Gündem
  • 13.10.2008 01:22

NECATİ GÖKSEL'DEN KAYIP YOLCU!..

Kayıp Yolcu romanında ne anlatıyorsunuz?
-Keşke bir kaç cümleyle anlatabilseydim, o zaman romanı yazmama gerek kalmazdı... Yine de anlatmaya çalışayım: O hep içimizde duran burnumuzu sızlatan, hatırlayınca gözlerimizi buğulandıran aşkı anlatıyor. Unuttuğumuz anlarımızın kokularını; yağmurun, toprağın ve baharın kokularını anlatıyor. İlahi bir gücün sanki bize dokunduğunu hissettiğimiz ama içimizde buna karşılık gelen kavramlar, anlamlar olmadığı için tanımlayamadığımız anları anlatıyor. Gizemli sandığımız kimi durumların basit hakikatler, sıradan haller sandığımız olguların ise evrenin öte yüzünden kopup gelen şeyler olduğunu anlatıyor. Her şeyin öylece yerli yerinde durduğunu ama varolduğunu sandığımız her şeyin sadece bir nefes, bir an, bir zan olduğunu anlatıyor...
Yazar mutlu olursa yazamaz. Siz buna katılıyor musunuz? Mutluluk sizce nedir?
—İnsanın iç çatışmaları, dünyanın dertleriyle kavgası olduğunda daha çok yazma isteği duyacağına katılırım. Fakat mutluluk yazmaya mani değildir. Örneğin benim mutlu olduğum anlar içimi döktüğüm anlardır ki, bu yüzden yazabiliyorum.
Siz aynı zamanda çok başarılı bir yönetmensiniz ve birçok şöhret olmuş kişilerle çalıştınız. Şöhretli biri ile çalışmak zor mu ve çalıştığınız bu insanlarla unutamadığınız anınız var mı?
-“Candan Erçetin’le Beraber Ve Solo Şarkılar” programının hem yapımcısı hem de yönetmeniydim. Candan Erçetin’le bir yılı aşkın bir dönem boyunca çalıştım. Eğer ortak paydalarınız varsa, bazı ortak değerleri paylaşabiliyorsanız, örneğin ülkenin bütünlüğüne yönelik bir terör eylemi olduğunda aynı marşları, aynı türküleri söylemek içinizden geliyorsa temel noktalarda anlaşabiliyorsunuz demektir. Gerisi insan hallerine kalmış. Ben empati duygusu çok yüksek olan birisiyim ve karşımdaki insan mantık dışı bir çizgiye taşmadıkça ortak paydalarda buluşabileceğim herkesle anlaşabileceğimi düşünürüm. Örneğin Candan Erçetin’le karşılıklı iyi niyetli ve çok verimli bir çalışma yaptığımızı düşünüyorum. Bu yaz boyunca Sibel Can’la Sayısal Gece programında çalıştık. Müzik türü ve karakter olarak farklı bir insanla çalışıyordum; aynı zamanda üst düzeyde profesyonel ve uyumlu bir insandı. Benim için doğru seçimler ne kadar önemliyse karşınızdaki insanın doğru yönetmenle çalışması da o kadar önemli olduğu için size güven duydukları andan itibaren her şey çok daha kolay oluyor. Bence ünlü insanların hata yapma endişeleri fazla olduğundan -çünkü her hata tüm imajlarını sarsabilir- ince eleyip sık dokumaları çok doğal. Sizin de bunu müşkülpesentlik olarak algılamamanız sizin olgunluğunuzla ilgili. Başkalarının yerine kendisini koyabilme yetisi yazar olmanın unsurlarından birisi olduğuna göre, benim gibi birinin de iletişim yeteneğinin gelişmiş olması gerekir.
Anı olarak şunu söyleyebilirim: Sibel Can örneğin, dışarıdan nasıl algılanıyor bilmiyorum ama günlük hayatında hepimiz gibi bir insan. Kendisine bariyerler koymuyor. Onun herhangi bir akrabanızdan farkı yok. Aradığınız her an kendisine ulaşabilirsiniz, onu saatlerce eleştirseniz bundan mutluluk duyan ve tüm eleştirileri dikkate alan bir insan. Kıyafetinden makyajına kadar bir sürü şey söylerim; hiç itiraz etmeden can kulağıyla dinler ve bilir ki, tüm bunlar olumlu bir sonuç elde etmek için yapılıyor. Ukalalıktan bu denli uzak, onun kadar uysal ve uyumlu çok az insan gördüm.
Yazdığınız kitapları bir gün filme çevirmeyi düşündünüz mü? Başrolde kimleri oynatırdınız?
—Hayat Askıda ve Kara Kadife isimli romanlarımı senaryolaştırmaya bile gerek yok; alın hemen filme çekin. O denli sinemaya yatkın eserler ama para nerde? (Gülüyor) Edebiyat eleştirmenleri bunu hemen fark ettiler ve bunlardan kallavi (gülüyor) filmler çıkacağını yazdılar. Ne yazık ki, henüz sinema dünyasından kimseye ulaşamamış olsa gerek ki, bu eserleri film yapmak için hiç teklif almadım. “Yumurta” isimli filmi seyrettikten sonra Hayat Askıda isimli romanımdaki başkahraman rolünü Nejat İşler’e verebileceğimi düşündüm. Ülkede çok sayıda başarılı oyuncu var. Rol dağıtımı sorun olmazdı diye düşünüyorum. Fakat Kara Kadife için epey eğitimden geçmeleri gerekirdi: Kung-Fu, Okçuluk, Eskrim ve saire…
Romanlarınızı yazarken kendinizi özgür bırakıyor musunuz?
—Sanıyorum en özgür olduğum zamanlar o anlar. Yazı ile zihnim arasında başka hiçbir şey yok. İnsan yazarken ve yaratırken o denli özgür oluyor ki, tarif edilemez. Bizim yazarken hissettiğimiz özgürlük ve mutluluk buysa Tanrı hiçlikte bir patlama yapıp bu evreni ortaya çıkarırken eğer bir fani gibi haz alıyor olsaydı bu asla tanımlanamazdı. Yazmak yaratmanın bir zerresi bile olsa o denli mutluluk verici yani…
Kitaplarınızı kimlerin okuduğunu düşünüyorsunuz? Ve keşke bunu ben yazsaydım dediğiniz bir roman var mı?
—Romanlarımı bu röportajı okuyacak türden insanların okuduğunu düşünüyorum. “Keşke” dediğim şeylerse kendi elimde olmaksızın içinde bulunduğum koşullarla ilgilidir hep. Ah şunu şöyle yapsaydım, bunu böyle yapsaydım demem çünkü o zaman şu an burada olur muydum bilemem. İyiliğin kötülüğe, kötülüğün iyiliğe gebe olabileceğini bilirim. Şükretmeye ve daha iyisini yapmaya çalışırım. Gerisi varsayımsal beyin jimnastiğidir benim için. Şunu ben yazsaydım dediğim bir eser olmadı; yazanlar fevkalade güzel yazmış zaten. Fakat Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” isimli o başyapıtı başka ülkelerin insanlarınca da okunsaydı demişimdir. Keşke Türkçe okuyabilselerdi de dilimizin lezzetiyle o eserin ve başka böyle güzel Türkçe eserlerin tadına varabilselerdi.
Yazarlığınızda köşe taşı olan bir olay var mı?
—Çocukluğumdan beri az çok yazardım fakat yetersiz olduğumu düşünürdüm. Yayınlanmış küçük hikâyelerim olmuştu fakat iyi bir yazar olma idealimi sürekli ötelerdim. Yıllar önce bir televizyon programı yapıyordum; çok başarılı bulunuyor, yere göğe konulmuyordu. Yine de programın günü ve saatiyle sürekli oynanmaya başlandı: Bir hafta Çarşamba yayınlanan program, ertesi hafta Cuma, sonraki hafta Cumartesi sonraki hafta Pazar… Birden o esnada özgür olmadığımı fark ettim. İradem bazı şeylere mani olmaya yetmiyordu. Aynı sırada otuz yaşımı geçtiğimi de fark ettim. Yazarlığım ne zaman olgunlaşacaktı? Yıllar yılı ilerde yazacağım bir sürü konunun notlarını almıştım. Yazmaya başladığımda doğrudan roman yazmaya başladım; oysa hep kendimi öykücü olarak düşlemiştim. Bu beni gerçekten şaşırtan bir şeydi. İnsanın kendi kendisinden şaşkınlık duyması tuhaf ama gerçekten böyle oldu… Yazdım çünkü yazarken kendiniz ve Allah’tan başka size karışan hiç kimse yok.
Yazdıklarınızda en belirgin tarif nedir?
—Her şeyin son tahlilde gelip geçici olduğu duygusudur. Anlar zamanın askılarında sonsuza kadar durur, ama her şey yine de son tahlilde hiç olmamış gibi fanidir.

Güncellenme Tarihi : 15.5.2016 05:27

İLGİLİ HABERLER