Medya
  • 19.5.2009 14:38

BİLGE KÖYÜ'NDE İKİNCİ KATLİAM!

"İtiraf etmeliyim ki, Bilge Köyü’nde bir mezara kapaklanmış yarı baygın haldeki kadına bir muhabir arkadaşımızın soğukkanlılıkla “Şıh Mehmet’in karısının başkasından hamile olduğu söyleniyor, bu doğru mu?” diye sorduğu an, kusmamak için kendimi zor tuttum."

İrfan Aktan’ın Bilge Köy'deki izlenimlerini Alper Görmüş, Taraf Gazetesi'ndeki köşesine taşıdı. İşte o bölüm:


***

Biz gazeteciler yaptığımız haberler üzerinden iletişim kuramcıları, akademisyenler ve medya eleştirmenleri tarafından “izleniyoruz” ama haber üretme sürecimize tanıklık edilmediği için, bu süreçte yaptığımız çirkinlikleri kimse bilmiyor. Oysa gazeteci sadece mevkuteye yansıyan metinle veya ekrana yansıyan görüntüyle değerlendirilip eleştirilirse, gazetecilerin pek çok günahı hasıraltı edilmiş olur. Nihayetinde hakkında haber yaptıklarımızın, –özellikle de toplumun alt tabakasındaki insanların- kendilerini ifade etme araçlarına ulaşmaları için biz muhabirlerin kapısını çalmak dışında pek şansları yok. Peki, doğrudan biz onların hayatlarıyla oynuyorsak, haber “üretmek” adına onları rencide ediyorsak, her türlü yolu mubah görüyorsak; bu insanlar hayatlarıyla oynadığımızı medya aracılığıyla nasıl duyurabilirler? Doğrusu, kendi günahlarımızı saklayarak kendimizi toplumun “aynası”, “dördüncü güç” “nesnellik” (bu nesnellik meselesi oldukça problemli, aşağıda buna da değinmek istiyorum) gibi klişelerle daha fazla aklamayı sürdürmemiz mümkün görünmüyor. Çünkü toplum giderek biz gazetecilere karşı kapılarını kapatmaya başlıyor. Tıpkı Bilge Köyü’nün hayatta kalan fertlerinin, olayın üçüncü gününden itibaren gazetecilere bilgi vermeyi neredeyse tamamen kesmesi gibi...

Malum olaydan üç gün sonra Bilge Köyü’nde kurulmuş olan taziye çadırının arkasında çömelmiş, yakınlarının çoğunu kaybeden Ferhat Çelebi’yle enteresan bir şekilde katliamı değil gazeteciliği konuşuyoruz! Ferhat, gazetecilerin neden bu olayın arkasında bir kadın meselesi aradıklarını anlamadığını söylüyor ve şu soruyu soruyor: “Yalan yazdığınız zaman daha fazla mı para alıyorsunuz?” Yaklaşık iki saat konuştuğumuz Ferhat’tan katliamın arkaplanı hakkında bilgiler almaya çalışırken, o bana köylü “saflığıyla” gazetecilik ahlakı üzerine sorular soruyordu. Haber kaynağım Ferhat’la aramızdaki bilgi alan-bilgi veren ilişkisi tersyüz oluyor; “haber kaynağımın” altında ezildikçe eziliyordum. Alttan alta aramızda inanılmaz bir hesaplaşma yaşanıyordu. Delikanlı, açıkça pazarlık yapıyordu: “Sana anlatacaklarımı çarpıtmayacağını, yalan yazmayacağını bana garanti eder misin?” Ferhat, bize vereceği bilgilerin kendisine bir faydası dokunup dokunmayacağını merak dahi etmiyordu. Taziye çadırından yansıyan ışığın gözlerinde patladığı Ferhat, gözlerimin içine bakarak şunu söylüyordu adeta: “Mağdurum ama gazetecilere muhtaç değilim!”

İtiraf etmeliyim ki, Bilge Köyü’nde bir mezara kapaklanmış yarı baygın haldeki kadına bir muhabir arkadaşımızın soğukkanlılıkla “Şıh Mehmet’in karısının başkasından hamile olduğu söyleniyor, bu doğru mu?” diye sorduğu an, kusmamak için kendimi zor tuttum. Kadıncağız, yalvarırcasına “artık konuşacak halim yok” diyor, tekrar başını toprağa dayıyordu. Muhabir arkadaşımız ise kadıncağızın başında pineklemeye devam ediyordu...

Peki, başka türlü bir gazetecilik, habercilik yapılamaz mı? İnanılmaz bir katliama tanıklık etmiş olan bir çocuğun eline bir gazetecinin, üç-beş kuruş para tıkıştırıp konuşturmaya çalıştığı söyleniyor! Böyle bir muameleyle karşılaşan Bilgelilerin kırılan onurunu da geçtim, bir daha “haber” vermesi nasıl mümkün olacak? Taziye çadırının yirmi metre ötesinde bir küme halinde bulunan ve kahkahalarla gülen gazeteci arkadaşlarımız, nesnellikten, objektif olmaktan bunu mu anlıyorlar: Katliamlar yapılır, insanlar ölür ama ben olaya “dışarıdan” bakan “objektif” bakışlı insan olarak gülüp eğlenmeye devam ederim! Bu mudur yani!

Pratikte iki tür gazetecilik yapıyoruz Türkiye’de. Kimi gazeteci arkadaşlarımız daha “derin” bilgilere, bulgulara ulaşmak için bizim gibi “sıradan” gazetecilerin ulaşamayacağı kaynaklardan beslenerek toplumu bilgilendirmeye çalışıyor. Haber kaynağı-muhabir ilişkisinin en çetrefilli olduğu, muhabirin her daim dikkatli davranması gerektiği bir alandır bu. Türkiye’de bunu başarıyla yapan gazeteciler var ama elindeki “derin” bilgileri, haber kaynağının yönlendirmesiyle şekillendirerek yayınlayan anaakım medya mensupları da var. Bu haberciliğe de çoğunlukla “nesnel, objektif habercilik” deniyor.

Öbür türlü gazeteciliği (“basit gazetecilik” diyelim buna) ise bizim gibi “serbest” gazeteciler veya dergiciler yapmaya çalışıyor. Gözlem ve mülakatlar sonucu elde edilen bilgileri süzüp bir tür analitik habercilik yaparken, haber kaynağına tabi kalmamaya çalışmak, nereden bakarsanız bakın, muhabirin daha az stresle haberi kotarmasını sağlıyor. Bu açıdan daha kolay bir gazetecilik yaptığımız doğru. Günlük gazetelerden ziyade haftalık ve aylık dergilerde yaptığımız bu gazetecilik, ne yazık ki giderek öbür haberciliğin gölgesinde kalıyor. Çünkü topluma “flaş” bilgiler aktarmıyor; herkesin bildiği haberlerin arkaplanını irdelemeye, bir analiz yapmaya, mümkünse karanlıkta kalmış yönlerini veya “nesnel” habercilerin zamanla yarışırken gözden kaçırdığı, bazen kamuoyunun dikkatini çekmek için çarpıttığı, çoğunlukla dramatize ettiği yönleri hakiki gerçeklikle karşılaştırıp yeniden yorumlamaya çalışıyoruz.

Dolayısıyla elbette işimiz daha kolay.

Ne var ki, Express, Nokta, Aktüel ve Newsweek Türkiye gibi dergiler için haber yapmaya giderken önümdeki en büyük engelin, daha önce aynı konuyu “duyuran”, “ifşa eden” gazetecilerin arkalarında bıraktığı enkaz olduğunu itiraf etmeliyim. Yıllardır gazetecilik yapıyorum ama henüz kimsenin duymadığı, hakkında hiç yazılmamış bir haberi duyurduğumu hatırlamıyorum. Yaptığımız habercilik çok basit: Bir adam ailesinden sekiz kişiyi öldürüyor, bu haber hemen yerel medya ve ajanslar aracılığıyla kamuoyuna yansıyor, konu bir-iki gün yazılıp çiziliyor ve daha sonra biz atlayıp olay mahalline gidiyor ve katliam hakkında yazılıp çizilenlerin ne kadar doğru olduğunu irdeliyor, hikâyeyi arkaplanını irdeleyerek daha kapsamlı biçimde anlatmaya çalışıyoruz. Doğrusu buna benzer yüzlerce habere gittiğim halde, ilk duyurulduğundaki bilgileri kusursuz biçimde teyit ettiğimi hatırlamıyorum. Her defasında bir çarpıtma yapıldığı için, olayın ardından gazetecilere içlerini dökmüş olanlar, yazılanlarla anlattıkları arasında paralellik, hakiki gerçeklikle örtüşen ifadeler bulamadıkları için gazetecilerden tiksinmiş oluyorlar. Habere gidince en büyük mücadelemiz, haber kaynağını, hakkında yalan yanlış yazmayacağımıza, mesele çok boyutluysa tek bir boyuta indirgemeyeceğimize ikna etmek için veriyoruz. Ancak Bilge Köyü’nde tekrar gördüm ki, artık “nesnel haberci” arkadaşlarımızın oluşturduğu tahribat, olaylar hakkında bilgi toplamamıza fazlasıyla mani oluyor. Bilge Köyü’nde maktul yakınları, köye gelen tüm konuklara inanılmaz bir misafirperverlikle yaklaşıyor, acılarına rağmen bu fedakârlıktan ödün vermiyorlar. Ama köyde hakkında kötü konuşulan sadece iki kesim var: Katliamı yapanlar ve katliamı daha da “çekici” kılmak için spekülatif bilgilerin peşinde koşan gazeteciler... Peki, ne adına? Toplumu bilgilendirmek, olayın aydınlatılması için hakikati irdelemek adına mı? Elbette hayır. O yüzden Bilge Köyü’nden döndüğümden beri kafamda Doğan Tılıç’ın meşhur cümlesi dolanıyor: Utanıyorum ama gazeteciyim!

Güncellenme Tarihi : 14.5.2016 21:49

İLGİLİ HABERLER