Gündem
  • 16.10.2003 10:54

ÖZCAN DENİZ, ESKİ DEFTERLERİ AÇTI: YOK BÖYLE Bİ HAYAT!

CAN DÜNDAR/ MİLLİYET 8 yıl önceydi. Askerdeydim. Tugaya kumpanya geldi. 'Aç-aç' değildi ama bordo takım elbiseli çalgıcılar önünde şarkı söyleyen mini etekli, kısa boylu, hafif toplu dilberin salona yayılan parfüm kokusu, aylardır kadın yüzü görmemiş eratı yerinden fırlatmaya yetmişti. Bizim dilber mikrofonu eline aldı, çalgıcılara işaret verdi ve şarkıya başladı: ''Hadi hadi meleğim/uç da göreyim'' Birden kepler havada uçuştu. Tugay, ''Yaylalar yaylalar''dan daha gür bir sesle, hep bir ağızdan söylemeye başladı. Sonraki günlerde bulaşıkta, nöbette, patates soyma seansında hep aynı şarkıyı duyacaktım. Konserde Meleğim'i yeniden dinlediğimde, şarkıcısını biliyordum artık… Ve onu izlemeye konserine gitmiştim. Ankara Dikmen'de bir açılıştı. Gecekondular ve çok katlı lüks apartmanlar arasındaki bir vadiye kurulan konser alanının bir ucunda cami, öbür ucunda Atatürk posteri, arada da eğlence çadırı vardı. Tam ortada Özcan Deniz, bu kolajı bir araya getiren bir tutkal gibi, başörtülü, dekolteli kalabalığa çığlıklar eşliğinde Meleğim'i söylüyordu. Seyircinin kimi zafer, kimi bozkurt işareti yapıyordu. Tepede bir yerde, varoştan gelmiş izleyiciler arasındaydım. Altıncı şarkıdan sonra, işaretli ellerin serçe parmakları birleşti; hep birden halay çekmeye başladılar. 'Bizlerden biri, ama başarmış, yırtmış' duygusunu kokladım. Önceki gün, Özcan Deniz'le tanışınca bu duygunun boşa olmadığını anladım. Tabii o duyguyu yaratmanın kolay olmadığını da… Varoştan geliyorum Özcan Deniz, Ağrılı Zilan aşiretinden… 1972'de Ankara'nın gecekondu mahallesi Yenidoğan'da doğmuş. Sonra Aydın'a göçmüş, varoşa yerleşmişler. ''Taşradan büyük kente gelip aynı düzen içinde, kenar mahallelerde yaşayan, eğitimsiz, beğeni düzeyi düşük insanların yaşadığı yerse varoş; ben öyle bir yerden geliyorum. Onların içinde doğdum, orada büyüdüm. Aile 8 kişi... 4 kız, abimle ben, annemle babam… 15 yaşıma kadar gecekondumuz sabah yıkılıyor, gece dikiliyordu.'' BMW hayali Babası çalışmıyormuş. Aile parasızmış. Kendisi, çocuk yaşta, abisiyle birlikte karo yer plakaları yapan bir fabrikada çalışmaya başlamış: ''Evden fabrikaya dolmuş, otobüs yoktu. Taksiye de paramız yoktu. Her sabah, Meşrutiyet mahallesinden Yeni Sanayi'ye kadar olan bir saatlik yolu yürüyorduk abimle… İşkenceydi... Her sabah işe giderken 'Biz hep bu yolu yürüyecek miyiz? Hayatımız böyle mi geçecek,' diye konuşurduk.'' Henüz 13 yaşındaymış o aralar… Arada bu ağır işten kaçıp futbol oynamaya, piknik yapmaya, karate salonlarına gitmeye ve dışarıda bu yoksulluktan kaçış için bir fırsat kollamaya başlamış. En büyük hayalleri, bir BMW arabaymış: Bisiklet hırsızları ''Bir gün bir arkadaşın bisikletini çaldık. Anlaşılmasın diye evde bütün aksesuvarlarını söktük. Ama mahalle uyandı, annem anladı, fırça yedik. Bisiklet gitti. Daha sonra motorsiklete göz diktik. Aylarca simit ayranla beslendik. Harçlıklarımızı biriktirip taksitle önden depolu gıcır gıcır mavi bir Peugeot motor aldık. Evin haberi yok. 'Duyarlarsa satarlar' diye haber de vermedik. İşe yine yürüyerek gidip geliyoruz, motoru işyerinde saklıyoruz. Arada çalıştırıp sesine bakıyoruz. Sonra bir gün 'Yeter' deyip bindik ve korktuğumuz şey oldu. Babam haber aldı ve motoru sattı. Yıkıldık.'' İpek mendil tane tane Nasıl dünya çapında birçok müzisyen, romancı, ressam, parasızlıktan sanata başlamışsa, Özcan Deniz de yoksulluktan müziğe merak sarmış. Aydın'da bir arkadaşının düğününde tesadüfen sahneye çıkmış. 'Tesadüfen' dediysek, lafın gelişi… Çünkü Deniz, inanmıyor tesadüflere… 'Her şeyin İlahi güç tarafından inceden inceye kurgulandığına' inanıyor. Kupa 5'lisi diye bir orkestranın önünde utanarak çıkmış ilk sahnesine… 'İpek mendil tane tane' türküsünü söylemiş ilkin… Sonra bir daha… Bir daha… Bayağı bir program yapmış orada… Çıkışta orkestra şefi kuliste, ''Oğlum sen bizimle turneye gelsene'' demiş. ''Babam izin vermez'' diye dertlenmiş Deniz… Şef, avucuna bir para sıkıştırıp ''Sen eve git, konuş babanla, yarın getirsin seni'' demiş. Paraya çıkışta bakabilmiş. Avucunda tam 50 lira varmış. Yani bir aylık maaşı… Babası yine çaldı sanmış parayı, basmış kalayı… Bunun üzerine, aldığı teklifi söyleyememiş; gizlice düğün salonuna gidip ''Babam izin verdi'' yalanıyla işe koyulmuş. Düğünlerde sahneye çıkmaya başlamış. ''Ulan güzelmiş sesin'' Artık bütün Aydın düğünlerden biliyormuş onu... Şöhret olmuş, lakin hala babası durumu bilmiyormuş. Ailesi onu gece mesaisinde sanıyormuş. ''Bir gün bizim mahallede bir düğüne çağrıldık. Afişler asıldı, en üstte benim adım yazıyor. Evin hemen karşısındayız ve ben tir tir titriyorum görecekler diye… Sonra bir ara ben düğünde türkü söylerken, birden babamı karşımda gördüm. Dizlerim titredi. Ama hiçbir şey demedi. Öptü sonra, 'Ulan sesin güzelmiş de haberimiz yok' dedi. Ben artık babamla birlikte gidip gelmeye başladım düğünlere… Kendi orkestramı kurdum. Ve ben bundan zevk almaya başladım. Sahneye çıkmadığım günler huzursuz oluyordum. Henüz 15 yaşındaydım.'' Pavyonda Düğünlerden kurtulabilmek için bir sıçrama yapması gerekiyordu. Ve pavyon dışında sıçrayabileceği hiçbir yer yoktu. Bir menajer genç türkücüyü kapıp İzmir'de Majestik diye bir pavyona götürdü. Orada deneme için parasız çalışmaya başladı. Ama ilk sürpriz, ilk gün yaşandı: ''Tesadüf, o gün sahnedeyken pavyonu polis bastı; beni küçüğüm diye apar topar mutfağa soktular. Yıllardır giydiğim tek bir kostümüm var, papyonlu, onunla bulaşık yıkarken buldum kendimi… Baktım olmayacak, Antalya'ya gittim. Rahmetli İnci Baba'nın kardeşi bizim eniştemizdi. Orada gece kulübü var. Ama polis pek giremiyor. Orada çıkmaya başladım. Sezen Aksu'dan, Burhan Çeçen'e kadar herkesten söylüyorum.'' İlk aşk Dilara İlk aşkı orada yaşamış Deniz… Kızın adı Dilara'ymış… Ondan söz ederken duygulanıyor. Belli ki 15 yaşa özgü saf bir hayalin adıymış Dilara… Şöhrete kavuştuktan sonra ondan bahsetmiş birkaç yerde… Bunun üzerine ortaya çıkmış Dilara ve bu eski aşkı reklam aracı olarak kullanmış. Yıkılmış Özcan Deniz… Şöhretin ilk kurbanı, ilk gençlik aşkı olmuş. Ver elini İstanbul Antalya'da çıktığı yazlık mekana bir gün bir yapımcı getirip dinletmişler küçük türkücüyü… Adam, ''Sesi çok çiğ, pişmesi lazım'' demiş. ''Ben tenorum, o yaşta mezo soprano gibi çıkıyor sesim'' diyor Deniz… Onun üzerine inatlaşmış ve kafaya takmış İstanbul'a gitmeyi…Elindeki avucundaki 3-5 kuruşla Aydın'a gitmiş, orada bir ses yarışmasına katılıp birinci olmuş. Yarışmanın jürisinde Cenk Koray da varmış. Kuliste Deniz'e ''Oğlum senin sesin çok güzel, İstanbul'a gel'' demiş. Sonra da bir akıl vermiş: ''Bir kasede sesini doldur, dinlet insanlara…'' Hemen müzisyenleri toplayıp bir dükkana toplamış Deniz… Teybi ortaya koymuşlar, 'Rec' tuşuna basmışlar. Genç türkücü, mikrofonu alıp Sezen Aksu'dan, İbrahim Tatlıses'ten şarkılar, türküler okumuş. Ailesi İstanbul'a gitmesine izin vermiyormuş. O da abisini kandırmış. ''Sana söz, bana biraz para verirsen sana ilerde BMW alacağım'' demiş. Arabayı duyunca yumuşamış ağabeyi… Arkadaşlarından borç alıp kardeşinin cebine koymuş, otobüsle İstanbul'a uğurlamış. Dönerci çırağı ''1989 senesi kışında ben hayatımda ilk defa İstanbul'a geldim. Doldurduğum kaset cebimde, hatta kaybolmasın diye dikmiştim cebime… Eldeki parayla vapura bindim. Otel aramaya başladım. Sora sora en ucuz Tepebaşı'ndaki Pahama oteli buldum. Ben böyle döküntü otel görmedim ömrümde… Kapısı şişmiş kapanmaz, koridorda alkolik adamlar ayakta Rus kadınlarla sevişiyor. Korkudan uyuyamıyorum. Bu arada her gün Tepebaşı'ndan Unkapanı'na yürüyorum. Giriyorum kapıdan, 'Şu kasedi dinleyin' diyorum. Ama olmuyor. Param da bitti. Ve ben bir gün Laleli'de bir dönercinin kapısında 'Çırak aranıyor' yazısını gördüm. İşe girdim. Tek işim kesilen dönerleri ekmeğe koyup paket yapmak. Hem karnımı doyuruyorum, hem biraz para kazanıyorum.'' Alamancı Özcan Umutsuzluğun en kesif olduğu bir gün, elini cebine atmış Özcan Deniz ve yıllardır cebinde gezdirdiği bir kartı görmüş. Bir Almancı düğününde tanıştığı adamın kartıymış bu… Kart sahibi ''Ben Almanya'ya turneler yapıyorum. Bir gün gelirsen beni ara'' demişmiş. En biçare gününde inmiş resepsiyona, çevirmiş numarayı… Bağırmış telefonun ucundaki adam: ''Aylardır seni arıyorum, neredesin?'' demiş: ''Bir turne için Türkiye'den bir solist getirtecekler. Seni tavsiye ettim, ama sen yoksun ortalıkta…'' Diyememiş, ''Ne turnesi… Ben burada dönercide çıraklık yapıyorum'' diye… ''Abi benim Aydın'a dönmeye bile param yok. Otelde mahsur kaldım'' diyebilmiş. Adam ''Ver otelin telefonunu'' demiş. Aramış geri: ''Şimdi git Pangaltı İş Bankası'na… Müdürü benim akrabam… Sana 400 Mark verecek. Al o parayı, otele borcunu kapat, Aydın'a git, pasaport çıkar, sonra vize işlemlerine başla'' demiş. Emrah'ı kıskandım Hepsini yapmış Deniz, ama vize alamamış bir türlü… Tam 2 yıl uğraştıktan sonra, 1991 yılında Emrah, Öztürk Serengil, Suna Yıldızoğlu gibi yıldızların yeraldığı bir kadroyla birlikte turne vizesi alabilmiş.''Uçağa bindiğim anı tarif edemem. Ülkemi terk ediyorum. İstanbul bile bana büyük ve uzak gelirken, bir tüpün içinde bilmediğim bir ülkeye gidiyorum. Bütün o yolculuk boyunca kafamda binbir senaryoyla uçtum. İnince başka bir boyuta geçtiğimi hissettim. Hiç konuşmuyordum. Hem korku var, hem cesaret. Konserde Küçük Emrah çıktı sahneye, yıkıldı ortalık. Tabii ki benim hayal olarak da en yakın olduğum, en kıskanacağım, 'Ben niye orada değilim' diyeceğim kişi… Kızlar geberiyor, millet alkışlıyor. O bitirdi. Seyirci kalktı gidiyor. Birden organizatör beni tuttu, 'Hadi sahneye çıkıyorsun' dedi. Apar topar müzisyenleri topladılar, Elim, ayağım titreye titreye çıktım sahneye… Bir türkü okudum. Oradaki insanlar türküye hasret… Oturdular. 5. şarkıda ön taraf yıkılıyor, seyirci sahneye çıkmaya çalışıyordu.'' Paralı evlilik Konserden sonra gittikleri restoranda bir kızla tanışmış. Birbirlerine ısınıp hayatlarını anlatmışlar. ''Peki ne yapacaksın şimdi?'' diye sormuş kız. ''Bilmiyorum, burada kalmak istiyorum'' demiş Deniz… İyi de nasıl..? Hiçbir fikri yokmuş. Kız: ''Büyük ihtimalle evlendirirler seni'' demiş, ''Burada öyledir, Türk kızları parayla evlilik yaparlar. Oturma alırsın, sonra boşanırsın.'' Bir süre sonra kendini Almanya'da o kızla evlenmiş olarak bulmuş Deniz… İki sene içinde Almanya'nın en ünlü Türk şarkıcısı olmuş. Kader dönüyor ''1992'nin yılbaşı gecesi. Çok parasızım. Aldığım parayı eve yolluyorum. İş de yok. Temizlik şirketinde çalışıyorum. Evde kız arkadaşım var. Dışarıda millet eğleniyor, biz yattık uyuyoruz. Saat 12'yi geçti. Telefon çaldı: Bir gazino işletmecisi… Türkiye'den yılbaşı gecesi için Yaşar Yağmur'u çağırmışlar, uçak rötar yapmış, millet delirmiş. 'Tamam abi hemen gelirim' dedim. Sevgilimle koşup gittim. Sabaha kadar hem biz eğlendik, hem gelenleri eğlendirdik. Meğer o sırada Yaşar Yağmur gelmiş beni dinliyormuş kulisten… O zaman Motorola'nın ilk cep telefonları var. Aramış Almanya'dan İstanbul'u… Hilmi Topaloğlu'na dinletmiş benim sesimi, telefonda…'' O sırada İstanbul'da… Meğer o sıralar Hilmi Topaloğlu, son parasıyla genç bir çocuğa albüm yapmış. Büyük beklenti içindeymiş. Çünkü piyasaya 3 milyar borçları varmış. Çeklerinin arkası yazılmış, polis onları arıyor, icracılar takip ediyormuş. Ama umut bağladıkları tenor çocuğun sesi, altyapıdaki müziğe yetmemiş stüdyoda... Bunlar elde kayıtlar, solistsiz kalakalmışlar. Ve aradıkları solisti, o sırada Almanya'da son perdeden uzun hava okurken bulmuşlar. (Bir Türk filminde rastlasanız inanmayacağınız türden bu öykü, çok yakında bir Türk filmi olarak vizyona girecek.) Yaşar Yağmur, telefonda ''İşte Hilmi abi, aradığın sesi buldum. Hem eli ayağı da düzgün'' demiş. ''Hemen kap getir'' diye gürlemiş Topaloğlu… Özcan Deniz kendini bir anda İstanbul'da bulmuş. Sonrası yine inanılmaz bir Türk filmi öyküsü… ''Kendimi telefonda dinledim ağladım'' 'Arabanın içindeyim. Camdan dışarı bakıyorum. Nasıl ağlıyorum, biliyor musun? Kriz gelmiş sanki' Hilmi Topaloğlu ile uluşmamız, inanılır gibi değil. Ben tanımıyorum kendisini… Almanya'dan elimde valiz ve palto ile çıkageldim, ofiste bekliyorum. O aralar Michael Jackson geliyor Türkiye'ye… Mustafa Topaloğlu giriyor ofisten içeri… Diyor ki: ''Allah'ın ışınlarını yollayacağım. Bu adam çıkamayacak sahneye…'' O sıralar Türkiye gündeminde ''beyaz balina Aydın'' var. Topaloğlu bir şarkı yapmış Beyaz Balina diye… Son paralarını buna yatırmışlar. Albüm 40 bin basılmış, 60 bin iade var. Korsanı da geri gelmiş. İşte ben tam bu tartışılırken büroya geldim. Benden sonra Mustafa Topaloğlu girdi içeri, ''Demedim mi ben, çıkamadı işte Michael Jackson'' dedi. Bunun üzerine Hilmi delirdi. Gitti bir koli Beyaz Balina kaseti aldı, Topaloğlu'nun ayaklarının önüne attı ve bağırdı: ''O Allah'ın ışınlarını buna yolla da satsın şu kaset ulan…!'' ''Soğanla ağladım'' Bu kargaşa içinde ben ''Almanya'dan geldim'' diyemiyorum. Bir ara orada birine söyledim. Birden herkes sustu. Hilmi aramızdaki tezgahın üzerinden üstüme uçtu resmen… Yüzümü tuttu: ''Bıyığı yok, üstelik genç ve bülbül'' diye bağırdı. Çünkü o dönem türkü ve arabesk söyleyenlerin tümü bıyıklıydı. ''Gel sana şimdi Unkapanı rekoru kırdıracağız'' dedi. Açtı bir dolabı… İçinde Müslüm'ün Mahsun'un bir sürü kaseti… ''Seç'' dedi bana… Seçtim birkaç tane…. ''Şimdi git otele bunların içinden okumak istediklerini seç, sabaha gel, hepsini sana okutturacağım'' dedi. Gittim otele... Unkapanı'nda caddenin karşısında Bitter Oteli… Bütün Unkapanı'na gelen solistler, şöhret olmadan önce orada kalır. Sabaha kadar o şarkıları çalıştım. Ertesi sabah 8'de beni aldılar. Taksim ses kayıt stüdyosuna gittik. Hayatımda ilk kez kulaklık taktım. Bir rüyanın içindeyim. Alt katta çalışma var. Kayıtta balyoz sesleri duyuluyor. 7-8 saat içinde okudum. Hepsi daha önceden okunmuş şarkılar olduğu için Hilmi Topaloğlu, aynı şarkıları farklı isimlerle basıyordu. Mesela bir şarkının adı 'Gecenin Bir Yarısı'; ben onu 'Yine Ağlattın Beni' diye okuyorum. Kasetin adı da bu... Sonra Stüdyo Celal'e gidip fotoğraf çektirdik. Kasetin kapağında benim ağlarken bir fotoğrafım olacak. Palto omzumda, soğanlarla, sigara dumanlarıyla ağlattılar beni, fotoğrafımı çektiler. ''Sen şimdi git, biz sana haber vereceğiz'' dediler. Çıktım. Telesekreterdeki türkü Almanya'ya geri döndüm. 3 ay kimse aramadı. 3 ay sonra bir telefon, Hilmi Abi… İçmiş, telesekreterime not bırakmış: ''Dinle'' diyor ve kaseti dinletiyor. Eve geldim, telesekreterde kendi sesim. Oturdum, sabaha kadar başa sarıp sarıp ağlaya ağlaya kendimi dinledim: ''Yine uykuya hasret hayal dolu gözlerim Bitmeyen hasretimle yine seni özlerim Dinmek bilmiyor hasret, kalpte mazi sancısı Yine ağlattın beni gecenin bir yarısı…'' Şarkıdaki gibi, bir geceyarısı kendimi dinliyorum ve ağlıyorum. Sabah kalkıp Hilmi Abi'yi aradım, ''Hemen atla gel'' dedi. Atladım gittim. Yine ağlattın beni Bundan sonrası da tarifi zor bir duygudur. Uçaktan indim. Taksiye bindim. Radyo açık. Kadir Çöpdemir program yapıyor. Diyor ki: ''Evet canlarım, şu an önümde ağlayan bir çift göz var. Ondan bahsetmeden önce şarkısını dinleyelim. Özcan Deniz… Yine Ağlattın Beni…'' Arabanın içindeyim. Camdan dışarı bakıyorum ve nasıl ağlıyorum biliyor musun? Kriz gelmiş sanki… Hayatım boyunca yaşayacağım en özel duygu bu… Şimdilerde ''Filmin, galan, kasetin için ne hissediyorsun'' diyorlar ya… ben bunun feriştahını hissetmişim zamanında abi…'' Sonrası… Sonrası herkesin gözü önünde oldu. Belki bilinmeyen şu: Özcan Deniz, zengin olur olmaz, borç para bulup Aydın'dan kendisini İstanbul'a uğurlayan abisine hayal ettiği o BMW'yi aldı. 'Radikal olma tribi geldi soyundum' Askere gittim, 3 yıl ara verdim. Artık sokaktaki adam beni tanımıyordu. Unutmuş millet… Birlikte başladığım arkadaşlarım şöhret olmuştu. Arabamı satmıştım. Yarısını aileme yollamıştım. 750 bin lira param vardı. Evde tek çekyatım ve televizyonum var, başka hiçbir şeyim yok. ''Ne yapayım'' diye düşünüyordum. Almanya'ya geri mi döneyim? ''Yalan mı'' diye bir albüm yaptım. 10 gün sonra bir gün evdeyim. Arkadaşım aradı. Televizyonda Fenerbahçe-Trabzon maçı var. ''Maçı aç'' dedi arkadaşım… ''Dinle'' dedi. Dinledim. '''Ali Şen Başkan, Fener şampiyon. Yalan mı… yalan mı…'' diye yıkılıyor tribünler… O dönem bir şey oldu, ne yaptıysam tuttu, olay oldu. Hülya Avşar'ın programına çıktım, ''Askerde cinsel ihtiyaçlarınızı nasıl gideriyordunuz'' diye sordu, utandım, cevap veremedim. Sıkıştırdı. ''Senin resimlerinle idare ediyorduk'' dedim. Gündeme oturdu. Ardından TGRT bir dizi teklifi yaptı. Özdayımın gerçek hayat hikayesinden bir öykü yazdım. Onu çektik. Aşkım Dağlarda Gezer… efsane gibi bir şey çıktı ortaya… İşte o arada bana nereden geldiyse, 'radikal olacam tribi' geldi o ara bana, cesaretlendim. Dizi içindeki bir sahne gereği çırılçıplak soyundum, bu da bir dergiye kapak oldu. Ben o günler Sydney'de konserdeydim, telefon ettim, ''Durum çok karışıksa dönmeyeyim'' diye.. Kapağı bir gördüm, çok kötü, estetik yoksunu… dımdızlak ortadayım. Ve TGRT gibi tutucu bir kanal. Çırılçıplak bir türkücü… Çok riskli bir durum. Her şeyi kaybedebilirdim. Çok üstüme geldiler o ara… Ama TGRT bunu kesmeden yayınladı ve tarihinde görmediği ratingi yakaladı. Böylece dizi hayatım başlamış oldu. Ve... Seğmen Ağa'ya kadar uzandı. Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 20:51

İLGİLİ HABERLER