
'ÖNCE SORARIM ETLİ BUTLU MU İSTERSİN İNCE Mİ?..'
Fadik Sevin Atasoy bu aralar epeyce “mobil”. “Usta” filmini Eskişehir’de, “Sonbahar” dizisini Almanya’da çekiyor. Bizimle buluşmaya da Eskişehir uçağından inip geldi. Sabah 8 uçağında Betty Boop elbiseli (markası hayran olduğu Betsy Johnson’mış), kocaman topuklu kıpkırmızı ayakkabılı bir kız düşünün... Ama o seviyor dikkat çekmeyi. Her gün farklı giyindiğini, hatta arkadaşlarının merakla hangi kılığa gireceğini beklediklerini anlatıyor.
Heyecanlı, güler yüzlü, sanki biraz da tedirgin biri izlenimi uyandırdı bende. Her sözü oyunculuğa bağlıyor, işi dışındaki konulardan sanki biraz çekiniyor. Kendisiyle ilgili ipucu vermesin istiyor. Belki de bana öyle gelmiştir, söylediği gibi oyunculuktan başka konuşacak şeyi olmadığı içindir.
Gerçekten de mesleğine karşı çok iştahlı, neredeyse her rolü oynamak ister gibi bir hali var. Zaten geçen hafta Harbiye Açık Hava’daki “Rock On Broadway” gösterisinde “Chicago” müzikalinden altı kişilik bir bölümü tek başına oynadı. Aynı anda hem film hem de dizide oynuyor. Ve fotoğraf çekilirken bile mizansen denince gözleri parlıyor.
Yalnız bir kötü özelliği var, sürekli sigara içiyor. Sigara yasağının neredeyse faşist boyutlara vardığı ABD’de bile restoranlarda sigarasını tüttürmeyi başardığını, hatta herkese de içirdiğini anlatıyor. Onunla kendini rahat rahat zehirleyeceği bir yer bulup konuşmaya başladık.
Şu sıralar birçok karakter oynuyorsunuz. Bu kadar çok role bürünmenin ardında ne yatıyor?
Yaratıcılıkla bağlantılı bir şey bu. Ressam tuvalde, yönetmen sinemada yaratır. Benim malzemem insan. Biraz meydan okuma da var. Sen beni iki kol, iki bacak, şu fizikte yarattın ama gerekirse ben başka biri olabilirim demek... Oynamak çok eğlenceli, sıkılıyorum öbür türlü.
Bir rolü çıkarırken hareket noktanız ne?
Çok samimi bir şey söyleyeyim mi, bilmiyorum ne yaptığımı. Küçük ritüellerim var. Mesela “Zeynep’in Sekiz Günü”nde elimde silgiyle dolaştım silik bir karakter olduğu için. Her karakterin kendine ait bir parfümü vardır bana göre. Acaba bu kız nasıl kokar diye düşünürüm. Kimileri pudra kokar, kimileri daha çiçeksi, kimileri sandal kokar. Parfümeriye giderim ve o karakterin kokusunu ararım.
“Usta”daki rolünüz ne kokuyor?
Cabotine... Hafif çiçeksi... Filmdeki rolüm, Emine, köyle şehir arasına sıkışmış bir karakter. Kocasına çok aşık. Hani bazı kadınlar sevdikleri adamın hayalini gerçekleştirmek için yaşarlar, öyle. Fakat adam o kadar bencilce hayalinde kayboluyor ki kadını ve aşkı unutuyor.
“İki ayda bilmediğim bir dili öğrenirim ama matematik problemini çözemem”
Peki ya “Sonbahar”daki rolünüz nasıl?
Lale Inge diye yarı Alman yarı Türk bir kızı oynuyorum. Çocuğunu başkasına veren, sonra perişan olup onu kurtarmak için uyuşturucu kuryeliği yapan bir anne. Lale Inge için şunu iddia edebilirim, Türk televizyonlarında böyle bir karakter görmedim. O kadar bıçak sırtı bir rol ki... Ne iyi ne kötü. Genelde aman seyirci beni sevsin diye sevimli karakterleri tercih eder oyuncular. Ben burda bir risk aldım, bilmiyorum sevecekler mi, nefret mi edecekler... İki arada kalırlarsa çok mutlu olacağım.
Dizinin çekimleri başladı mı?
Başladı. Üstelik Almanya’daydı. Eskişehir’de film setinden çıkıp uçağa atlıyordum, Almanya’da diziyi çekip İstanbul’da müzikalin provalarına koşuyordum. Bir ara programım Londra metro haritası gibiydi.
Bu rolde Zeynep’in silgisi gibi size yardımcı olan bir obje oldu mu?
Dil Tarih’te okurken hepimiz rock’çıydık. O dönemin hatıraları canlandı. O siyah kostümleri giyince hemen role büründüm.
Oyunculuktan müthiş bir heyecan ve tutkuyla konuşuyorsunuz. Böyle bir tutku taşırken neden konservatuardan önce Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne gittiniz?
Çocukluğum kulislerde geçti. Türkiye’nin politik olarak büyük zorluklar yaşadığı dönemlerde annem ve babam turnelerde çatışmalar altında oyun oynadılar. Ben kulislerde “Aman çocuğumuza bir şey olmasın” endişeleriyle büyüdüm. Meşakkatli geçti yani çocukluğum. Kendimi bildim bileli oyuncu olmak istedim. Bu benim için bir meslek değil, yaşam biçimiydi. Fakat bir yerde annem babam dediler ki, “Sen çok zor şartlarda büyüdün. Gel başka bir şey dene”. Ben de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi İtalyan Edebiyatı bölümüne girdim ama bu sefer de tiyatroya gidemez hale geldim.
Neden?
Başkalarını alkışladıklarında bana kıskançlık krizleri basıyordu, terk ediyordum salonu. O sesi duymaya dayanamıyordum. Bir sene dayanabildim zaten. O sırada bir yakınımı kaybettim ve kendime şunu sordum: O parantezi neyle doldurmak istiyorsun? İnat ettim, dedim ki “Ya Bilkent’in tiyatro bölümünü burslu kazanırım ya da benden bir daha tiyatro duymazsınız”. Kazandım da...
“Oyunculuktan başka konuşacak şeyim yok”
Neden İtalyan edebiyatına girdiniz?
İngilizcem ve Almancam vardı zaten. Eh İtalyancanın fonetiği güzel geliyor, Eros Ramazotti’yi de seviyorum, hadi İtalyan edebiyatı okuyayım dedim. İşe yaradı, hiç olmazsa İtalyancam da var artık. Dil konusunda iddialıyım. Bana iki ay ver, hiç bilmediğim bir dili öğrenirim. Ama bana matematik problemi ver, iki ay uğraşsam çözemem.
Göründüğünüz kadar hırslı mısınız?
Hayır, tutkum hırs olarak anlaşılıyor. Azimliyim ama...
Bir şeye azmedince illa yapar mısınız?
Bırakabilirim de...
Neleri bıraktınız?
Çok istediğim ve dört dörtlük göründüğü halde bıraktığım işler oldu. İçimden bir his yapma bunu dedi çünkü. Sonra o işler hakikaten terse döndü. Ben sadece yürekten isterim, gereken emeği de gösteririm. Olmazsa da üzülürüm ama kendimi yiyip bitirmem.
Diyelim ki çok istediğiniz bir rol ve üç aday var. Nasıl sıyrılırsınız aradan?
Ben çalışır ve kendimi gösteririm. Ama inanıyorum ki her rol kendi nasibini bulur. Meslektaşlarıma da baktığım zaman herkesin bir nasibi var. Hırs yapmanın, o oynamasın ben oynayayım demenin anlamı yok. İyi yürekle yaklaşmadığın zaman o rol sana iyi gelmez zaten.
Kadere inanıyorsunuz yani...
Sanatın kaderine ve mucizesine inanıyorum. İster mistik deyin bana ister deli ama inanıyorum.
Her sözü oyunculuğa bağlıyorsunuz.
Sahip olduğum tek şey oyunculuk. Bildiğim tek şey de, sevdiğim tek şey de oyunculuk. Tabii ki onun üstünde konuşacağım, başka konuşacak bir şeyim yok çünkü.
Hayat mı önce gelir işiniz mi?
Benim hayatım o zaten. Ayıramıyorum ki.
“Bir sevgili adayım var ama beraberliğimizi sürdürebilmek için ortak bir ülke bulmak zorundayız”
Bizim kuşak kadınlar beğenebileceği adam bulamamaktan şikayetçi. Hemfikir misiniz?
Çok sevdiğim bir söz var: Manzarayı değiştiremiyorsan bakış açını değiştir.
Razı gelmek değil mi o?
Hayır, değil. İnsanın önce kendi zaafları ve güçlü yanlarıyla hesaplaşması gerekiyor. Ben niçin böyle bir beklenti içerisindeyim diye sorması gerekiyor. O zaman doğru olanı buluyorsun.
Siz buldunuz mu?
Ben aramıyorum desem... Şu anda orada değilim. Kendim o kadar aşk halindeyim ki, birini bulayım da aşık olayım durumum yok.
Buradan yalnız olduğunuz sonucunu mu çıkarmalıyım?
Yanızlıkla tek başınalık arasında fark var. Yalnız değilim ama tek başınayım.
Peki soruyu şöyle sorayım: Hayatınızda biri var mı?
Aday var.
Nasıl aday?
Beraberliğimizi sürdürebilmek için ortak bir ülke bulmak zorundayız. O ABD’de. Ben İstanbul’dan vazgeçemem, evim burası. Kimseden de evini bırakmasını isteyemem.
Bir de şu var. Burada sinema adına yapmak istediğim çok şey var. Hem genç sinema için çalışıyorum hem Altın Portakal süreci var. Bu Ferhat ile Şirin’in hikayesine benziyor. Ferhat’a dağı del, suyu akıt, ondan sonra Şirin’e kavuşursun diyorlar. Ferhat o suyun halka kavuşmasından o kadar lezzet duyuyor ki Şirin’i unutuyor. Ben şu anda Şirin’i unutmuş vaziyetteyim.
Başka bir şeye aşık bir kadınla olmak çok zor.
Evet zor ama senin bu aşk haline aşık olan insan için çok da keyifli.
Ama sizin için önceliğin kendisi olmadığını hep bilecek.
Aşk bencillik mi ki? Aşk varsa gerçekten, onun mutluluğundan mutlu olursun. Seni sevmese bile...
Yaşadığımız yüzyılda böyle bir aşk var mı?
Var ki filmler yapılıyor.
“Kadın sineması oluşturmanın zamanı geldi”
İlk filminizle aldığınız Altın Portakal’ın jürisindesiniz.
Çok onur duydum. Üstelik 10 gün süresince film seyretme lüksüm oldu. Şimdiden Altın Portakal’da yarışabilme ihtimali olan bütün yönetmenlerle oyuncuların DVD’lerini topladım. Nasıl gelişim gösterdiler, nasıl bir yol çizdiler takip etmek istiyorum.
Altın Portakal hayatınızda bir şeyleri değiştirdi mi?
Devlet Tiyatrosu’ndan istifa ettim. Çünkü Antalya kadrosundaydım ve gidemediğim bir yerden para almak ahlaklı gelmedi bana. İşim de yoktu, maddi anlamda çok sıkıntı çektim o dönemde. Bu yüzden pek de istemeyerek bir dizi yaptım. Gönül isterdi ki ödülden sonra bir süre başka bir şey yapmayayım. Ama hayat böyle işte...
Sinema geçindirmiyor değil mi?
Asgari ücretin ne olduğunu bildiğimiz bir ülkede saçmasapan konuşmayayım ama bir oyuncu olarak zor. DVD alacak, sinemaya gidecek param olmalı. Ben sinema delisiyim ama geçinmem gerekiyor. Ekmek kapım televizyon dizileri.
Çalışmadığınız zamanlarda neler yapıyorsunuz?
Film izliyorum. Seyahat etmeyi çok seviyorum. Bunun dışında yazıyorum.
Ne yazıyorsunuz?
Öyküsü bana ait olan bir sinema filmi projesine başladık. Sevil Derin diye, Oxford Üniversitesi edebiyat bölümü mezunu bir arkadaşım var, birlikte çalışıyoruz. Andaç Haznedaroğlu’nun çekmesini planlıyoruz. Artık kadın sinemasını oluşturmanın zamanı geldi diye düşünüyoruz.
Hikaye nedir?
Onu söyleyemeyeceğim ama kadın hikayesi. Sadece ve sadece kadınlar var.
“İtiraf edeyim buzdolabımda tonbalığı konservesinden başka bir şey yok”
Ev hayatınız nasıl? Yemek yapmayı sever misiniz mesela?
Şöyle söyleyeyim: Dolabımda tonbalığı konservesinden başka bir şey yok. İtiraf edeyim sofra kurmaktan çok kurulan sofraları severim.
Yemekle arası olan birine benzemiyorsunuz.
15-16 yaşımdan beri et yiyemiyorum, geçmiyor boğazımdan. Sadece köfte... Bir dönem de yumurta yiyemiyordum. Vücudum bazen bir yiyeceğe takar ve reddeder. Her filme girmeden önce ya kilo alırım ya da veririm. Sorarım yönetmene ‘Etli butlu mu istiyorsun, ince mi?’ diye... “Zeynep’in Sekiz Günü”nde altı kilo verdim. “Usta” için hani Anadolu kadını, biraz kilo alayım dedim. Fakat o aldığım kilo şimdi diziye uymuyor.
MİRAÇ ZEYNEP Ö. / Milliyet