Gündem
  • 2.12.2004 06:02

"SEVGİLİNİN ADINI DİLE DÜŞÜRMEK..."

İskender Pala'nın Zaman'daki yazısı:

Sevgilinin adını dile düşürmek

Leyla, Şirin, Zeliha, Aslı ve Azra'lar... Nicolet, Juliet veya Floire'lar... Her birerleri dillere destan aşkların kahramanları...

Adları saygıyla anılan aşk ikonları. Şairlerin daim dilinde olan uzak sevgililer... Ve şairlerin yakınlarında olan, hemen yanı başlarında hissettikleri sevgilileri de var. Hercaî veya tutkulu, vefalı veya ihtiraslı, ama mutlaka duygulu bir aşkın eseri olarak şiire yansıyan kadınlar... Bu çeşit kadınlar mı şairler için bir lütuftur, yoksa bu kadınlar için şairler mi başa konan birer talih kuşudur, doğrusu pek müşkil bir soru. Ama bilirim ki bir şairin yakınında olmak, bir kadın için çetin bir azaptır. Burada azap kelimesini iki zıt anlamıyla; hem olumsuz (acı, keder, elem, ıstırap) hem de olumlu (tatlı içimli su, dimağ lezzeti) anlamıyla kullanıyorum. Bir yandan şair gibi çılgın birisine tahammül, diğer yandan varlığını tarihe armağan bırakma fırsatı. Acaba Tanpınar'ın ancak rüyada gördüğü Leyla'sı, Attila İlhan'ın kalben mecbur kalıp da aşk şarkıları yazdığı Müjgan'ı, Asaf Halet'in Mariyye'si veya Bedri Rahmi'nin şuh kadını Karadut'u, Bekir Sıtkı Erdoğan'ın gizemli Marya'sı, Abdürrahim Karakoç'un erişilmez Mihriban'ı bu bakımdan azabın hangi çeşidiyle daha aşina yaşamaktaydılar?!.. İçimizde Dante'yi hatırladıkça onun nahif ve narin sevgilisi Beatrice için iç geçirmeyen; Edgar A.Poe'dan bahsederken romantik deniz kokulu Annabell Lee'yi düşünmeyen, yahut Floransalı Petrorca'yı okurken nazenin güzel Laura'ya kalbini kapatan kaç nadan bulunabilir?!.. Bütün bu fani kadınların her biri şiirlerde hâlâ zarif güzellikleri ve ince parmaklarıyla, mest edici kokuları ve iç gıcıklayıcı endamlarıyla, hayal tüllerini andıran saçları ve esrarlı bakan gözleriyle yaşayıp durmakta ve bize kendilerini tanıtmaktadırlar. Onların şairlerle aşinalıklarından doğan acılarını ve ıstıraplarını bilemiyorum ama yıllar ve yüzyıllar sonra bugün hâlâ yaşıyor olmanın kendileri için bir nimet olduğunu söyleyebilirim. Bir kadını yalnızca cismiyle değil, gizli veya aşikar bütün ruh çalkantıları, duygu ve düşüncesiyle seven bir âşıkın aynı zamanda şair olması, o kadının "Sevenler ve Sevilenler Kitabı"nda müstesna bir yer edinmesi de demektir. Çünkü sonraki çağlarda meraklı aşk maceralarının gizemli kahramanlarını tanımak isteyen her şiir okuyucusu, şairin kadınını yine şairin gözüyle tanıyacak, hayran olacak ve sevecektir.

Öte yandan, sevgililerin adlarını anmak bakımından doğu şiiriyle batı şiiri arasında telifi imkansız uçurumlar vardır. Batılı şair, sevgilisinin adını anmakla her zaman bahtiyar olmuş, onunla geçen maceralarını, duygu yüklü birliktelikleri, hatta beşeri ve cinsî mahremiyetleri terennümden kaçınmamış, belki bundan gizli bir haz da duymuştur. Oysa doğulu şair, kendi özel hayat çemberinin sınırlarını başkalarına açmak istememiş, sevgilisini mevhum bir varlık, hayali imkansız bir güzellik olarak yansıtmış, ondan bahsederken mahremiyetine ve özel hayatına hassasiyetle yaklaşmış, adını bile söylemeye çekinmiştir (Yar ismini desem olmaz / Düşer dillere dillere - Erzurumlu Emrah). Böylece şair ile okuyucu arasında oluşan saygıya dayalı ilişki, okuyucuya, şairin anlattığı kadını kendi sevdiği kadın ile yer değiştirtebilecek bir imkan sunmuş, dizeler arasında gezinen özel bir sevgili yerine her okuyanın kendi zihnindeki sevgiliye giydirebileceği desenler ve atlaslardan dokunmuş şiir kumaşları üretilmiştir. Böylece okuyucu da aşk panoramasının bir yerinde kendi resmine de yer bulmuş, şiiri dışarıdan anlamaya çalışmak yerine, içeriden hissetmeye başlamıştır. Bunun tabii sonucu olarak da batı edebiyatının özel hayatları mercek altına alınan, bazan en mahrem çizgilerin bile ötesine geçerek teşhir ettiği kadınlarına mukabil doğunun kadınları biraz daha gizemli, gönül maceraları daha bir heyecanlı, suretleri, endamları, gözleri, kaşları daha bir merak edilir konumda yaşamışlardır. Doğunun şairi kendi sevdiği kadını bir masal veya efsane içine gizler gibi sunmaktan hoşlanır; ta ki okuyucu o masalda kendisine de bir rol biçerek özlemini çektiği sevgilisinin izini sürebilsin. Onun için ben Dıranas'ın Fahriye Ablası'ndan çok Yahya Kemal'in Mehlika Sultan'ını, Oktay Rifat'ın Türkan'ından çok Sezai Karakoç'un Mona Roza'sına tutkunum. Bu yüzden olsa gerek Nedim'in Sadabâd'da gördüğü ve Beşiktaş'taki evine davet ettiği dilber, Karacaoğlan'ın kınalı ellerini öperek düğmelerini çözmek istediği yaban çiçeği, beni Galib'in gizliden gizliye niyaza durduğu, kimliği belli, saraylı sevgilisinden daha fazla etkiliyor. Evet, itiraf etmeliyim ki Fuzuli'nin onca şiirini terennüm ederken düşündüğü kadını bilmeyi, tanımayı, dünya gözüyle bir kere görmeyi çok istemişimdir; ama gerçekten istemiş miyimdir ve görsem bu isteğim yine devam eder mi, bundan emin değilim!?.. Şimdiki gençler galiba gizli kalması gerekeni açık ettikleri (Ne ayıp!...) ve sevgililerinin adlarını dillendirmekle kalmayıp aradaki macerayı da başkalarıyla paylaştıkları için aşkın gülümseyişlerini ve zenginliğini ıskalıyorlar... Çünkü sırlara hükmetmek ayrıcalık ve olgunluktur.

Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 23:23

İLGİLİ HABERLER