
KİTAPLARI İNCİLLE YARIŞAN TEK KADIN
O fotoğraf, polisiyenin kraliçesinin sakin hayatının sembolü oldu. Fotoğrafta Devonshire’daki bir kasabada, Agatha Christie görünüyor. Yanında, arkeolog Max Mallowan var. O, Agatha’nın 1930’da 40 yaşındayken evlendiği ikinci kocası. Agatha’dan 14 yaş küçük. Agatha onunla bir Bağdat gezisi sırasında tanışmıştı. İkisinin karakterleri birbirinden çok farklıydı. Agatha tuhaf bir karakter sergilerken, kocası bir entelektüelin ağırbaşlılığına sahipti. Ortak noktaları ise, lüks evlere ve şehir dışı yaşamına olan inanılmaz düşkünlükleriydi. “Şehirlerde var oluyorum ama kasabada yaşıyorum” diyordu Agatha.
1939 yılında satın aldıkları beyaz duvarlı, ağaçlarla bezeli, bahçesi Dart Nehri kıyılarına kadar uzanan Greenway House’da yaşıyorlardı. Agatha burada, İngiliz aristokrasisinin ve entelektüel yaşamının nadide insanlarını ağırlıyordu. Burası, sebze bahçesi, gül fidanları, değerli kokulu ağaçları ve 15 odasıyla muhteşem bir evdi. Bu Amerikan asıllı İngiliz’in küçük bir burjuva hayali vardı: İyi bir ev sahibi olmak.
Yıldızının parladığı yıllarda, ünlü romancı sekiz ev değiştirdi. Ama hepsinde aynı siyah mobilyalar, aynı biblolar ve her yıl değişen çiçekli halılar vardı. Agatha Christie, iç dünyasında olduğu gibi, günlük yaşamında da Victoria dönemi İngiltere’sine sıkı sıkıya bağlıydı.
Agatha bir lady ruhuna sahipti. Evinin bahçesinde çimleri her zaman kesilmiş olur, hizmetçiler gürültü yapmadan işlerini sürdürür, gün boyunca çay servisi hazır olurdu. Sadece kahvaltı için hazırlanmış bir odası vardı ve ileri yaşlarına kadar Manş’ın serin sularında yüzmeyi ihmal etmedi.
Küçük bir çocuk gibi sütlü ve muzlu tatlılara bayılırdı. Yaşadığı kasabada büyükleri ve küçükleri toplar, kendi eliyle hazırladığı tatlıları eşliğinde onlara hikâyelerini anlatırdı.
1976 yılında öldüğünde, ömrüne 90 roman, 19 tiyatro eseri ve dünya çapında iki milyardan fazla okur sığdırmış bu kadının ‘ne zaman ve nasıl yazdığı’ hep merak edilirdi. Bu soruya, “Her yerde ve hiçbir yerde” diye cevap verirdi. Boş zamanlarında bahçeyle uğraşırdı.
Agatha, cinayetlerini bir elma ağacının altında ya da bir Londra metrosunda tasarlayabilirdi. ‘Agatha Christe: Ölümün Düşesi’ isimli kitabın yazarı François Riviere, “Bir keresinde gerçek bir hipnoza girmişti ve eserini planlarken, Picadilly Circus merdivenlerini onlarca kez inip çıktı” diye anlatıyor. Bu hipnoz hallerinden sonra kitaplarını çok hızlı yazardı. Yazı makinesini üç parmağıyla kullanırdı. Son zamanlarında bir ses kayıt makinesi de kullanmaya başlamıştı. Onunla tanışma şerefini kazanmış birkaç gazeteciye şöyle demişti: “Bir romana çalışmanın en iyi ve en tatmin edici yolu, benim için bulaşık yıkamaktır. Bu el oyalayıcı iş, düşüncelerimi yerli yerine koymama yardım ediyor.”
Agatha Christie, bugün bile yayıncıların, “Üç günde roman yazabilirdi” dediği bir yazar. En hızlı olduğu dönemde, bir yıla dört roman sığdırmıştı. Polisiyenin ve pastanın kraliçesi, ölene kadar parlak eserler vermekten hiç vazgeçmedi.
(tempo)
Güncellenme Tarihi : 25.3.2016 10:24