Gündem
  • 4.2.2005 16:11

İŞTE HAFTANIN FİLMLERİ...

DÖNÜŞ

Nasıl bir babayı tercih edersiniz? Hep yanı başınızda duranı mı, yoksa yıllar sonra çıkıp karşınıza dikileni mi? Hatırlıyorum da Sartre, kendine özgü varoluşçuluğuna ilişkin metinlerinden birinde, insanın özgürleşmesi yolunda en büyük engellerden birinin baba figürü olduğunun altını çizdikten sonra şöyle bir örneklemeye soyunmuştu: 'Mesela ben babamı altı yaşında kaybettim; bu benim, hayattaki en büyük şanslarımdan biri olmuştur.' Bu kadar acımasız olmak gerekiyor mu, bilemiyorum ama 'Dönüş'ün (Rusça ismi 'Vozvrashcheniye') temel dertlerini, benzer bir bakışın etrafında ördüğünü, 105 dakika boyunca tartışmayı parça parça açarak ilerlediğini söylemek mümkün. 

 
Eski bir tiyatro oyuncusu ve TV yönetmeni olan Andrey Zvyagintsev'in, 39 yaşında çektiği (şimdi 40 yaşında) film, travmatik bir sahneyle açılıyor. Arkadaşlarının yanı sıra ağabeyi Andrey'in de suya balıklama daldığı yüksek kuleden atlama cesaretini kendinde bulamayan küçük Ivan, güneş batıp gökyüzü kızıla boyanırken annesi tarafından aşağı indiriliyor. Ivan atlamayı göze alamadığı için grubun ona 'hem ödlek, hem de domuz' diyeceğinin bilincindedir. Nitekim ertesi gün beklediği oluyor; arkadaş grubu ve ağabeyi aynı şekilde sesleniyor ona: 'Ödlek.'
İki kardeş itişip eve doğru koşmaya başlıyorlar. Dışarıda sıkıntılı bir ruh durumuyla sigarasını tüttüren anneleri onları sessiz olmaya çağırıyor ve ekliyor: 'Babanız uyuyor'. Ne yani, tavan arasındaki ürkütücü resimlerle dolu ansiklopedinin sayfaları arasına iliştirilmiş soluk bir fotoğraftaki adam dönmüş müdür? Çocuklar, o çok eski resimdeki kişiyle içeride yatanın aynı kişi olup olmadığına dair şüpheyle yatağa yollanırken, ertesi gün daha da ilginç bir teklifle karşılaşıyorlar: Baba, onları oltalarıyla balık tutmaya davet etmektedir...
'Dönüş' her şeyiyle çok katmanlı bir film. Sembolik ve derin anlamlarla yüklü. Biliyorum, bu tür filmler seyirciye çok zahmetli geliyor; diğerlerine göre daha fazla emek, daha fazla ilgi istiyorlar. Ama şükür ki, korkulacak bir şey yok. 'Dönüş'te derin anlamlar kendini fazla gizlemiyor. Aynı enfes görüntüleri gibi birçok şey alabildiğine sarih. Filmin tek bir tavrına kızabilirsiniz. Ortaya çok fazla sayıda soru atıyor ve ne yazık ki (ya da ne güzel ki) cevaplamıyor. Üstelik de cevaplamak için de özel bir çaba göstermiyor.
Mesela sorular ilk olarak filmin türüne ilişkin tanımlamalarda başlayabilir. Bu bir yol filmi mi, psikolojik gerilim mi ya da Shakespeare'yen bir tragedya mı? Hepsini yüklemek mümkün. Öte yandan bütün göndermeler düşünüldüğünde, sesini bir kez daha arayan Rusya'nın tarihsel hesaplaşmalarının karakterlere yedirildiğini söylemek tuhaf kaçmaz.
Yeri gelmişken; yine 'Dönüş' gibi Batı'da yankısını güçlü bir şekilde bulan 1997 yapımı 'Hırsız'daki baba figürü için Stalin çağrışımları üzerinde durulmuştu. Bu tür filmlere dışarıdan bakan bizlerin kimi politik saptamalarda bulunması, hafiften 'içişlerine müdahale' refleksleri taşısa da 'Dönüş'ü yaratan ekibin (yönetmenin yanı sıra senaristler Vladimir Moiseenko ve Alexander Novototsky) bütün pirinç tanelerini, filmin geçtiği güzergâhlara bilinçli bir şekilde yerleştirdikleri muhakkak. Eh, kabul etmek lazım; aniden ortaya çıkan ve yokluğuna alışanları, varlığıyla rahatsız eden baba figürünün, disipliner, hatta yeri geldiğinde despotik yanı bu tür 'öküz altında buzağı' arayışlarını ete kemiğe büründünüyor.

Gelelim boşlukta yüzen ve cevap bulamayan diğer sorulara? Baba niçin döndü, mesleği ne, telefonla kimleri arıyor, oğullarından ne istiyor ve yolculuğun en önemli nedeni gibi görünen kutunun içinde ne vardı? En güzel soru da bu bence; çünkü bir yanıyla 'Barton Fink'teki, John Goodman'ın John Turturro'ya armağan ettiği kutunun akıbetini andırıyor...
'Dönüş' elbette kimi yönleriyle benzer kulvarlarda ilerleyen her Rus filminin kaderini de paylaşıyor; 'Tarkovski izlerine sahip...'. Bilinçli uzantılar var elbet; çocuklardan birinin adının 'Ivan' olması mesela. Ve ilginçtir 'Dönüş', tıpkı 1962'de bir ilk film olarak Venedik'te Altın Aslan alan 'Ivan'ın Çocukluğu' gibi 2004'te aynı ödüle layık görüldü. (Bir de kişisel ve doğruluğu tartışmalı bir ipucu; bence baba rolündeki Konstantin Lavronenko da fiziksel olarak Tarkovski'yi hatırlatıyor). Yine de yönetmen Zvyagintsev'in, mesela Sokurov kadar Tarkovskivari takıntılara sahip olduğu kanısında değilim. 'Dönüş' klasik bir Tarkovski filminden uzakta duruyor; bence melankolisi bile farklı.
Babada Lavronenko, ağabey Andrey'de Vladimir Garin (ne yazık ki film gösterime girmeden bir kazaya kurban gitti) çok iyiler ama herkesin de kabul edeceği gibi asıl müthiş performans, asi ve babasının varlığını bir türlü kabullenemeyen Ivan rolündeki Ivan Dobronrarov'dan geliyor. Görüntü yönetmeninin de adını yâd edelim; Mikhail Kritchman özellikle sağanağın hâkim olduğu sahnelerde enfes kadrajlar yakalamış.
Ve son bir not: Filmin bir başka önemli özelliği de, sevimsiz bir tanımlamaya dönüşen 'sanat sineması'na ait bütün işaretleri ve özellikleri üzerinde taşımasına rağmen hiç bir anında seyircisini sıkmaması. Tamam, bazen sıkılmak gerekiyor ama 'Dönüş', 'Buna hiç gerek yok' diyen ve bu vaadini layıkıyla yerine getiren bir film. Son zamanlarda salonlara uğrayan bu en muhteşem yapıtı kesinlikle kaçırmayın.


OCEAN'S TWELVE

Steven Soderbergh, 'Ocean's Twelve'de, küçük oyunlar ve kurgusal numaralarla demode ama zevkli bir üsluba sahip bir film ortaya çıkarmış



İş biraz, suyunun suyuna dönüştü.
'Ocean's Eleven', 1960 yapımı eğlenceli bir soygun filmiydi. Steven Soderbergh, 2001'de bu mirasa kondu ve aynı adlı yeniden çevrime soyundu. Sonrasında 'Yok canım, devamını çekmeyeceğiz' dendi ama tatlı bir yalan uydurulup (Neymiş efendim, Roma'da otururlarken bu kente âşık olunmuş ve aynı ekip 'Burada da bir film çekelim' diye karar vermiş). Bugünden itibaren izleyeceğimiz film ortaya çıkmış, yani 'Ocean's Twelve'.
Bağımsızlar kanadından 'entertainment' cephesine dahil olan ama yine de köklerini unutmadığını hemen her filminde gösteren Soderbergh'in ikinci 'çok karakterli soygun filmi' denemesi, ciddiye alınmayacak ama izlenmeye değer bir film olarak huzurlarımızda. Öykü elbette zorlama. İlk filmde parasını yürüttükleri kumarhaneler kralı Terry Benedict üç yıl sonra çaldırdıklarının peşine düşmüştür. Bizimkiler telaşlanır ve Danny Ocean önderliğinde yeni bir soygun dizisine soyunurlar (çünkü ödemeleri gereken miktar yüklüdür ve tek soygun onları kesmeyecektir). Ama bu kez karşılarına bir de Avrupalı rakip çıkmıştır:
Aristokrat Fransız hırsız François Toulour (ki lakabı da 'Gece Tilkisi'dir)...
Hollywood'un konu sıkıntısı çektiği aşikâr. Bu nedenle de bit pazarına yönelmeleri normal. Öte yandan Avrupa sokaklarında geçen soygun filmleri de çoğalmaya başladı. 'Ronin'le başladığını varsayacağımız bu akıma 'Geçmişi Olmayan Adam'ı (tabii ki 'Medusa Darbesi'ni de), yeniden çevrim olan 'İtalyan İşi'ni ve 'Yetenekli Bay Ripley'i (ve de 'Ripley'in Cinayetleri'ni) ekleyebiliriz.

Bu konuda kimsenin sızlanacağını sanmıyorum; güzel ve ferah mekânlarda görsel Avrupa turu, fena fikir değil. 'Ocean's Twelve' örneğine dönersek, senaryo sürekli kafa karıştırıyor ve sonuçta inandırıcı olmaktan uzak görünüyor. Ama ne gam, küçük oyunlar ve kurgusal numaralarla demode fakat zevkli bir üslubu önümüze atıyor Soderbergh. Bruce Willis'in de dahil olduğu, Julia Roberts göndermeli sahne, son derece zevkli ve de filmin belki de en zekice bölümü. Öte yandan 'Ocean's Twelve'de uluslararası bir çekişmenin de tezahürü var; çetenin en önemli rakibi bir Fransız ve onlarla bir tür 'bilgi yarışı'na girişiyor. Kazananın kim olduğu elbette belli ama Arsen Lüpen'le büyüyen bir kuşağın üyesi olarak bu bölümü pek gerçekçi bulmadığım gibi filmin de en 'belden aşağı' hamlesi olarak görüyorum.
Kadroya ilişkin ise söyleyecek pek bir şey yok; sadece sayısal bir vurgu yapılabilir; ekibe Catherine Zeta-Jones ve Vincent Cassel eklenmiş.


MELEĞİN DÜŞÜŞÜ

İlk uzun metrajlı çalışması 'Herkes Kendi Evinde'de sanatsal bir tavırdan çok kaybolan değerlere ilişkin fikirler öne süren bir film ortaya koyan Semih Kaplanoğlu, dört yıllık bir aranın ardından çektiği 'Meleğin Düşüşü'nde cesur bir üslup denemesine girişiyor. Kaplanoğlu'nun refleksleri için, ünlü mimar Mies van der Rohe'un yapıtlarına da sindirdiği 'Az çoktur'un (Less is more) sinemasal tezahürü demek mümkün.

Bir otelde temizlik görevlisi olarak çalışan Zeynep'in çıkışsız görünen öyküsünü anlatıyor film. Bir yanda hayatın acımasız koşulları, öte yanda babasının gece ışıklar söndükten sonra başlayan tacizleri...
Ona bu ortamda elini uzatan tek kişi ise otelde çalışan ve ilgisini saklamayan Mustafa'dır. Bu noktada eşinin bir trafik kazasında ölmesinden dolayı vicdan azabı çeken ve eskiye ait hatıraları bir an önce yok etmek isteyen ses teknisyeni Selçuk belirir öyküde. Karısının kıyafetlerini bir bavula koyar Selçuk ve bu bavul Zeynep'e ulaştığında hikâye güzergâhını değiştirir.
Söyleşilerinde, 'Herkes Kendi Evinde'de yazı adamı geçmişinin sıkıntılarını yaşadığını, ama 'Meleğin Düşüşü'nde tamamıyla bir sadeleştirmeye gidip filmini fazlalıklardan arındırdığını söylüyor Kaplanoğlu. Filmin ilk gösteriminin yapıldığı Antalya'da, kimi izleyiciler bu denli sadeleştirmeden rahatsız olduklarını belirtmişler, ardından da hayatın ritmini neredeyse birebir filme taşımanın kendi seyir zevkleri açısından problem yarattığının altını çizmişlerdi. Elbette tüm bunlar bir seçim. Ve film, seçtiği yolun hakkını olabildiğince veriyor. 2004 Antalyası'ndaki yarışma ortamı düşünüldüğünde Kaplanoğlu, yönetmenlik dalında bu ödülü hak ediyordu.
Ama yine de kendi açımdan şunu söylemeliyim: sanatın birçok tarifi ve ifade biçimi var, sanatsal sinemanın da... Kaplanoğlu'nun bulunduğu kulvardaki bir filmi nasıl tanımlarsınız diye sorsanız, somut bir örnek olması bakımından bu hafta gösterime giren 'Dönüş'ü örnek verebilirim. 'Meleğin Düşüşü' türü (ki buna 'Uzak' da dahildir) filmlere kendimi yakın hissetmiyorum. Saygı duyuyorum ama benim sinemam bu değil.


TRAVMA

İrlandalı yönetmen Marc Evans'ın ilk önemli çalışması 'Resurrection Man', bizde de gösterildi ama pek ilgi görmedi (bildiğim kadarıyla bir haftada vizyondan kaldırılmıştı).


Ama asıl çıkış yaptığı film olan 'My Little Eye' (Biri Bizi Gözetliyor) bu topraklarda da aynı oranda toplumsal histeriye yol açan röntgencilik olgusunun televizyon tarafından her tarafımıza iliştirildiği bir dönemde vizyona girdi ve bu konuda yapılacak en sert ve en iyi yapımlardan biri olarak hafızalara kazındı. Doğrusunu söylemek gerekirse o dönemde, 'Yahu biri çıksa da şu evdeki aptalları yok etse' türünden bir duyguyu içinde büyütenlerin hislerine tercüman oluyordu film. Birileri (bazen de içlerinden birisi) çıkıyor ve evdekileri yok ediyordu.
İşte bu 'önemli' referansla gittik Evans'ın yeni filmi 'Travma'ya (Trauma). Ne var ki her zaman aynı sonuç alınmıyor. Kısa bir özet: Yağmurlu bir gecede kaza sonucu karısına kaybeden Ben, komadan çıktığı dönemde hayranı olduğu ünlü bir pop şarkıcısı olan Lauren Parris'in de bir cinayete kurban gittiğini öğrenir. Karısının boşluğunu yeni taşındığı izbe apartmandaki komşusu Charlotte'la doldururken polis de Parris cinayetine ilişkin yaptığı araştırmada onu şüpheliler arasında görmektedir. Görsel açıdan modern bir anlatıma sahip olan film, son derece dağınık senaryosunun kurbanı oluyor. 'Travma', 'Angel Heart', 'Akıl Oyunları' ve 'Kelebek Etkisi' gibi filmlerle akrabalıklar kuruyor ama onca yorucu görsel yolculuğun ardından bizleri kayda değer bir limana bırakmıyor. 'Amerikan Güzeli' Mena Suvari'yi, Bridget Jones'un biricik aşkı Mark Darcy'yle (Colin Firth tabii ki) birlikte görmek isteyenlere tavsiye edebiliriz. Ben'in karısı Elisa'da ise '28 Gün Sonra'dan hatırladığımız Naomie Harris var.

Uğur Vardan / Radikal

Güncellenme Tarihi : 17.3.2016 11:02

İLGİLİ HABERLER