UMUR TALU'DAN FATİH ALTAYLI'YA SICAĞI SICAĞINA CEVAP
KAYNAK : Haber Vitrini
Star yazarı Umur Talu, bugünkü yazısında kendisine ağır ifadelerle saldıran Hürriyet yazarı Fatih Altaylı'ya anında cevap verdi. Star gazetesinde yarın yayınlanacak olan yazısını Dördüncü Kuvvet Medya'ya gönderen Talu, Altaylı'dan "yırtıcı bir balık" diye söz etti...
İşte Umur Talu'nun yarınki Star gazetesinde yayınlanacak olan yazısı:
Pekiyi neden satın alınamadım?
Size "sözde" söz verdim, "kişisellik çukuru"ndan çıkacağım diye, ama olmadı, olmuyor. Ben dün "yazacağınız yazıyı lütfen yazın" diye dip nottan çağrıda bulunurken, meğer Fatih Altaylı da en dipten yazıyormuş zaten.
Bu daha iyi oldu.
İnsanlık girişiminin beyhudeliği, o yüzden düşürülmek istendiğiniz pozisyon geçti, şimdi hesaplaşma zamanıdır. Burada bugün Fransa seçimlerine ilişkin gözlemlere devam edecektim; belki yarın devam ederiz.
+++
Dünkü Hürriyet, en azından benim için ve tabii paralel okuma yapabilenler için sıkı bir belgeydi. Ertuğrul Özkök, değiştirmek istedikleri ve arsız azgınlığa vize bekledikleri, ama o arada içindeki tüm anti-demokratik, baskıcı maddelerle gazeteciliğe, iletişime ve halka ihanet belgesi olmasına göz yumdukları RTÜK için yazmıştı.
Fatih Altaylı da benim nasıl "paragöz" olduğumu, Aydın Doğan'ın bana nasıl köşkler, servetler bahşettiğini ve Milliyet'ten de o yüzden kovulduğumu.
Paralel okumanın özeti şu:
Özkök, milletvekillerine yalvarıyor, hatta sopa gösteriyor; nihayet yazdığı bir RTÜK yazısıyla. Çünkü, hükümeti avuçlarında hissetmişler, aldıkları teminata güvenmişler, milletvekillerini de çantada keklik görmüşlerdi. Ama o milletvekilleri geçen hafta Meclis genel kuruluna dahi girmeyerek sessiz bir direniş, onurlu bir protesto mu yapıyordu ne?
Telaşlandılar.
Bana da, o konudaki vicdani, insani, mesleki ısrar ve inadımın bedeli ödettirilmek isteniyor. Şimdi onunla da hesaplaşayım.
+++
Bir kere şunu anladım ki, Altaylı yazıları ve üslubunda asıl muhatabım Aydın Doğan'mış. Altaylı, sadece (bir daha o kelimeyi kullanmamaya söz verdiğim için) yırtıcı bir balık!
Çünkü, yazdıkları, Aydın Doğan'ın vefayı, sadakati, zaman zaman (belki artık hep) parayla pulla ölçmeye yatkın tarzının ürünleri. Bazı ayrıntılara sonra değineceğim ama, Altaylı'ya beni vursun diye "yazdırılanlar" özetle şöyle:
Aydın Doğan'ın en sevdiği gazetecilerden biriymişim (Bu uzunca bir dönem için doğru; yani gazeteciliğimi de sevdiği, kendisinin de gazeteciliği sevdiği dönem için. Nitekim o dönemlerde de misal, Özkök'den, onların gazeteciliğinden nefret ediyordu.) Milliyet'te çalıştığım uzunca dönem içinde Aydın Doğan bana "Levent'te 3 katlı, milyon dolarlık bir köşk" almış, benim "her yıl 1 ay süren masraflı Paris gezilerimi Milliyet finanse etmiş", ben "kral gibiymişim", Hasan Cemal'in Milliyet'e gelişi benim "hiç hoşuma gitmemiş, fikirlerinden değil, derdim Hasan Cemal'in maaşıymış, o nasıl benden fazla alabilirmiş, rahatsızlığımı defalarca dile getirmişim, küsüp gazeteye gelmemişim, bir süre yazı yazmamışım, kulis yapıp huzursuzluk çıkarmışım, Doğan'ın aldığı villada oturup en yüksek maaşı ben almalıyım şımarıklığına girip medya etikçisi maskesi takmışım, sonunda dayanamayıp kovmuşlar." İşte sevgili okur, ben böyle paragöz, böyle şerefsiz, böyle alçak, böyle safahat düşkünü, böyle ikiyüzlü bir herifim ve kovulmayı da sonuna kadar hak ettim!
+++
Ama şu soru ortada kalıyor tabii:
Bu aşağılık kişiliğime, bu arsız huyuma rağmen, ben neden bir türlü satın alınamamışım? Yani niye bir Özkök, bir Altaylı vesaire olamamışım.
Öyle ya, milyon dolarlık köşk alan, Hasan Cemal'in maaşını da verir, bana susturucu takar, ben de Özkök gibi "susma hakkı" kullanır, böyle RTÜK, etik, insan hakları, halk, ihanet filan demezdim, hep birlikte geçinir giderdik.
Şimdi gelelim, hesap verip hesaplaşmaya (bunlar işin özünü meslek hırsızlarına kaptırıp teferruatla oyalanmak olsa da): Ben 1992-94 arası Milliyet'in yayın yönetmenliğini yaptım.
O sırada ne Aydın Doğan bu Aydın Doğan'dı, ne Milliyet bu Milliyet. Grup filan da yoktu. Milliyet tek bir gazete, (yanında bir de Meydan), ne televizyon var, ne dağıtım tekeli. Makineler eski. Karşımızda iki büyük grup, Hürriyet ve Sabah. Çiller iktidarı da onlarla iç içe, cep cebe. Biz gazetecilik yapıyoruz, onlar "business" ve Çiller yağcılığı. İkisi birlikte, sonradan Çillerler'in de teşviki ve katılımıyla Milliyet'i boğmaya çalışıyor.
O sırada Sabah ansiklopedi promosyonuna girdi; ardından Hürriyet de. Milliyet okuru, ağlayarak gazeteyi bırakıyor, çocuğuna ansiklopedi almak için.
Telaşla biz de girdik. Ve savaş patladı. Savaş, basit bir ansiklopedi savaşı gibi görünse de, ben bunu "gazetecilik savaşı" haline de getirdim. Yani, savaş sırasında patlayan devrimler gibi, bir zihniyet savaşı haline de. Aynı anda, somut haber olduğunda, iktidar karşısında da bükülmüyor, neyse koyuyor, vurup gidiyorduk.
O arada "Temiz toplum" şiarı da bu şekilde, Milliyet'ten doğdu. İki önemli sonuç çıktı: Bir, okur ansiklopedi işinde de Milliyet'e güvendi ve Milliyet 1 milyonluk satışa ulaştı, birinci gazete oldu. O okur kitlesi, diğer iki gazetecilik zihniyeti, iktidarın naneleri hakkında da bilgi edinebilen müthiş bir kitle haline geldi. Milliyet'e on binlerce, çuval çuval okur mektubu ve desteği geliyordu.
İkincisi, Milliyet ve tabii Aydın Doğan büyük para kazandı. Şu andaki bina hızla bitirildi, yeni makineler geldi, Borsa'da Milliyet sayesinde Doğan'ın her şirketi tavana vurdu. Diyordu ki, "kulaklarımdan para fışkırıyor". Sanırım, kar, yatırım ve Borsa, gazetenin o performansının toplam katkısı 120 milyon dolara filan ulaşıyordu.
+++
Mesele para, maaş ya; söyleyeyim: Ben genel yayın yönetmeni olduktan sonra uzun süre ne maaşım arttı, ne de ben böyle bir talepte bulundum. Bir süre sonra Kemal Kınacı farketti de düzeldi ama, gazetenin başındaki ben, bir çok kıdemli yazardan da az almaya ses çıkarmadım.
O arada, genel yayın yönetmenlerine prim olarak villa almaya başlamış (asıl benden sonrakiler anlatmalı) Aydın Bey, bana da bu tür bir şey önerdi. Daha doğrusu, öyle milyon dolar filan değil, o zamanın parasıyla 3 milyar lira, (sanırım 300 bin dolar kadardı) bir prim vereceğini. 100 milyon dolarlık bir "başarı"nın primi!
Tabii, benim hedefim başka olsa da, sonradan Türkiye'nin başına açtığı dertleri düşününce, öyle başarı da batsın! Sabah'ta yönetici olan eşim de o kavgadan ötürü bir süre önce istifa etmiş, tazminatını almıştı. İkinci çocuğumuz yoldaydı. Levent'te 20 yıllık, eski, dökülen, bahçeli, iki katlı bir ev bulduk. Yeğenim mimar. Dört duvarı yıkmadan çeki düzen verebileceğini söyledi. Mümkün olduğunca ucuz malzemeyle sadece maliyetine yapacaktı. "3 katlı köşk" o işte. İki katlı müstakil ev, isterseniz de, villa. Oraya oturdum da, kişiliğim, bakışım mı değişti? Tam tersine, zamanla gelişti. Kendi yanlışlarımdan da sıyrılmayı, yaptığımız işi sorgulamayı daha iyi öğrendim sonradan.
O "başarı" ile Hürriyet satın alındı, içindeki ve tepesindeki Özkök'le birlikte. Ardından da Dışbank. Ben bu "başarı"dan rahatsız olmaya başladım.
Güçsüz Milliyet, güçlü gazeteciliğini sarsmaya gebe bir güç olmuştu ve bu medya gücü iktidardaki Çiller ile barışmak istiyordu. Çillerler ise, boyun eğmeyen kellemi koparttırmak.
Bir gün, o zamanki diyaloglarımızı ayrıntılı yazacağım. Bu güce tapınmaktansa, istifa ettim. Aydın Doğan samimiyetle hem üzüldü, hem rahatladı.
Sadece yazı yazmaya başladım.
Yazı, yöneticilikte kaybetme riski taşıdığım aklımı, ruhumu, vicdanımı yeniden bulmama yol açtı. "Safahat düşkünü" ben, Türkiye'nin kanayan tüm yaralarında, iktidar, asker, patron bakmadan, bildiğim ama en çok duyarlılığımı dik tutabildiğim ölçüde, 95 başından beri içim kanayarak yazıyorum.
+++
Paris safahati de şöyle:
Ben istifa onurunu gösterdim ya, Aydın Doğan 15 günlük bir yurtdışı gezisi tazminatı verdi! 4 yaşındaki büyük kızımla birlikte. Sonraki seneler, Paris'te mütevazı bir dairesi olan İsveçli bir arkadaşım, yaz tatillerinde İsveç'e giderken, cüzi bir masraf karşılığında evini hep bize bıraktı. O bir ay buradan kopuyor, farklı şeyler okuyor, yazıyordum ama, şahsen asıl önemlisi, Fransızca öğrenmeye başlayan iki küçük kızımı her gün metroyla, otobüsle bir okula götürüyor, dillerini ve hayata bakışlarını geliştirmeye çalışıyordum. Biz de tam bir mahalle hayatını tatil olarak geçiriyorduk. Otelde filan değil, bir arkadaş evinde. Sanki bir sürgün provası gibi.
Milliyet'ten ilk önce sadece uçak biletlerimiz, sonra da benim sınır koymamla sadece benimki verildi. Ailemin de biletlerini alıyorlar, sonra maaşımdan kesiyorlardı. Vize paraları da dahil. İşte "balık" çocuğun "masraflı Paris tatilleri" dediği bu.
+++
Geleyim Hasan Cemal kıskançlığıma.
Günaydın, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Söz, Hürriyet ve yeniden Milliyet. Günaydın ve Cumhuriyet hariç hepsinde yöneticilik yaptım. Çok genç yaşlarda. Cumhuriyet'e maaşımı yarıya düşürerek gitmiştim, yeniden Milliyet'e, Simavi'nin Hürriyet genel yayın yönetmenliğini teklifinden hiç bahsetmeyip pazarlık mevzuu yapmayarak gittim.
Hepsinden istifayla gittim, Milliyet'ten son kovuluşum hariç. Ne onlarda, ne de Milliyet'te görev değişikliklerinde para pazarlığı yaptım. Reddettiğim bir sürü teklif olmuştur; tanıkları ortada ve daha ne kadar sessiz kalacaklar, bilmiyorum. Milliyet'te yönetici sıfatı taşıdığım, en tepesinde bulunduğum iki dönemde de, hep benden daha yüksek maaş alanlar oldu, dert etmedim. Ahmet Altan'ı tam hatırlamıyorum ama, Zülfü Livaneli'yi kendiminkinden daha yüksek maaşla Milliyet'e kattım. Hayatımdaki tek transfer parası, ekip halinde, Günaydın'dan yeni kurulan Güneş'e geçerken, daha 25 yaşındayken, maaşım ya da iki katı kadar fazladan aldığım bir paradır.
Tabii ki aç kalmadım; bunca insanın ezildiği, itildiği, istismar edildiği bir sektörde ve ülkede, halime fazlasıyla şükrettim. Ama, vicdanımı asla satmadım.
Aydın Doğan, Milliyet'teki son dönemimde, benim iktidar ve medya eleştirilerimden rahatsızlığını duyurdu. Yüzüme söylemedi. "Küstü, yazmadı" dedikleri, o sıradadır. Yazıyı kesip tavır aldım, kendi çapımda grev yaptım, doğru.
Sonra, sanırım üzüldü, benimle konuştu. Aynen cümlesiyle, "Yazıda kimse senin eline su dökemez" diye de abarttı hatta. İşte o anda, ona hesap vermek için, klasör klasör okur mektupları, faksları, mailleri verdim; beni, yazdıklarımı, okurun duyarlılığını daha iyi anlasın diye. Bunu yapan var mıdır, bilmiyorum. Ve yine o anda, "madem benim elime su dökülmez, bunu ben nerede hissedeceğim? İtibarda mı, mahkemede dahi yalnız bırakan gazetenin özeninde mi, maaş skalasında mı" dedim.
Hem künyedesin, hem yazarsın ve üstünde 10 kişi senden fazla (biri de Hasan Cemal) alıyor; bunun izahını sordum. Bakacağını söyledi.
Bir kaç gün sonra, yazılarım zaten canını sıkıyor, dedi ki, "ya zaten sen pek okunan bir yazar değilmişsin". Bildiğim bir iki yüzlü tavırdı, "tamam" dedim, bitti. Ne bir daha bu konu geçti, ne bir fazlası konuşuldu.
Ben Gazeteciler Cemiyeti'ndeki, gazetedeki, dışarıdaki medya ve iktidar eleştirilerimden dolayı, ceza ve başkalarına gözdağı olarak kovuldum.
Böyle bir lekenin kayda geçmesi Aydın Doğan'ı huzursuz ediyor ve kulağına üfleyerek, bu olayları hiç bilmeyen, anlaması da mümkün olmayan o balığı üstüme salıyor.
Kendilerine aynı terbiyesizlikle saldırmayacağımdan da emin bir şekilde.
+++
Yazdıklarım ortada; bana "safahat düşkünü" diyenler, neden satın alınamadığımı, neden kendilerinin bazı konularda hiç yazamadıklarını açıklasınlar. Neden hayatta iş takibi yapmadığımı, bunun benden talep bile edilemediğini, bu aynanın ve örneğin, kendilerini neden rahatsız, huzursuz ettiğini, neden tek yan faaliyet olarak sadece üniversitede ders vermeyi seçtiğimi bir düşünsünler. Onları susturan, onları kudurtan, onları saldırtan asıl nedeni mertçe açıklayamazlar; ancak Özkök ve Altaylı'nın dünkü yazıları yan yana okununca bu iyi anlaşılır.
Bu hesabı size uzun uzun vermek zorundaydım, sayın okurlar. Bu kadar kişisel ama, o saldırının nasıl bir gözü dönmüşlükten kaynaklandığını açıklamak zorundaydım. Hem, bugüne kadar okuduklarınızın ardındaki "ahlaksız adam"ı da tanımış oldunuz! "Vur emri" çıkmış, biri de vurmaya çalışıyor. Neden?
Ahlaksız olacağım, ben ve dolayısıyla yazdıklarımın önemi öldürülmeye çalışılacak, eller kalkacak, RTÜK geçecek. Milletvekilleri bu kafanın nelere yatkın olduğunu, benim örneğimle de daha iyi anlayabilir sanırım. Anladım ki, asıl rahatsız, koskoca Aydın Doğan. Özkök, Altaylı... "Yakup Cemil tetikçiliğini" eleştirir gibi yapıp mertlikten nasipsiz kalanları artık hiç önemsemiyorum.
Onlara, "siz ne aldınız da böylesine sadıksınız" diye de sormuyorum. Asıl üzüldüğüm, gerçekleri bilen, tanığı olan, düzgün, dürüst bir çok kişinin, meslektaşın gık çıkaramaması. Ama, "onur"un ve vicdanın ne olduğunu anlamaları, yüreklerinde hissetmeleri gerekiyor.
Yoksa, hepsi hikaye!
Tüm hatalarımla, günahlarımla ama vicdanım dik tutmaya çabalayarak yine ayakta dururum ben. Çünkü, insanlara ve insanlığıma ihanet etmemeye çalıştım. Bir takım arsız güçlere "ihanetim" de çocuklarıma kalacak vicdan mirasımdır.
Not: Söz olayına da atıf yapmış Altaylı. Söz krizi bir darbeydi. 30 kadar kişi hemen istifa ettik. Bilgisayardaki dosyaların silinmesi olayını hiç hatırlamıyorum. Ben yapmadım ama, öfkeyle yapan belki olmuştur. O orada spor muhabiriydi ve olayların iç yüzünü bilecek bir pozisyonu da yoktu. Telefon olayını da ısrarla saptırıyor. 16 Nisan'da bana "sazan, haber hırsızı" filan diye saldırdığı, ama "hakkımdakileri yazacağını" henüz duyurmadığı sırada sekreteriyle olan konuşmamı, bıraktığım notu zaten ben yazdım. Ama bunların hepsi teferruat. Bu yaylım ateşin yanında, fasarya.(Dördüncükuvvetmedya)
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 16:34