Gündem
  • 21.5.2005 04:21

İSTANBUL'U NECİP FAZIL'IN GÖZLERİYLE OKUMAK...

Bugünlerde 100. yaşını kutladığımız Necip Fazıl Kısakürek, o ünlü ‘Canım İstanbul’ şiirinin ilk iki dizesinde, “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar / Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar” diyordu.

Hayatının çok büyük kısmını İstanbul’da geçiren şair, şiirin ilk sözcüğünden de anlaşıldığı gibi, şehirle daha çok mistik bir ilişki kurmuştu. Ne var ki, birkaç şiir ve dergilerde kalmış yazıları Necip Fazıl’ın İstanbul’u hakkında açık seçik bir fikir vermiyordu. Şairin oğlu Mehmed Kısakürek’in yayına hazırladığı, Necip Fazıl’ın İstanbul’a dair yazılarını bir araya getiren “İstanbul’a Hasret” (Büyük Doğu Yayınları) adlı kitap, bu açığı kapatıyor. Şehir üzerinden toplumun ruhunu okuma denemesi de sayılabilecek kitapta Necip Fazıl, dönemin değişen İstanbul’undan hoşnutsuzluğunu sık sık dile getirse de, son kertede İstanbul sevgisi ağır basıyor. Kitaptaki yazıların çoğu, 1939-40 yıllarına, yani şairin ‘köyüm’ dediği Beylerbeyi’nde yaşadığı döneme ait. Bu yüzden, yazıların bir kısmı Boğaziçi ve Beylerbeyi izlenimlerini, semtin o yıllardaki değişimine dair saptamaları ve gündelik sorunlarını içeriyor. O kadar ki, Necip Fazıl, vapur saatlerinin değişmesi ya da ‘Şirketi Hayriye’ vapurunun daha gürültüsüz seyahat etmesi için yazılar kaleme almış. Öteki günlük makalelerinden pek de alışık olmadığımız, neredeyse gerçeküstücülüğe yaslanan, Pierre Loti, Alfred de Musset ve Mimar Sinan’ı konuşturduğu bölümler bile var Necip Fazıl’ın İstanbul yazılarında.

“İstanbul’a Hasret”te, iki semt öne çıkıyor: Beylerbeyi ve Suadiye. Şehri tanıyanlar, bunun bir talih olduğunu elbette anlayacaktır. İstanbul’u ‘biricik hayat merkezi’ sayan Necip Fazıl, Boğaziçi’nin temizliğini, güzelliğini simgeleyen Beylerbeyi’nde, gittikçe bütün kıyılara kök salan zevksizliği yakından görmüş; Suadiye’de ise hızlı kentleşmeyi, değişimi, soysuzlaşmayı bizzat yaşamıştı. Zira bu iki semt, bugün hâlâ söz konusu özelliklerini kaybetmiş değil.

“İstanbul’a Hasret”in satır aralarında, Necip Fazıl’ın günlük yaşamına dair kimi ayrıntıları, gözlemlerini ve elbette edebiyat çevreleri hakkında düşüncelerini bulmak da mümkün. Örneğin, ünlü Küllük Kahvesi ile ilgili yazısında bir şairi, ‘markalı mendil gibi ithaflı şiir dokumacısı’ diye nitelendiriyor. ‘Yaşının sayısı kadar manzumesi olmayan’ bu şair, tahmin edilebileceği gibi, Yahya Kemal’den başkası değil. ‘Yarım saattir tavlada düşeş bekleyen asabi münekkid’in Nurullah Ataç olduğunu söylemeye gerek var mı? Necip Fazıl bu yazısında, en ağır ifadeleri, yine isim vermeden Ahmet Hamdi Tanpınar için kullanıyor: “Tan’ yeri ağarırken ‘pınar’ başında doğmuş bir şaircik”! Tanpınar’a, Mısır Çarşısı’na uğrayıp kıskançlık derdine iyi gelecek bir ot aramasını da tavsiye etmekten geri durmuyor. Tanpınar’ın mektuplarında, bu ‘kıskançlık’ meselesini doğrulayan cümleler bulunduğunu da hatırlatalım.

Otobiyografik özellikler de taşıyan “İstanbul’a Hasret”, yalnızca Necip Fazıl’ın İstanbul’unu değil, aynı zamanda gündelik hayattaki kimliğini öğrenmeyi sağlıyor. Heybeliada’daki ilk aşklara, ilk romanlara, ilk felaketlere açıldığı Çam Ağacı’ndan, Beylerbeyi’nin güzelim kıyı kahvelerine; Yeni Cami’nin mistik görünümünden Suadiye’nin ‘Batılı’ yüzüne kadar İstanbul’un, Necip Fazıl’ın kişiliği üzerinde nasıl belirleyici olduğunu anlamak o kadar da zor değil. Mehmed Kısakürek, zevkle değil, ‘kör bir sevkle’ yaptığını söylediği bu derleme ile bir boşluğu doldurmuş oldu. Kitabın tek can sıkıcı tarafı, İstanbul’da yarım asrı aşkın bir süredir pek fazla bir şey değişmediğini göstermesi herhalde. Şehrin dokusundaki bozulmalar karşısında, “Allahım!... Beni evimdem dışarıya çıkarma da az ıstırap çekeyim!...” diye dua eden Necip Fazıl, bugünün İstanbul’unu görseydi ne derdi acaba?

M. İlhan Atılgan  - Zaman

Güncellenme Tarihi : 17.3.2016 12:08

İLGİLİ HABERLER