüyor: "Son zamanlarda Başbakanımızın ortaya çıkan sağlık sorunlarıyla birlikte Milliyet’e olan bakış açım değişmeye başladı. Ecevit’e verilen kortizonlu ilaçların etkisiyle kilo alması ardından Sayın Fikret Bila, onunla röportajlar yaptı. Sağlık durumunun iyi olduğu, seçimlere yeniden girebileceği söylendi. Sayın Ecevit yarı mobilize, konuşamaz, yürüyemez bir haldedir. Türk halkı ise tam mobilize ve her şeyi görüyor. Bir okurunuz olarak gerçekleri yazmanızı bekliyorum."
TV ekranlarına yansıyan Ecevit görüntüsü üzerine gazeteye gelen tepkilerden sadece biriydi bu da.
Ecevit’in sağlık durumuyla ilgili "tıbbi denetim" boyutu, uzunca bir süre hem bizim hem de okurların kuşkusunu kabartacağa benzer. Okurumuz Baykul Özdem bu çerçevede, 28 Mayıs tarihli Milliyet’te yer alan ‘İş Görür’ Raporu manşetiyle ilgili bazı sorular göndermiş.
Gazetede bu yazıyı okurken, aynı anda Başbakan’ın üç yıllık icraatla ilgili basın toplantısını izliyordum. Başbakan bu raporla ilgili soruya ‘hayır’ yanıtını verdi. Manşet gerçekten de bu rapor görüldükten sonra mı atıldı? Varsa içeriği neden yayınlanmadı?"
Yorum: Bu konuda herkes öyle dertli ve dolu ki. Okurlar bu soruları sormakta haklı da, acaba gazetecilerin ne sıkıntılar çektiğinin farkındalar mı? Ecevit’in sağlığı konusunda halkın haber alma hakkı hiçe sayılmış durumda. Muhabirler, Konut’un önünde 24 saat nöbette. Spekülasyonun haddi hesabı yok. Ülke yönetimini birinci derecede ilgilendiren bu konuda, her gün tek elden sağlıklı bilgi vermek yerine sürdürülen suskunluk, gazeteci - okur ilişkisi bakımından hiç de iyi değil. Milliyet muhabiri Elçin Ergün, "hastane süreci hepimizi zor durumda bıraktı. Hangi bilgi doğru, hangisi yalan, bize bunları anlatacak bir kişi dahi bulamıyoruz, herkes topu başkasına atıyor. Hiç bu kadar zorlanmamıştık" diyor.
Özdem’in sorguladığı İş Görür Raporu ile ilgili haberde, "Başbakan’ın sağlık durumunun işine engel olmayacağı" şeklinde bir ifade var. Muhabirimiz raporun varlığından yüzde yüz emin. Başbakan’ın yalanlaması bir şey ifade etmiyor.
Bu süreçte - Ecevit evine kapanıncaya kadar - Bila’nın Başbakan’la görüşebilme imkanına sahip olması, gazetecilik açısından önemli. Bunu okurların göz ardı etmemesi gerek. Ecevit’le doğrudan, düzenli iletişim kurabilen ender gazetecilerden biri, Bila.
Bir gazete için büyük avantaj.
Ama, sağlık sorunu sürecinde, Ecevit çiftinin uzun bir süredir gerçekleri saklamaya çabaladığı yolunda kamuoyunda köklü bir kanaat de var. Öteki bilgi kanalları kapatılıp, haberlerin ağırlık noktası gelişmede taraf olan bir siyasinin kendisiyle ilgili görüşlerine kayınca, kuşku ortamı besleniyor. Her ne kadar Ecevit, sağlığıyla ilgili bazı konuları Bila aracılığıyla aktarmış olsa dahi, okur kuşkuları sürüyor. Sorunun özünde siyasetçiye güvensizlik var: Açıklığın gereğini anlayamayan bir siyaset anlayışı egemen Ankara’ya.
İçinde yetişktiiği gazeteciliğin sorumluluk duygusunu iyi bilmesi gereken Ecevit gibi siyasetçi, son derece duyarlı bu dönemde sağlığıyla ilgili olarak halkı düzenli olarak tek elden, nesnel bir ağızdan doğru bilgilendirmeyi seçseydi veya seçmesine ısrarla yardımcı olunsaydı, ne gazeteciler bu kadar zorlanacaktı, ne de okurlar. Yaşanan, "şeffaflaşamama" sorununun tipik örneği, ne yazık ki.
İŞTE FİKRET BİLA'NIN CEVABI
Rahatsızlığı nedeniyle Türk ve dünya basınının kendisiyle görüşmek ve görüntülemek için birbiriyle yarıştığı bir dönemde Başbakan Ecevit’le röportaj yapmayı ve evinde görüntülemeyi başarmış olmamızdan rahatsız olanlar var. Ecevit’ten rahatsız olan bir okurumuzun, "Fikret Bila neden Ecevit’le görüşüyor ve neden manşet yapılıyor" anlamına gelen mektubunu sayfasına alan "Ombusdman"ımız Yavuz Baydar’ın da kafası karışmış! Bu kafa karışıklığını gidermenin en sağlıklı yolu Yavuz Baydar’ın Başbakan Ecevit’le röportaj yapmasıdır. Bir taraftan televizyon gazeticiliği yaparken, bir taraftan da Milliyet gibi bir gazetede ombusdmanlığa kadar yükselebildiğine göre bunu başarmak onun için zor olmasa gerekir! Tabii, gazeteciliğin ne olduğunu ve Ankara’nın nerede bulunduğunu biliyorsa!
Bu olayların ardından Yavuz Baydar Fikret Bila'ya uzun bir cevap gönderdi.Ancak yazı, Meydatava'ya da ulaştı.Ve Medyatava Baydar'ın yazısını yayınladı.İşte o mektup:
YAVUZ BAYDAR´DAN FİKRET BİLA´YA MEKTUP
Sayın Fikret Bila
c/c: Sayın Mehmet Y. Yılmaz
Sevgili Fikret.
3 Haziran Pazartesi günkü gazetemizde yer alan Okur Temsilcisi yazısıyla ilgili olarak ertesi günkü köşene yansıttığın tepkini yöntem olarak yadırgadım, üslup olarak ayıpladım. En çok saygı duyduklarım arasında yer alan bir meslektaşıma bu davranışı hiç mi hiç yakıştıramadım.
Keşke, ''elçiye zeval olmaz'' kuralını hiçe saymayıp, bir okurdan gelen soruyu benim köşemde dilediğin ölçüde ve tarzda yanıtlasaydın.
O zaman bu anlamsız ve gereksiz durum ortaya çıkmayacaktı.
''Kafamın karıştığını'' yazmışsın. Bu iddia, bazı temel açıklamaları gerekli hale getiriyor. Olabildiğince açık yazacağım. Netlik çabasını senin tecrübene, bilgine olan saygıma ve bana verilen görevi çok önemseyişime bağlamanı rica ederek...
Bana her gün türlü çeşitli okur tepkisi, sorusu, önerisi, talebi geliyor. Tepkilerin bir kısmı maddi hatalar vs ile ilgili eleştiriler. Bir kısmı küfür, hakaret veya öfke kampanyası (Bunların içinde haklı ''öz'' içerenlere lütfen düzgün bir dille bunu yazın ki ele alabilelim, böyle olmaz'' anlamında cevap veriliyor. Anlamsız ve nefret dolu olanlar doğru çöpe gidiyor), Bir kısmı ''filancanın adresi, e-maili vs nedir?'' gibi sorular. Bir kısmı köşe yazarlarının o günkü kanaatleriyle ilgili destek veya polemik anlamında okur tartışması. Promosyon muzdaribi olan kesim de burayı seçiyor. Onlar da promosyon bölümüne havale ediliyor.
Biliyorsun ki, ''ombudsmanlık'' geleneği gereğince, biz, Milliyet olarak, sadece dil, bilgi ve mantık yanlışlarını düzeltmekle yetinmiyoruz. Öyle olsaydı, basit bir düzeltme köşesi koyar, ''ombudsman'' barıdırmazdık.
Benim yürütmeye çabaladığım bu görev, bunun ötesinde yükümlülükleri ve sorumlulukları içeriyor. Basit bir düzeltmenliğin ötesinde, gazetenin okurla olan ilişkisini eleştiri -özeleştiri, soru -cevap, kuşku -netleştirme gibi eksenlerde ele alıp kurabilmek. Gazeteciye okurun dünyasını sunarken, okura da gazeteciliğin mantığını, sorunlarını, zorluklarını anlatabilmek. Açık ve dürüst bir diyalogla, gazeteci ve okurunu yüz yüze tutabilmek, Gazetecinin okurunu olduğu gibi kabul etmek değil belki, ama anlamaya çabaladığını ve önemsediğini göstermek. Aynı şekilde gazetesini önemseyen okura da sahip çıktığımızı göstermek.
Okurlar sadece eleştiri göndermiyorlar .Bunlar içinde öyle tepkiler var ki, bir soru içeriyorlar ve o soru bizi düşündürmesi gereken bir soru olabiliyor, Kimi zaman okurun ortaya koyduğu bir tavır , gazeteci için ilk bakışta rahatsız edici bir ''karşı çıkış'' olsa bile, çekirdeğinde ''bana bunu açıklayın' talebini içeriyor. Biz bu açık -gizli taleplere karşılık verdiğimiz ölçüde okurlarımıza sahip çıkıyoruz. Ben böyle düşünüyorum. Çünkü bu tür her açıklama, bir(kaç) okur tepkisi üzerine verilen cevap veya ''yazılı düşünme'' olumlu olarak okurdan bize geri dönüyor.
Okur gazetesinin -bir anlamda- savcısı ve düzeltmeni ise, gazeteci de onun eğitmeni, yol göstericisi. Diyalogda bu boyutlar da çok önemli.
Ben genel olarak dünya ombudsman teamülüne uyarak köşe yazılarında dile getirilen kanaatlerle ilgili eleştirileri köşeme yansıtmıyorum. Hakaret, iftira veya ırkçılık bile içerseler. Tüm bu tür tepkileri köşe yazarlarına iletiyorum. Dünyada kanaatleri de eleştirme hakkı tanınmış ombudsmanlar var, ama ben doğrusunun 'kanaate karışmamak' olduğunu düşünüyorum. Kanaat ilişkisinde topu yazara bırakıyorum, ''siz bilirsiniz” diyerek.
Ama, köşe yazılarında yer alan dil, mantık ve bilgi hatalarına dair eleştirileri, haklıysalar, köşe yazarına önce yansıtıp ''köşenizde düzeltmeniz gerekir'' diye iletiyorum, Düzeltme olmadığı takdirde, benim köşemde minik düzeltmeler olarak yer alıyorlar.
Köşe yazılarına ''karışma'' sınırımın çizgisi bu.
Bir de, köşe sahibi gazetecilerin haberleri var .Bunlar zaman zaman köşelerde, zaman zaman da -senin birçok haberinde olduğu gibi- haber sayfalarında yer alıyorlar. Bunlar, elbette ki, okurun sorgulamasına, eleştirisine açık.
Şimdi, gelelim, senin büyük öfkene yol açtığını anladığım okur eleştirilerine.
Hakan Gönenç'in eleştirisi seviyeli ve meşru. Eleştiri bile değil, sadece hepimizin biraz kafasının karışık olduğu bu dönemde okurun haklı bir sorgulaması, Türkçe’si biraz çarpık da olsa, diyor ki: ''Siz saygın bir gazetesiniz. Yazarlarınızın kalitesinin bunda payı çok büyük. Ama ben Ecevit konusunda biz okurların ne kadar gerçeği öğrendiğini merak ediyorum.'
Hepsi bu, İçinde senin adının geçmesi, bu sorgulamanın sana adreslendiğini göstermiyor. Böyle olmasa dahi, seni aradım. Ankara'da siyasetin nabzını en iyi tutan iki-üç gazeteciden biri olarak, bu naçizane okur merakını birinci elden gidermeni rica ettim. Çünkü süreci en iyi bilen bir gazeteci, okuru benden daha iyi aydınlatabilirdi.
Bana cevabın, mealen, ''Sadece bir okur yazmış. Beni okurla muhatap etmeni arzu etmem'' oldu. Israr ettim, ama ikna edemedim, Değerlendirmeyi benim yapmamda mutabık kaldık. İstediğim okur diyaloğu kurulamadı. İçime sinmediği halde, son derece titizlenerek, seni bilhassa incitmemeye özen göstererek, okura durumu açıklamaya çalıştım. Muhabirimiz Elçin Ergün'ün ne kadar zorluklar altında çalıştıklarını da kendi sözleriyle ekleyerek. Senin Ecevit ile birebir iletişim kurabilmenin bu gazetenin haberciliği için ne kadar önemli olduğunun altını çize çize. Devletin ''saydamlaşamama''sına odaklanarak, içten görüşlerimi yazdım.
Okurun görüşünde olduğu gibi, ombudsman değerlendirmesinde de sana karşı hiçbir haksızlık edilmiş değil. Hal böyle iken, sana açılmış olan bir köşe alanını reddedip, ertesi gün konu ile ilgili olmayan bir şekilde gösterdiğin tepkiyi bir mantık çerçevesine sığdırmak mümkün değil, Duygular ağır basmış.
Yöntem de yanlış. Haber üreticisi olan bir köşe yazarı, ombudsmanla olan fikir ayrılığını kendi köşesini kötüye kullanarak ombudsmanla bir hesaplaşmaya sadece Türkiye'de dönüştürebilirdi, dersem bana inan. Basın literatürü içinde tuhaf örnekler oluşturuyoruz ve ben buna çok üzülüyorum. Kredibilitemi kırmaya çalışmana aldırmıyorum ama, sana verilen köşe ayrıcalığını böyle kullanmakla, köşesi olmayan ama okur eleştirilerine uğrayan muhabir arkadaşlarınıza karşı haksızlık etmiş olmuyor musun?
Sana taze bir örnek vereceğim. Biliyorsun, Watergate'i ortaya çıkaran Bob Woodward, Washington Post'un yıldız muhabiri. Beyaz Saray, CIA, FBI ve diğer tüm otorite merkezlerinde -ona biraz kuşkuyla bakılmasına yol açacak denli- kaynakları var, Woodward bir iki ay önce ''Eylül'de 10 Gün'' başlıklı müthiş bir diziye imza attı. Bu dizide 11 Eylül'ü izleyen 1O gün içinde Bush ve ekibinin neler yaptığı, duruma nasıl hakim olunduğu vs vs, birinci elden en üst düzey kaynaklardan anlatılıyordu. Dört dörtlüktü.
Derken, bugüne gelindi. Şimdi, ABD, gizli haber alma servislerinin 11 Eylül'ü önceden bildiği, bunun saklandığı vs tartışmalarıyla çalkalanıyor. Post'un okur temsilcisi son yazılarından birini bu duruma ayırdı. Bizimki gibi, ''haberlerin tam olarak öğrenilemeyişi, gerçeğin soğan kabuğu gibi yavaş yavaş soydukça ortaya çıkışı'' gibi bir durum. Post ombudsmanı yazısında, Woodward'un da adı birkaç kez geçiyor. ''0 dizi çok iyiydi ama'' diyor ombudsman, ''bugün anlıyoruz ki, daha öğreneceğimiz çok şey var''. Bir açıdan bakarsan, Woodward eleştirilmiş gibi. Halbuki öyle değil. Post okurları da aynı şeyi soruyor: '' Acaba siz bizden gerçeği saklıyor musunuz?'' diye. Ombudsman da, özetle, ''0 zaman Woodward bu kadarını öğrendi, şimdi buna yenileri eklendi. Gazete tarihin ilk taslağı olduğuna göre, haberleri birbirine ekleyerek gerçeğe ulaştığımız bir durum bu'' diyor. Bizde de gerçek uzun süreler sonra ortaya çıkabiliyor .
Bir diyeceğim de şu: Ne kadar tecrübeli olursa olsun, Woodward'un böyle bir değerlendirmeye gazetenin bir yerinde karşı çıktığını görmedim. Neden çıksın ki? Biri gazetecilik görevini yapıyor, öteki okurla köprü kurma görevini. Belki aralarında tartışmış, sürtüşmüşlerdir. Ama ''rollere saygı'' ayrı bir şey ..
Sevgili Fikret,
Zaman zaman başka meslektaşlarımdan da alay veya hayretle ''yahu tek bir okur böyle yazdıysa, bu ciddiye alınır mı?'' sorusunu alıyorum. Haklıysa veya meşru bir konuyu, tartışmayı gündeme getiriyorsa, bir veya 30 bin, fark eden ne bunu anlayabilmiş değilim. Bir eleştiri, tepki haklıdır, meşrudur veya değildir. Nicelik değil, nitelik önemli.
Okurla muhatap olmaktan kaçanlar da var. Tecrübeli bir gazeteci olarak sana soruyorum: tirajların bizleri hep aşağıya inme tehdidi altında tuttuğu, gazeteciye güvenin iyice beter bir hal aldığı bu garip ortamda bir okura şefkat göstermek, onu kazanmaya, gazete müşterisi olarak tutmaya çabalamak mıdır yanlış olan?
Kendisine açıklama yapılan bir okurun "beni adam yerine koydunuz, sağolun'' diye bize geri dönmesini yadırgamamız mı gerekir? Okur bize filanca ilden, para harcamayı göze alıp telefon açıyorsa, oturup 15 -20 dakikasını elinden geldiğince düzgün biçimde bir e-mail eleştiri metni yazıp göndermeye ayırıyorsa, kısacası bu gazeteyi az çok önemsiyorsa, seni beni onu ciddiye aldığı için buna gülüp geçmeli miyiz?
Bu sorular üzerine düşünmeni rica ediyorum. Çünkü senin ''sinizm'' tuzağına düşmeyecek kalibrede olduğunu biliyorum.
Hepimizin bir vicdanı varsa, bu meslek o sayede ayakta kalacak. İsmet'in (Berkan) bu hafta başı Ecevit'in sağlığıyla ilgili yazdığı iki yazı -bir örnek sadece- böyle bir vicdanın ürünüydü. Onları okudun mu? Biz, okur önünde ''içimizi de dökebilmeliyiz''. Her zaman doğruları yapmıyoruz, o zaman kendimizden biraz kuşku duyduğumuzu, ''velinimetimiz'' olan okurla paylaşabilmeliyiz.
Ben sana Ecevit'in sağlık süreci konusunda bir gazeteci en doğru nasıl davranmalıydı? sorusunun cevabını bildiğimi söylemiyorum -bence matematik netlikte bir cevabı yok bunun. Ama vicdan ürünü, ölçülü bir ''hesap verme, sesli düşünme' kırıntısı dahi okurunun takdirine yol açıyor, bunu söylemek istiyorum. Bu sana yönelik ''böyle yapsan iyi olur'' çağrısı da değil, sadece benim bu kargaşa ortamındaki izlenimim.
Son olarak şunu söyleyeyim: Ben bu zorlu işi yürütürken, hasarlı mesleğimizin karanlığında bir çakmak alevini canlı tutmaya çabalarken özellikle senin gibi tecrübeli, örnek gazetecilerin hoşgörüsünü, anlayışını, olgunluğunu varsaymak zorundayım. Bu yazısız işbirliği okur için olumlu olduğu kadar genç muhabirler, editörler için de yol gösterici oluyor. Bunu üç buçuk yıllık tecrübem söyletiyor -Şimdiye dek benim köşemde Güneri Civaoğlu, Sami Kohen, Meral Tamer, Hasan Cemal, Hasan Pulur, Melih Aşık ve Taha Akyol- bazıları birkaç kez- eleştiri konusu oldular. Her birine hoşgörüleri ve destekleri için birer teşekkür borcum var. Hiç birinden en küçük bir sitem dahi duymadım. Benim adil davrandığıma, gayret ettiğime inandıklarını sanıyorum.
Aynı şekilde, kimi eleştirilere katılmasa da, bu kurumun yerleşmesi için topyekün destek veren Mehmet Yılmaz'a da teşekkür borçluyum.
Aynı desteği, anlayışı, hoşgörüyü senden de bekliyorum. Okurlar saf olabilir, bir siyasi görüşe uzak durabilir. Bize göre çok aşikar bir konuda kuşku dile getirebilir. Bunlar normal. Ama okuru önemsiyor diye. Onların temsilcisini aşağılamak herhalde bizim meslek anlayışımızın içinde değil.
Zaman ayırdığın için çok teşekkür ederim. Bana haksızlık ettiğin düşüncesini dile getirdim. Dilersen bu mektubu vesile ederek durumu köşende yeniden değerlendirirsin. Onu senin vicdanına bırakıyorum. Meslektaşlığın ve dostluğunun benim için çok önemli olduğunu, olacağını bilmeni isterim.
Yavuz Baydar
Mektubun ortaya çıkmasından sonra Yavuz Baydar Medyatava'ya bir açıklama gönderdi.İşte o açıklama:
AÇIK DEĞİL ÖZEL MEKTUP
Sevgili Medyatava ekibi,
Benim Bila'ya yazdığım mektubu ele geçirmişsiniz. Buna bir diyeceğim olamaz. Ama bir minik ricam var. Bu, bir açık mektup değil.
Sadece özel bir yanıt. Yayınlanamanıza itirazım yok, her ne kadar bir iç yazışma ise de. Ancak, sizden, başlıktaki "açık mektup" tanımını değiştirmenizi özellikle rica ediyorum.
Çünkü bu, sanki metni ben sızdırmışım gibi çok yanlış bir izlenime yol açabilir. Kimseye haksızlık olmasın. Şimdiden teşekkürler.
Yavuz Baydar
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 17:07